Vurucu Bölüm 48

Vurucu Bölüm 48

[Fan fin fon]

“Bir saattir zile basıyorum. Kapıyı niye açmıyorsun Doğu?”

Cevap yoktu.

“Doğu?”

Kardeşi yatakta öylece yatıyordu. Gözleri açık, kıpırtısız.

“Doğu ne oluyor?” Oturdu yatağa. “Ne yapıyorsun?”

“Ameliyattan ilk uyandığı an annemin ne hissettiğini anlamaya çalışıyorum.”

“Neden şimdi? Annem hep böyleydi.”

“Ama ben babamın gözünden hiç bakmamıştım.”

“Kaysana yana.”

Gözlerini devirerek kenara çekildi genç adam. Yanına uzanan Doğa’nın saçından bir bukle ağzına geldi, üfleyerek uzaklaştırmaya çalıştı. Burnu gıdıklanıyordu. Her an hapşırabilirdi.

“Annemin hapşırdığını hiç gördün mü?”

“Ne?”

Daha şiddetli üfledi. Bundan böyle annesinin etrafında tek bir sinek uçurtmayacaktı.  

“Boş ver.”

Doğa yan dönüp koluna yaslanınca rahatladı.

“Biraz Beykoz’da kalacağım ben.”

Hayret? Bitmiş miydi afrası tafrası?

“Tamam.”

O yokken Irmak gelir miydi ki? Ama hayır. Artık Doğa’nın evine gelmezdi.

“Babamın bana cevap vermediğini fark ettin mi?”

“Sorduğun bir soru yoktu ki.”

Karnında patlayan bir darbeyle midye misali boşlukta katlandı. “Ah! Ne yapıyorsun ya!”

“Aslında hiçbir şey anlatmadı. Babası ne yapmış mesela? Zehrini bize akıtması ne demek? Çok önemli bir şey ki hiç görüşmüyor onunla.”

“Otel sahibi olduğuna göre çok zengin olmalı.” Bu hikâyeyi nedense babasıyla çok da örtüştüremiyordu Doğu. “Ben babamı mirasyedi olarak düşünemiyorum.”

“Bir de annemin hasta olduğunu nasıl anlamaz ya?”

Doğu da yan dönüp eline dayadı başını.

“Niye ki?”

“Birlikte zaman geçirdi bunlar değil mi? Sonuçta termal oteldeler. Havuzu var… Restoranı var… Bahçesi var… Ne bileyim, Pamukkale’yi gezmediler mi hiç?”

“Belki sadece bakışmışlardır?”

“Bizi ameliyattan önce yaptı bunlar Doğu.”

“Doğru. Anlamış olması gerekirdi.”

“Bir de şu evlilik işi… Oturmuyor bir türlü kafamda.”

İşte o konuda Doğu da kesinlikle aynı fikirdeydi.

“Büyükbabamdan bahsediyoruz Doğu. Bence o gayet de tutucu bir insan. Evlenmek zorundasınız diye diretebilirdi.”

“Sen şu an hamile olsan, babamdan önce büyükbabam silahı alıp Yağız’ı nikâh dairesine götürür mesela.”

“Yağız ondan da önce götürür beni o silahla oraya.”

Biraz da gurur mu duyuyorduk yoksa? “Evlenirsiniz siz yakında.”

Yağız’dan bahsederken başka bir yumuşaklık geliyordu bu kızın üzerine. Ama nedense Doğu onların arasındaki aşkı fazla munis buluyordu. Hani televizyon seyrederken tek elle kediyi okşamak gibi munis.

Aşk dediğin yakıp yıkan bir şey olmalıydı. İnsanı her an tetikte tutmalı, içine çektiği nefesi kavurmalıydı. Ten tene dokunmalıydı. Bakanlar biri nerede bitiyor, diğeri nerede başlıyor ayıramamalıydı. Biri diğerinin uzantısı olmalıydı.

Yutkundu. Irmak’ın içindeyken ruhuna yayılan duygu buydu.

“Sence cinsel hayatları var mıdır?”

“Var.”

Refleksti Doğa’nın ağzından kaçan o kelime. Yüzünün kızarmasından belliydi. Doğu gözlerini kısıp dikildi.

“Nereden biliyorsun?”

Bir süre sustu kız, sonra bir itiraf gibi geldi cevap.

“Gördüm.”

Nasıl ya?

“Anlat.”

“Anlatamam.”

“Hey! Dedikodu yapmıyoruz burada. Bilmek istiyorum. Anlamak istiyorum.”

Doğa’nın kızarıp bozarması o an sinir ediyordu Doğu’yu.

“On dört yaşındaydık galiba. Büyükbabam Cemre’nin doğum gününe götürmüştü bizi. Evlerine vardığımızda hediyesini unuttuğumuzu fark edip geri dönmüştük hani. Ben odadan paketi alırken havuzdan bir ses duydum. Balkon kapısı açıktı. Bakınca onları gördüm. Babam annemin kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Annemin gözleri kapalıydı ve yüzünde… çok hoş bir ifade vardı. Gülümsüyordu. Mutluydu. Kesik kesik nefes alıyordu. Ve babam… durmaksızın hareket ediyordu. Bilirsin…”

“Ama o… yani annem… babam tamam da annem yapamaz ki?”

“Yapıyordu. Yüzünü görseydin bal gibi de yaptığını anlardın.”

Burnunun direğindeki sızlama, tehlike sinyali veriyordu. Erkeklerin ağlamasıyla ilgili bir sorunu yoktu, sadece en son ne zaman ağladığını hatırlayamıyordu ama galiba birazdan… Çünkü çok… Annesi için çok…

“O kadar güzellerdi ki Doğu. Bizim dünyaya böyle gelmiş olmamız gururlandırdı beni. Annem çok… özgürdü. Sanki bütün kısıtlamalardan kurtulmuştu. Uçabilir, koşabilir, dans edebilirdi. Belki o an yaptığı buydu. Babam da ona eşlik ediyordu. Ah… Anlatılmaz ki. O kadar güzel kelimeler bulamam.” Engel olamadığı bir damlayı yarı yolda yakalayıp kuruladı.

“Demek o yüzden…”

Omzunu silkti genç kadın. “O anı yaşayan bir adamın daha başka neye ihtiyacı olabilir diye düşündüm. Kusursuzluğun ötesine ancak onu yıkarak geçerdi. Annemi yıktı sandım. Ben… korktum.”

Sımsıkı sarıldı Doğu kardeşine.

“Hepimiz hata yaparız Doğa. Babam sana cevap vermedi çünkü bence cevabı kendin bul istedi. Başka kadınları konuşmaya gerek bile duymadı. Bize annemi anlattı. Çünkü onun için bu dünyada üzerine konuşmaya değecek tek kadın annem. Korkacağı, utanacağı hiçbir şeyi olmadığını da büyükbabamın yanında konuşarak bize gösterdi.”

“Bizim kromozomlar karışmış seninle. Sen bunca duyarlıyken ben kendimi odun gibi hissediyorum.”

“Ben babama çekmişim. Sen ismi lazım olmayan dedeye çekmiş olabilirsin.”

Gelen yumruğa hazırlıklıydı bu kez. Karın kaslarını sıktı.

“Yani şimdi sen… Babam o kadınlarla o otel odasında bir şey yapmamıştır diyorsun.”

Kaşlarından birini kaldırdı genç adam. “Ben bizi ilgilendirmez diyorum. Babama da inanıyorum ben, anneme de. Hele ki fan fin fon durumları varsa…”

“Fan fin fon…”

“Evet.”

“Şu Irmak ile fan fin fon durumunu da bir konuşalım mı?”

Ups. Kesinlikle hayır. Kalktı yataktan.

“Sen kendi fff’ine bak, benimkini bana bırak.”

“Irmak’tan neden bu kadar korkuyorsun?”

Korkmuyordu. Artık değil. Özlemişti. Kokusunu özlemişti.

“Ne zaman gidecek?”

“Yarın.”

Yarın.

“Git artık. Biraz yalnız kalmak istiyorum.”

Uzun baktı Doğa ona. Çok uzun. Ama hiç konuşmadı.

Saat çok geçti ve bu Doğu’nun umurunda değildi. Giyinip evden çıktı. Yarım saat kadar Irmak’ın apartmanının önünde durup geceyi seyretti. Sonra yukarı çıktı. Karanlıktı. Şehir uyuyordu. Kapının yanındaki son basamağa oturup geceyi dinledi. Kızgın bir kedi. Uzakta sarhoş bir korna. Yağlanması ihmal edilmiş bir kapı… Ayak sesi. Kapının hemen ardında. Irmak… Uyanıktı.

Fırlayıp kulağını kapıya yasladı. Ayak sesi. Kapanan dolap kapağı. Musluktan akan su. Tezgâha bırakılan bir bardak. Her şeye ait olabilecek takır ve tukurlar.

Müzik sesi. Çok derinden. Ve sonra…

incindim incitildim derinden terk ettim kendimi

Irmak’ın sesi… İçli… Yalnız…

tesadüfen karşılaştım içimde kendimle yeniden

Elleri kapının iki yanında, alnı kapıda…

bir minicik kız çocuğu bak duruyor orada hâlâ

‘Özür dilerim.’

anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa

‘Çok özür dilerim.’

Yıllar boyu yaptığı tüm eziyetler genç adamın gözünün önünden geçerken yüksek tonda ve inançla haykırıyordu artık Irmak.

artık beni asla yaralayamaz hayat eğer istemezsem
yıllar beni kolay yakalayamaz ben durup beklemezsem

Gidecekti. Irmak kendisinden kaçacak ve bambaşka bir hayat kuracaktı kendisine. Doğu’suz… Ayak sesleri kapıya yaklaştı. Biraz önceki inancı kaybetmiş gibi sesi yeniden alçalmıştı.

siz yine de incelikli davranın benim kadar değilse de

Kapı açıldı ve Sertab artık sahnede yalnızdı.

ben bu yüzden, incelikler yüzünden belki daha çok üzüldüm

Gri-mavi gözler şaşkın ela gözlere kilitlendi. Irmak’ın elindeki naylon poşet kayıp yere düştü. Minicik kız çocuğu durdu kapıda şaşkın… Doğu içeri bir adım attı. Kapıyı itip kapattı. Elleri kızın başının iki yanını kavrayıp yukarı kaldırdı. Gri-mavilerde ateş, elalarda çaresizlik vardı.

Kemanlar Sertab’a eşlik ederken Doğu öptü. Bir haftadır burnundan gitmeyen o kokuyu ciğerlerine çekerek yaşadığını hissetti. Öptü. Yaşamına yaşam katan dudakların arasında kayboldu. Yine aynıydı her şey. Bir verse bin alacaktı. Bin verdi. Kıyafetler çıkarken, odaya ulaşılırken dudaklar hiç ara vermedi. Doğu o gece, sabaha kadar Irmak’ın her hücresini yeniden, yeniden, yeniden içti. Artık ona dokunmadan, onu solumadan yaşamasının mümkün olmadığını biliyordu.

“Özür dilerim.”

“Niçin?”

Yastığın üzerine yayılmış saçları, buğulu gözleriyle Irmak bu rüyanın ne kadar süreceğini hiç bilmiyordu.

“Her şey için. Yaptığım, yapmadığım her şey için. Seni bilerek, isteyerek kırdığım için. Senden korktuğum için.”

Kaşları çatıldı kızın.

“Benden neden korkasın ki?”

“Çünkü aşk bir istiladır ve sen beni ilk gün ele geçirdin.” Şaşkın, tetikte gözlerde umut derinde gizlenmişti. Onu açığa çıkarmak için çok uğraşmak gerekecekti. “Teslim oluyorum. Artık karşı koymayacağım sana. Gitme.”

Öptü. Cevap alamadıkça öptü. Teslim alınmadıkça içine süzüldü. Teslim alarak teslim olmaya çalıştı. Irmak hepsini kabul etti ama peki demedi. Gitmem demedi. Sarmalandığı kuytudaki her hareketine Doğu’nun yakarısı eşlik etti. Gitme.

Sabah uyandığında Irmak giyinmiş, elinde bir fincan çayla yatağın kenarına oturmuştu. Bir fincan da komodinin üzerinde Doğu’yu bekliyordu.

“Günaydın.”

Gülümsedi Doğu.

“Günaydın.”

“Otobüsüm bir saat sonra.”

Başından aşağı dökülen kaynar su, gülümsemesini de yıkadı akarken.

“Gitmek zorundayım. Beni bekliyorlar.”

“Irmak…”

“Şş” diyerek parmağını Doğu’nun dudaklarının üzerine kapattı genç kız. “Senden kaçmak istedim. Üzerimdeki lanetli aşktan kurtulmak istedim. Hiç geçmedi. Hiç azalmadı. Hiç bitmedi.”

Başını eğdi.

“Ve hiç istenmedi.”

Uzanıp bardağı komodine koydu, sarıldı kıza. Hemen omzuna nasıl da uymuştu başı. Teni teninde… Bulmacaya doğru yerleştirilmiş yapboz parçası kadar aitti.

Irmak Doğu’ya aitti. Hepsi bu.

“Özür dilerim.”

“Gitmem gerek.”

“Konuşmalıyız.” Öptü. “Öpüşmeliyiz.” Öptü. “Sevişmeliyiz.” Öptü. “Ve geri kalan her şey…”

Baktı. Kabul aradı. Teslimiyet aradı.

“Gitmem gerek.”

Kollarından çıkıp ayağa kalktı.

“Konuşalım. Ama şimdi gitmem gerek. Sonra… Eğer korku geri gelmezse… Konuşuruz.”

Evet. Tabii. Neden güvensindi ki Irmak ona. Biri ne istediğini on beş yaşında bilmişken diğeri bir hafta öncesinde bile nereye kaçacağını bilememişti.

“Irmak.”

Baktı.

Seni seviyorum, diyecekti, “Seninle olmak istiyorum.” dedi.

Ela gözlerde kararsızlık hüküm sürerken Doğu kanının son damlasını bu yolda dökmeye hazır bir asker kadar kararlıydı.

“Gitmeliyim.”

“Öp de git o zaman.”

“Bırakmazsın.”

Sırıttı. “Bırakmam.”

Odadan çıktı, kısa bir duraklamanın ardından dış kapı kapandı.

Kendini yatağa geri bırakıp gözlerini kapattı genç adam. Derin nefeslerle gecenin enerjisinin bedeninde dolaşmasının tadını çıkardı.

Korku geri gelmeyecekti. Korku, annesiyle babası arasındaki aşka imrenirken onlarda gördüğünün ne olduğunu bilememekti. Bunu anlamak için, babasının Doğa’dan ne beklediğini görmesi gerekmişti. İnanmaktı. Sevdiğine, sevgine koşulsuz inanmaktı.

O ikisi hiç vazgeçmemişti. En olmazda gülümsemiş, en çıkmazda kenetlenmişlerdi.

Irmak da vazgeçmemişti.

Irmak… Hayatı boyunca ruhundaydı. Onu yok sayamamış, uzak duramamıştı. Bunun yerine her fırsatta itmiş, üzerine basmış, yürümüş gitmişti.

Ama artık bitmişti. Kaybolmak, oyalanmak bitmişti.

Bugün tüm ayarlamalarını yapıp Antalya’ya gidecekti.

Sonra, gerekirse İtalya’ya.

Gerekirse Amerika’ya.

Gerekirse Japonya’ya.

Irmak nereye giderse oraya.