Vurucu Bölüm 47
[Behçet]
Hayatımızda her şey yanlış olsa bile, doğrunun bir yerlerde hüküm sürdüğünü gösteren insanların varlığı, içimizdeki umudu besliyor olmalı. Onlardan biri bizi yanıltınca, gereğinden fazla kızgınlığımız bundan.
Kaostan farksız hayatında, dost mu düşman mı olduğu belli olmayan bir adamın oğlu olarak, zengin mi fakir mi olduğunu kavrayamadan yirmi dört yılını geçirmişti Alp. Güven sadece bir kelimeydi, içi boştu. Ziya Kalaycı’nın oğlu huzursuz, mutsuz, yalnızdı.
Sonra Süreyya Ural gelmişti bir şövalye gibi. Naz’ın babasıydı. Yok sandığı her şeyin canlı kanıtıydı. Sevgi. İlgi. Fedakârlık. Güven. Sadakat. Dayanak. Korunak. Barınak.
Daha ne olsun?
Birlikte geçirdikleri zaman, ki ona birlikte geçirmek de denmezdi, iki haftaydı. Bu süre içinde Süreyya Ural Alp için bir idol olmuştu. Her şeyi bilen, iyi olanı seçen, yalan söylemeyecek, sırtından vurmayacak tek adam.
Bebeklerinin yaşamı hakkındaki kararı ona bırakmak o yüzden en doğru hareket gelmişti Alp’e. O bir babaydı. Baba olmanın ne demek olduğunu bilen bir baba. Bebekleri onunla güvendeydi. Onların iyiliğini kendisinden fazla düşünürdü. Ve o adam, her zaman doğru neyse onu yapardı.
İşte bu adam, Sapanca’dan döndüğü gün, tıpkı babası gibi kadın bulmayı teklif etmişti ona. “Her hafta” demişti “bir kadınla birlikte olman şartıyla Naz’ın yanında olabilirsin.”
Ve Alp’in o tertemiz figürünü kirletmişti.
Naz? Naz çocuktu. Çocuk kadın. Alp onu burnunu sürte sürte yola getirirdi. Bunu da zevkle yapardı. Ama işin içine Süreyya Ural girdiği an olay sevimli olmaktan çıkmıştı. Başka yollar vardı. Naz’la konuşmak, onu bu ısrarının gereksiz olduğuna ikna etmek, farklı çözümler aramak… Hayır. Süreyya Ural bunların hiç birini denemeden Ziya Kalaycı’nın kötü bir kopyası gibi davranmıştı. O yüzden de şövalyelikten azat edilmişti.
Üç gün sonra, Naz’ın odası artık Alp’in de odasıydı. Şakasını yaptığı çift kişilik yatak gerçek olmuştu. Üst katlardan bir baza bulup aşağı göndermiş, Naz’ın hava geçirgenliği çok yüksek sünger şiltesini de onun tarafına koymayı ihmal etmemişti.
İlk gece Naz’ı yanına yatırmış, üzerini sıkıca örtmüş, öpecekmiş gibi yapıp öpmemişti. “Cezalısın sen, hiç bana heveslenme,” demişti. Naz’ın şaşkın gözleri kıpırdamaya başlamasına rağmen dediğini dinlemeden sırtını dönmüştü. Onun sinirden deli olduğunu bilerek uyuyana kadar da sırıtmıştı.
Naz uyuduktan sonraki saatler Alp ve bebeklerin saatiydi. Gözleri kapanana kadar Naz’ın karnını okşamış, eğilip kulaklarına fısıldamıştı. “Artık bir aileyiz. Hep birlikteyiz.”
Sonraki günler de çok farklı değildi. Beklenti, Naz’ı tetikte tutuyordu. Kulaklarının eskisinden daha iyi duyduğuna bahse girebilirdi Alp. Ve yine o beklenti, Naz’ın beynine alışılmışın dışında sinyaller gönderiyordu.
Yenecekti Alp o beyni. Ne yapıp edecek, hasta olduğunu unutturacaktı. Sonra da bütün hücrelerini tam kapasite çalıştıracaktı.
On gün sonra, Naz’ı havuzda tek başına tutmayı öğrenmişti. Ve o gün, ilk kez otele gitmişti. İki saat sonra döndüğünde kimseyle konuşmamış, Naz’ı alıp havuza inmişti.
Naz bakıyordu. Eve döndüğünden beri Naz Alp’e sadece bakıyordu. Alp ise bakımı dışında onunla hiç ilgilenmiyordu. Kızı kenardaki düzeneğe tamamen sabitledikten sonra biraz geri çekilip “Rahat mısın?” diye sormuştu.
Rahattı. Ayrıca soru çok saçmaydı. Kemer belimi acıtıyor diyecek hali yoktu.
Naz’ın kol ve bacaklarına Burak’ın öğrettiği masajı yaparken, özellikle ilgisiz davranıyor, gözlerine bakmıyordu. Başka zaman olsa milyon kez burnunu öpmüş, dereden tepeden dağdan bayırdan konular açıp onu güldürmeye başlamış olurdu. Güldürmek derken… Güldürmek işte. Ruhen.
“Ezgi idi adı.” dedikten sonra bıraktı masajı. Griler gri-mavilere kilitlendi. “Kumral. Kahverengi gözleri vardı. Balıketi. Tam sevdiğim.”
Gülümsedi. “Çok hevesliydi. Ne yaparsın, yakışıklı yüzümün böyle etkisi oluyor işte kadınlar üzerinde. Çiftleşmeye uygun buluyorlar beni.”
Ukalaydı.
“Deneyimli kadınları seviyorum. Hele kocaman göğüslüleri.” Düşündü biraz. “Babana, kadının ekstrayı hak ettiğini söylemeliyiz. Tam üç kez getirdi beni.”
Naz’ın ağzına takıldı sonra gözleri. “Komik mi buldun?”
Gözleri ile ağzı arasında gidip geldi.
‘Yalancı.’
“Kimmiş yalancı?”
‘Sen. Dokunmadın değil mi kadına?’
“Nereden çıkardın?”
‘Öyle işte.’
“Dokundum. Dediğim gibi, Esra ile tam üç kez birlikte oldum.”
Yaklaşıp bedenini Naz’ınkine yasladı. Yüzleri birbirine dokunmak üzereydi.
‘Ezgi.’
“Efendim?”
Kıpırtı gelmedi. Alp hastaneden bu yana çok öpmüştü Naz’ı. Yanağından, burnundan, dudağından… Ama bu farklı olacaktı. Fırtına gözlerinden belliydi. Renginden…
Yaklaştı. Dudaklarını onunkine sürtüp oynaştı. Diliyle sataştı. Yakalayıp bırakmadı. Isırıp içine çekti. Bıraktı yine çekti. Sataştı. Oynadı. Sürttü bıraktı. Kurudukça ıslattı. Islandıkça kuruttu.
Geri çekildiğinde Naz’ın gözleri kapalıydı.
“Aç gözlerini.”
Çok uzun bir süre kızın dumanlı gözlerinin içinde cevaplar aradı.
“Naz, gözlerin aynı oteldeki gibi bakıyor. Seni öptüğüm zamanki gibi.”
Öyleydi. Aynı öyle görünüyordu zaten.
“Hissettin mi beni?”
‘Bilmiyorum.’
“Gözlerin neden kapalıydı?”
‘Bilmiyorum.’
“Güzel miydi?”
‘Çok.’
“Naz sen bana kafayı yedirteceksin.”
Ve Alp onu yine öptü.
Sonraki günlerde Alp onu pek çok kez öptü. Her seferinde buğulanan gözlerinde aşk gördü.
Öpücükler yayılmaya, dokunuşlar çoğalmaya, giysiler çıkarılmaya başladı. Naz’ın gözlerindeki buğunun, nefesindeki sıklaşmanın açıklaması yoktu. Hissedip hissetmediğini sorduğunda cevap değişmiyordu.
‘Bilmiyorum.’
“Adı Leyla idi.”
“Upuzun bacakları vardı.”
“Sevtap’tı.”
“Kısa siyah saçlı.”
“Mehtap.”
“Saçları sarı.”
“Hissediyor musun?”
‘Bilmiyorum.’
“Bacakları kısa.”
“Şaşıydı.”
‘Bilmiyorum.’
“Sağ ayağında altı parmak vardı.”
“Ezel.”
“Sezen.”
“Mithat.”
“Behçet.”
‘Madem bir şey yapmıyorsun, neden gitmeye devam ediyorsun?’
“Senin bu uygunsuz isteğini senin için cezaya dönüştürüyorum. Bugüne kadar yapmamış olmam yarın yapmayacağım anlamına gelmez. Beni hoş tut. Beni elinde tutmak için bütün cazibeni kullan. Belki o zaman gözüm onlara kaymaz.”
‘Şapşal.’
“Şş kocaya şapşal denmez.”
“Necdet.”
“Göğüsleri Sedef kadar vardı.”
‘Bilmiyorum.’
“Ne bakıyorsun? Bebeklerimi öpüyorum. Onların da benim şefkatime ihtiyaçları var.”
“Buradan da şefkat gösteriyorum.”
“Buradan da.”
“Çok şefkat var içimde. Öp öp bitiremedim.”
“Oğlan buradaymış. Burayı öpmemi o söyledi.”
“Kız buraya saklanmış. Mecbur burayı da öpeceğim artık.”
“Güzel mi?”
‘Çok.’
“Sadece gözlerin bile zevk aldığını söylüyor Naz.”
‘Alıyorum.’
“Elim nerede?”
‘Bilmiyorum’
“Naz ben… duramayacağım.”
‘Durma.’
“Naz… Naz ben… Naz!”
“Lanet olsun.”
“Hey, neden ağlıyorsun?”
‘Ben çok mutluyum.’
“Bense çok utandım.”
‘Sakın! Sakın! Daha çok yapmanı istiyorum. Bana her dokunduğunda boşalmanı istiyorum. Lütfen. Ben… Sana elimde ne kaldıysa hepsini verebilmek istiyorum. Al onları. Bırakma bende.’
“Ah Naz… Seni nasıl sevdiğimi bir bilebilseydin.”
‘Şapşal.’
“Kocaya şapşal denmez.”
‘Şapşal.’
“Uyu hadi.”
‘O son şeyi de yapar mısın bana?’
“Hangi son şeyi?”
‘Hani havuzda yapamadığımızı.’
“Naz, ben şimdi bunu doktora nasıl sorarım? Sapık diye hapse atarlar beni!”
‘Sorma. Yap.’
“Naz, bebekler…”
‘Bir şey olmaz. Yap. Lütfen.’
“Neden istiyorsun bunu?”
‘Açıklayamam. Ben… Dokunuşları hissetmiyorum ama zevki hissediyorum. Yani… Beynim sevişiyor ama bedenimin bundan haberi yok. O kadar. Ve ben, zevk alıyorum. Gerçekten. O havuzdakine yakın.’
“Ben de nerede okuduğumu bilmiyorum ama onda da beden zevk alıyordu, beynin haberi yoktu. Kadın ıslanıyor, dudaklar şişiyor falan ama kadın öyle mal gibi yatıyor çünkü bedende olan bu değişikliklerin beyinde karşılığı yok, zevk aldığını algılayamıyor.”
‘Benimki daha iyi. Hadi, nasıl yapacağız?’
“Aşkım, bebeklere bir şey olur diye korkuyorum. Lütfen. Bak ben bu korkuyla aletimi kaldıramam. Üzerinde travma yaratacaksın, varımızı yoğumuzu tamamen kaybedeceğiz sonra.”
“Aşkım?”
“Naz?”
“Dinle beni. Bebekler doğana kadar seni ya da onları incitecek bir şey yapamam ben. Ama doğsunlar… Söz bir saniye bile boş bırakmayacağım seni. Tamam mı bebeğim?”
“Naz?”
“Ulan düştüğüm duruma bak amına koyayım!”
“Melis.”
“Taş gibi.”
“Neslihan.”
“Yaşı biraz büyüktü ama çok ateşliydi.”
“Azra.”
“Bonus kafa.”
“Biz neden bebeklere isim düşünmüyoruz?”
‘Erken daha.’
“Olsun. Hadi isim düşünelim.”
‘Kıza Nesrin’den Azra’ya kadar, oğlana da Mithat’tan Necdet’e kadar geniş bir isim yelpazemiz var. En çok beğendiklerini koy gitsin!’
“Literatüre asrın sapığı diye kaydettirecek o göt herif beni. Gördün değil mi bakışlarını?”
‘Abartma.’
“İki adım uzaklaştı benden Naz. Karımla ilişkiye girebilir miyiz dediğim an iki adım uzaklaştı!”
‘Sen benim havamı düşünsene. Bu durumumda bile kocam sabırsız.’
“Bak, alamadık da izni. Boşuna adımı çıkardın.”
‘Teşekkür ederim.’
“Neden aşkım?”
‘Bebeklerimizi koruduğun için.’
“Gel buraya. Sen ve o iki yumurcak benim her şeyimsiniz. Anladın mı?”
‘Seni seviyorum.’
Alp de seviyordu. Hem de çok. Onun tümüyle iyileşmesinin mümkün olmadığını biliyordu. Ama hayatının kalitesini artıracak her olasılığı zorluyordu.
Naz da onun kadar çabalamış olsa, belki biraz daha ileri seviyeye ulaşabilirdi. Ama onun trendi ilk başta hızlı seyretmiş, sonra yavaşlamıştı. Başını çevirebiliyor, yutkunabiliyor, yemek yiyebiliyor ama konuşamıyordu. Bebekleri sağ salim dünyaya getirmekten başka hiçbir amacı yokmuş gibi davranıyordu.
Bebekler turp gibi doğunca, bu sefer psikolojik olarak koyduğu engellerle gelişme yollarını kendi tıkamıştı. O dönemde Alp mücadeleyi sahip olunan yetilerin kaybolmaması için vermişti.
Naz’ın bunu kendine neden yaptığını bilmiyor ama inatla pes etmiyordu. Sonra bir gün, bir yerlerde bir kilit açılmış gibi Naz’ın sol yanına his gelmişti. Çılgın bir gündü o. Hepsi için. Her şeye yeniden başlanmıştı. Tahliller, konsültasyonlar, araştırmalar, ilaçlar, hatta bebeklerin göbek kordonundan alınıp saklanan kök hücreler…
Yirmi beş yıl… Artık Naz tuvalet ihtiyacını kontrol edebiliyordu ve bu onu bambaşka bir insana dönüştürmüştü. Kendine saygısıyla birlikte güvenini de kazanmıştı. Hala hayatını bir yardımcı eşliğinde sürdürüyordu. Ama o, çocukları için muhteşem bir anne olmayı başarmıştı. Onlarla koşup oynayamasa bile her ihtiyaçlarında yanlarındaydı. Galiba biraz da onlarla büyümüş, olgunlaşmıştı.
Gerçi Alp’e sorulsa Naz hala on sekiz yaşında ve hala bir çocuktu. Alp otele hala gidiyordu. Çünkü bu Naz’ı tetikte tutuyordu. Ve bir şekilde, Alp’in başka bir kadını istemediğine ikna oluyordu. Çocukluktu, yine de Alp bunu tartışmıyordu.
Hiç bu kadar önemsiz bir konu değildi oysa ilk başta. İlk gittiği gün resepsiyondaki görevliyi dövmüştü. Sonra komiyi. Odaya giren kadına da tam on dakika boyunca bağırmıştı. Tek kişilik koltuğu göstermiş, zaman dolana kadar yerinden kalkarsa odadan canlı çıkamayacağına onu inandırmıştı.
Kadını bulan Reha’ydı. Şaka gibi. Süreyya pası utana sıkıla ona atmıştı. Alp bunu keşfettiğinde, katıla katıla gülmüşlerdi. Hem içlerinde uyanan dejavu hissinden, hem sinirleri bozulduğundan… O günden sonra klasik oyunlarına başlamışlardı. Eskiden kumarhanede Ziya’ya sergilenen sahneler şimdi Süreyya için hazırlanıyordu. Aynı kadın asla iki kere gelmiyordu. Hepsi baştan tembihleniyordu. Yanlarına dergilerini, örgülerini alıyor, odadaki adama gözleri dahi ilişse para alamayacaklarını bilerek bir iki saat duvara dönük oturuyorlardı.
Sadece bir kez biri uymamıştı bu kurala. Gerçekten güzeldi. Biraz da buna güvenerek zengin adama yanaşmayı aklına koymuştu.
Alp elindeki dosyadan başını kaldırıp kadının burnuna dayadığı göğüslerine anlamaya çalışarak bakmıştı. Oysa her şey tanıdıktı. Kendini okşayan, sömürülmeye hazır, onore edilmekten çok bedel peşinde koşan bir beden… O çirkin kokudan bir anda içi bulanmıştı. Seks kokusu. Kadının bacaklarının arasına dokunan elinden geliyordu ve odadaki tüm oksijeni kirletiyordu.
Dosya bir yana, koltuk bir yana fırlamış, kadın duvara yapışmış, Alp tuvalete zor yetişmişti. Dakikalar boyu o kokudan arınamamış, en sonunda kapıyı kilitleyip kendini duşa atmıştı. Öğürtüleri sakinleşene kadar da akan suyun altından ayrılmamıştı.
Odaya döndüğünde orada olmaması, kadını Alp’in yakın zamanlı öfkesinden kurtarmışsa bile, gazabından kurtaramamıştı. İstanbul o kadın için artık dardı. Reha’nın elinin ulaşacağı hiçbir yerde onu barındırmazlardı. Belki de Ziya Kalaycı’nın yanında çalışmış olmanın Reha için tek getirisi bu olmuştu. Tanınıyordu.
Böyle bir sahne bir daha asla yaşanmamıştı. Artık tutulan oda süitti. Aradaki kapı kilitliydi. Yine de… Alp her seferinde kirleniyordu.
Bu oyunu oynamak bir zorunluluk değildi oysa. Ne Süreyya Bey peşini kovalıyor, ne Naz diretiyordu. Yine de üzerine konuşmadıkları için ikisi de diğerinin düşüncesini bilmiyordu.
Bunu onlara karşı artık Alp kullanıyordu. Naz’ın eve döndüğünde gözlerine bakıp ‘Hala benimsin.’ demesi… Kadınca gülümsemesi… Onlarla tehdit edildiğinde metelik bile vermemesi… Mükemmeldi. Evin dışındaki her dişinin aralarındaki oyuna malzeme olması Naz için onları bir tehdit olmaktan çıkarmış, kendine güvenini sapasağlam ayakta tutmuştu. Varsın Alp haftanın bir günü işini bir iki saat şirketteki odası yerine bir otelde sürdürsündü. Naz’ı gülümsetecekse buna değerdi.
Doğa? O da artık bir zahmet büyüyecekti.