Vurucu Bölüm 46
[Bonsai sanatçısı]
Bonsai’nin cennet ve yeryüzü, insan ve doğa arasındaki uyumun bir yansıması olduğuna inanılır Uzak Doğu’da. Özünde yaşama saygı vardır. Bir Bonsai sanatçısı da özenle seçtiği ağaç dallarını budayarak ve ilgiyle yetiştirerek ona minyatür bir ağaç görünümü kazandırır. Sağdan budandığında sola, soldan budandığında sağa, üstten budandığında ene doğru büyür ağaç. Yıllar sonunda ortaya çıkan eser ise sanatkârın ruhunun yansımasıdır.
Alp Kalaycı’nın eşsiz bir Bonsai sanatkârı olduğunu düşünürdü Süreyya. Cenneti, elleriyle şekillendirdiği eserinde yaratan bir sanatkâr… Tam yirmi beş yıldır Naz’a her gün aynı şevk ve heyecanla yaklaşan, ona aile bireylerinin de dâhil olduğu olağanüstü bir yaşam alanı sunan akıllara zarar bir adam.
Şu an o yirmi beş yılı çocuklarına anlatırken kimseyi üzmemek için ip üstündeki bir cambaz gibi davranmaya çalışması Süreyya’nın kalbini ağrıtıyordu. Pek çok detayı sırf kendisi odada diye diye atladığına emindi. Bunu, kendi şahit olduklarından bazılarının çocuklar anneleri hakkında yanlış düşünmesin diye anlatılmamasından anlayabiliyordu.
“Neden evlenmediniz?” diye sormuştu Doğa. Bu konuyu hiç konuşmamış olsalar da aslında canını yaktığı sesinin tonundan belliydi.
“Ben evliliğe inanmıyorum Doğa. Annenle ikimizin eş olmak için tanımadığımız insanların imzalarına ihtiyacımız yoktu.”
“Aldatmış da sayılmıyorsun tabii bu durumda.”
Alay ediyordu. Babasının gözlerine bakıyor, oradaki acıyı görmüyordu.
Babasının ne kadar sinirlenmiş olduğunu Doğa anlamıyorsa da Doğu belki de erkeksi bir içgüdüyle gerilmeye başlamıştı. Babalarının üzerine bu kadar gelinmesi yanlıştı. Doğa’nın tavırları karşısında sakin duruyor olması, onun içten içe kaynamadığı anlamına gelmezdi.
“Naz beni görmeyi başaran ilk insandı. ‘İkincisi de kızım’ diyebilmeyi ne çok isterdim.”
Kendi kendine mırıldanan adamı duyduğunda dudaklarının arasından neredeyse fırlayacak olan özür cümlesini zorlukla bastırdı Süreyya. Adam bu kadar üzerine gelinmesine rağmen hala Naz’ı koruyordu. Tek bir cümleyle şimşekleri kendi üzerinden çekip Süreyya’ya gönderebilirdi oysa. ‘Dedeniz şart koştu.’ diyebilirdi. ‘Annenizin yanında kalma hakkını böyle elde ettim.’
Çok kırmışlardı onu yıllar önce. Naz ve kendisi, bu adam kadar duyarlı olmayı başaramamışlardı. O gün çalışma odasında Süreyya ve Alp’in araları onarılamayacak şekilde bozulmuştu. Çünkü evin kapısını çarpıp gittikten sonra zibidisi bir daha hiç çıkmamıştı ortaya.
“Paranın hepiniz için çok kıymetli olduğunu anladım,” demişti birkaç gün sonra döndüğünde. “Benim babam, sen…” Boka bakar gibiydi gözleri. “Sizin olsun paranız. Tek bir kuruşunuzu istemiyorum. Dediklerinizi yapacağım. Biz Naz ile konuştuk, anlaştık. Senin yanında çalışacağım Süreyya Ural. Ve hak ettiğim maaşı alacağım.”
Sonra, iyice kararmıştı grileri. “Ama ne karımı ne çocuklarımı uzak tutabilirsin benden.”
Çok tehditkârdı. Çok düşman. “Evli olup olmamak umurumda değil. Altıma giren evli kadın sayısını bilseydin, bir cüzdanın umurumda olmayacağını da bilirdin. Ama benim yerim Naz’ın yanı. O evin alt katı Naz, bebekler ve bana ait olacak. Girmeden önce kapıyı çalmanı öneririm.”
Karşı çıkmak kolaydı. Alp’i kovmak. Bir daha evden içeri bile sokmamak. Yapmamıştı yine de Süreyya. Oğlanın yaralı bir hayvan gibi köşeye sıkıştığını bilmişti.
“Ha bir de… aletimi kime sokacağımı bulma işini size bırakıyorum. Eminim bunu da becerirsiniz.”
Sonra da çekip gitmişti evden yeniden.
Kızının yanına indiğinde yıkıktı. Hayatında kimsenin cüret edemeyeceği bir hakareti sineye çekmek zorunda kalmıştı. Hem de… hak ettiğini bile bile.
“Naz,” demişti. “Tekrar düşün. Bebekleri doğurmamak ve Alp’i bir daha görmemek gibi bir seçeneğin hala var.”
Ses seda yoktu.
“Ondan beklediğin şey hiç adil değil kızım.”
Yine cevap vermeyecek sanmıştı Süreyya. Ama sonra kıpırdamıştı Naz.
‘Kabul etmez sandım.’
“Ah Naz’ım, ah kızım… Henüz farkında değilsin ama sen kaldıramazsın bunu. Bırak konuşayım onunla. Vazgeçtiğini söyleyeyim. O da yoluna devam etsin.”
Çok uzun susmuştu Naz. Sonra… ‘Verdiği hediyeden vazgeçemem.’ demişti.
‘Ona karşı çıkma baba. Lütfen.’
Hediyenin ne olduğunu sorsa da cevap alamayacağını anlamıştı. Naz’ı da esas o gün kaybetmişti. Aynı evde yaşamalarına rağmen, Naz’ın söz sahibi Alp Kalaycı olmuştu.
“İkincisi de oğlum de o zaman baba. Çünkü ben senin annemi üzecek bir şey yapabileceğine hiç inanmadım. Bugüne kadar annemin yanından bir saniye olsun ayrılmak senin tercihin olmadı hiç.”
Doğu’nun araya girişine Doğa sinir olmuş olabilirdi ama oğlanın ne kadar içten konuştuğu sesinin tonundan bile belliydi. Alp oğlunu cılız bir gülümseme ile ödüllendirdi. Fazlasına gücü yoktu.
Cümlenin gerçeği ne denli yansıttığını ise Süreyya’dan iyi kimse bilemezdi. Alp eve yerleştiği ilk günden itibaren Naz ile ilgili her şeye dâhil olmuştu. Her şeye. Sondasını takıp çıkarmaya ve tuvalet temizliğine kadar… Naz’a bunu kabul ettirmek için günlerle uğraşması gerekmişti. Gece konuşmuş, gündüz konuşmuş, uyurken ya da uyanıkken konuşmuş ama sonunda Naz’a pes ettirmişti.
Artık kendisine bambaşka bir saygıyla bakan Burak’tan Naz’ın ihtiyaçları ile ilgili özel eğitim almıştı. Bütün seanslarında yanında durup her şeyi not etmişti. Burak anlatmış, o dinlemişti. Verdiği kitapları okumuş, yine notlar tutmuştu. Yavaş yavaş Burak egzersizleri Alp’e yaptırmaya başladığında, Naz da daha gönülden çabalar olmuştu.
Burak’la birlikte yeni gelişmeleri de takip etmişti Alp. Alternatif tedavileri araştırmış, yeni çıkan teknolojileri hayatlarına uyarlamıştı. Böylece çok sevdikleri fizyoterapistleri ayrılıp yerine başka birileri geldiğinde bile ipleri hep elinde tutmayı başarmıştı.
Alp Naz’ı her gün en az bir kez evden çıkarıyordu. Bagajda iki şezlong ve bir masa ile Alfie hep hazır oluyordu. Arabaya yaptırdığı özel aparatlarla Naz’ın bedenini ve başını koltuğa sabitliyor, birkaç saat ortadan kayboluyorlardı.
Bebekler doğduğunda, onları da bu gezilere dâhil etmeye başlamışlardı. Naz Alfie’de olacaksa Alp onu sandalyeye, bebekleri de annelerine bağlıyor, hepsine aynı dikkatle sahip çıkmayı başarıyordu. Çocuklar büyüdükçe, Alfie’yi itmeye gönüllü olmuşlardı. Parklar… Salıncaklar… Kaydıraklar… Böylelikle Naz çoğu etkinliklerinde çocuklarının yanında olma şansına sahip olmuştu.
“Üçüncüsü de Reha amcam olduğuna göre biz seninle sıralamaya hiç girememiş oluyoruz büyükbaba.”
Düşünceleri Doğa’nın alaycı sesiyle kesildi. Ah kerata. Reha’nın babasının hayatındaki yerini kim tartışabilirdi ki? Yıllar boyu Alp’in yanına Naz dışında yaklaşabilen tek kişiydi o. İkisi çocukluklarından beri çok iyi bir iş çıkarmış, iş hayatında da aynı uyumu devam ettirmeyi başarmışlardı.
İşe başlamalarından itibaren Alp fabrikaya giderek üretim sürecini öğrenmiş; Reha ise lojistiğe yoğunlaşmıştı. Yıllar içinde işleyişin neredeyse tümüne hâkim olmuşlardı. Şirkete katkıları asla tartışılmazdı. Alp, bir ekonomi dergisinde İsviçre’deki bir çikolata fabrikasının üretim teknikleri üzerine bir yazı okumuş, Pindux teknolojisinin köhne kaldığını düşünerek bunu Aron Kohen ile paylaşmıştı. Aron da onu sektörde üretim yapan fabrikaları gezmek üzere Amerika’ya davet etmişti.
Süreyya arkalarından kaygıyla bakarken, Naz ve çocuklarla çıkmıştı Alp o yolculuğa. Kızının mutluluğu onlar dönene kadar gözlerinden gitmemişti. Ve bir ayda onları deli gibi özlemişti. Döndüğünde, üretimi artırmak için fabrikada kullanılan teknolojiyi değiştirmeyi önermiş, Süreyya da buna sıcak bakmıştı. Alp, çok yüksek finansman gerektiren iş için iki yıllık bir proje hazırlamış, değişimi parça parça yaparak yaratılan ek karla dönüşümü finanse etmeyi başarmıştı.
Reha da bu sırada ürünün temizleme aşamasında çok fazla fire verildiğini tespit etmişti. Depolar nem alıyor, bu da ürünün kalitesini düşürüyordu. Nakliye zincirinde yaptığı bir değişiklikle ürünün bir kısmının depolanmadan hemen fabrikalara gönderilmesini sağlamış, elde ettiği verim artışıyla da depolama alanlarını yenilemişti.
Yepyeni bir yüzyıla girmeden önce Pindux’un sektördeki payında meydana gelen o ciddi sıçrama, bu iki canavarın eseriydi.
Doğu’ya ilişti Süreyya’nın gözleri. O da babası gibi canavardı. Sezgileri çok kuvvetliydi. Doğa annesinin kızıyken, Doğu da babasının ayak izlerini takip ediyordu. Şu anda da kardeşi ile el ele oturuyor olmasına rağmen, ruhen babasına destek olduğu anlaşılıyordu.
“Zehrini bize bulaştırmasını istemediğin adam. O da mı görmedi seni baba?”
Doğu’nun durmaksızın çalışan beyni yaşadıklarıyla duyduklarını örtüştürmeye çalışıyor olmalıydı. Şu an da, o dedeyi de çok merak ettiği belliydi.
“Bir insan doğumda karısı öldü diye suçu çocuğuna yükler mi ya? Nasıl bir adamsa artık…”
Doğa’nın kendi kendine yaptığı bu yorum, odadaki üç adamın birbirine bakmasına neden oldu. Alp ve Reha’nın gözleri farklı şeyler paylaştı, Reha ve Süreyya’nın gözleri farklı.
Yirmi beş yıl boyunca ailesi ile ilgili bilgileri ondan uzak tutmayı başarmışlardı. Ne yangından, ne CD’lerden haberi olmamıştı. Ve Reha da çantayı Süreyya Bey’e verdikten sonrasını hiç bilmemişti. Onlar için Ziya Kalaycı hastane ziyaretinde bitmişti. Sonrası Süreyya’da idi. Sadece onda.
Planlanan tarihte, yani yılın son gününde çiftliğe giriş yapmıştı Ziya Kalaycı. Yaptırdığı analizde kendisine verilen karışımın kabızlığa iyi gelen kuru kayısı, incir, erik, keten tohumu ve zeytinyağı olduğu ortaya çıkınca, içi iyice rahatlamıştı.
Boynundaki metal kolyenin içine gizlenen cıvayı solumak durumunu kötüleştirdiğinden, sonraki haftayı yatarak geçirmişti zaten. Ne kimseyle konuşmuş, ne araştırmayla uğraşmıştı. Hala içini huzursuz eden bir şey vardı ama bunu ne olduğunu da bulamamıştı.
Gönen’de arabasını görevliye bırakıp da odasına giderken buldu rahatsızlığının sebebini. İmzaladığı kâğıtlara okuyup anladığını yazmasını söylemişlerdi. Noter onaylı ibaresini hatırlıyordu ilk sayfada ama okudum anladım yazmak… Doktoru görür görmez ilk iş bunu soracaktı. Şimdi biraz uzanmak istiyordu. Yol onu yormuştu.
Yattığı şiltenin içinde de cıva olduğunu bilmiyordu ne yazık ki. Solunum yoluyla bedenine giren cıva, Parkinson hastalığını ağırlaştıran nedenler arasında oldukça üst sıralardaydı. Birkaç gün içinde Ziya Kalaycı dengesini sağlayamadığı için banyoda düştü. Düşerken, bataryanın yüzünde iz yapmasına engel olmak için başını yana çevirdi. Böylece kulak bölgesine aldığı darbe sırasında kırılan bir kemik siniri kesti. Yüz felci. Ziya Kalaycı’nın yüzü artık o kadar da güzel değildi. O sadece ufak bir düşme yaşadığını sanırken, yarısı aşağı kaymış bir yüze sahipti.
Doktor artık gelip önce yüzüne baksın, sonra da tedaviye başlasın istemişti. Kimse gelmemişti. Ters bir şeyler olduğu hissi artık bastırılamaz şekilde yüzeye çıktığında, korku ile tanışmıştı. Buradan çıkmak zorundaydı. Ama artık her yanı titriyor, dengesini sağlayamıyordu. Odaya o uyurken bırakılan yemekleri üzerine dökmeden yiyemiyordu. Kapılar kilitli olmasa da dışarı çıkamıyordu.
Sonra… ziyaretler başlamıştı. Gözlerini kin bürümüş insanlar… Arka arkaya. Tanıyordu onları. Hepsini hatırlıyordu. Avlarının hakkında araştırma yaparken hazırlattığı dosyalarda fotoğrafları vardı. Ve… bazıları da… avlamıştı onları. Biliyordu. Gözlerini hatırlıyordu. Şimdi korku yerine kin dolu olan gözlerini…
Onların Kalaycı’ya ne yaptığını Süreyya bilmiyordu. Çünkü bunları kendisine anlatan Akif de bilmiyordu. Her gün listedeki bir isim o odaya giriyordu. İçeride ne yaşandığını kimse bilmiyordu. Artık o günkünün canı ne isterse… Odada ne kamera kaydı vardı, ne denetim. Kızları, oğulları, karıları, ablaları Ziya’nın elindeyken kimse ona yapmayın etmeyin dememişti. O halde onlara da denmesi adil olmazdı. Öldürmek haricinde, Ziya onlarındı. Ne isterlerse… Nasıl isterlerse… Ne kadar isterlerse… Onlarındı.
Ziya’nın malları ilk imzalı evraktan sonra sahte imzalarla aralarındaki avukata devredilmişti. O da bunları Alp Kalaycı’nın üzerine geçirdi. Tüm devirlerde kapı gibi noter onayı vardı. Soran olsa, yanımda imzaladı, eli çok titriyordu diyebilecekti, olmadı.
Ziya Kalaycı bir anda yeryüzünden siliniverdi. O gün onun nerede olduğunu merak eden olmamıştı; bugün de bir çiftlikte kendi pisliği içinde nefes almaya çalışan yetmiş yaşındaki adamın kim olduğunu merak eden yoktu.
Yüreğinde azıcık bile olsa suçluluk duygusu barınmaması bazen Süreyya’nın kendini kötü hissetmesine neden olmuyor değildi. Ama Nermin ve Semra Kırcı’nın görüntülerini hatırlamak, üstelik üzerinden 24 yıl geçmesine ve aynı suçu defalarca işlemiş olmasına rağmen tek bir dava bile açılmamış olduğunu bilmek, onu Kalaycı’ya vicdanlarda yer olmadığına ikna ediyordu. Serbest olsa, sadece kızı ve torunları değil, sayılamayacak kadar çok aile tehlikede olacaktı. O halde… Dava kapanmıştı.
Bebeklerin doğumundan sonraki yıl Alp Kalaycı’ya annesinden miras kaldığı bilgisini vermek üzere şirkete bir avukat gelmişti. Alp bunun altında ilk olarak Süreyya Ural’ın parmağını aramıştı. Hışımla onun odasına gittiğinde, avukatla ikisi birbirlerini hiç görmediklerini defalarca söylemek zorunda kalmışlardı.
O zaman, bu işin altında babasının olmasından kuşkulanmıştı Alp. Hastanedeki karşılaşmalarından bu yana ondan hiç haber almamıştı. Bir ara otelin ve sahip olduğu mülklerin satıldığını duymuş, bununla da hiç ilgilenmemişti.
Bu konu konuşulurken avukatın yüzünde beliren fare yutmuş kedi ifadesini Süreyya kaçırmamıştı. Artık arkadaşları olan insanlarla gurur duymuştu. Kalaycı servetini son çöpüne kadar onun oğluna aktarmak ekiptekilerin fikriydi. Hala adalete önem verdiklerini görmek Süreyya’nın ruhuna iyi gelmişti.
O gün, dosyayı inceleme gereği bile duymadan vekâlet verip üzerinde bulunan ne varsa çocukların üzerine yapılmasını söyleyen zibidisi ile de gurur duymuştu. Keşke bunu ona söyleyebilseydi…
Aslında bir yolunu bulmuştu. Takdirini, güvenini, gururunu ifade edebilmek için altı yıl sonra Alp’i genel müdür, Reha’yı da genel müdür yardımcısı yaptığında, ona şirketten hisse vermek istemişti. Alp’in tepkisi çok sert olmuş ve Süreyya hiçbir zaman bağışlanmayacağını anlayıp kahrolmuştu.
Doğa da şu an çok tehlikeli sularda yüzüyordu. Babasına karşı asla geçmediği saygı sınırını bugün zorluyordu. Alp… sanki şu an fazlasıyla sakin davranıyordu.
“Tanımadığın bir insan hakkında fikir yürütmemelisin bence Doğa. Babamı tanımıyorsun.”
Bu yüzden de çok şanslı olduğunu eklemedi elbette. Onun yerine, “Görünen o ki, aynı evde yaşadığın kendi babanı da tanımıyorsun.” dedi.
“Haklısın gerçekten de. Her hafta bir otelde âlem yapan babamı tanıyamamışım ben.”
Yine o kırıklık vardı Alp’in yüzünde. Sanki yıllar öncesi bu evde yeniden yaşanıyordu.
“Ama annemi tanırım. Ona neyi layık gördüğünü de gayet iyi anladım.”
O zaman Süreyya görememişti açılan o derin yarayı, şimdi Doğa görmüyordu.
“Gerçekten mi? Anladığını bana da anlatsana.”
Belki yalnız olsalar daha bile fevri olabilirdi Doğa. Büyükbabasının ve amcasının karışmaması aklını bulandırıyordu. Kendini ihanete uğramış hissediyordu. Daha da ötesi, sanki hepsi bir olmuş, annesine ihanet ediyordu.
“Bunu konuşmak istemiyorum. Umursamıyorum da. Ama annemi umursuyorum. Bir kadının böyle bir durumda ne hissedeceğini biliyorum.”
Çenesi kasıldı babasının. Gözlerinin rengi sanki bir ton koyuldu.
“Bir kadının evet. Gözleri dışında hiçbir uzvunu kullanamayacağı söylenen on sekiz yaşında bir kızın… hayır.”
“Tamam, engelli bir kadının ne hissedeceğini diyelim.”
Elini hızla yanındaki masaya vurdu adam. Şangırdayan camlar, devrilen biblolar…
“Engelli, rahat koltuğunda oturup da senin annenin yaşadığı şeyin ne olduğunu anlayabildiğini zanneden insandır Doğa. Çık artık mükemmel sandığın o acınası fanustan! Büyüdün! Çocuk değilsin!”
Doğanın solan yüzüne dikilmiş gözleri hiç yumuşamadı.
“Annen, bir kadın değil!”
Ne?
“Annen, onu yok saymaya çok hevesli bir dünyada, yattığı bir metrekarelik yatakta var olma savaşı veren bir kadın. Bu onu senden farklı yapıyor. Bu onu benim için hepinizden üstün yapıyor. Neden biliyor musun? Benim yüzümden oraya tıkıldı ve hala celladını sevmeye devam edebiliyor.”
Artık babasının yüzünün güzel olduğunu iddia edemeyecekti Doğa. O… değişmişti. O… başa çıkamayacağı şeyler söylüyordu. O…
“Demek sen bir kadınsın.”
Ayağa kalktı. Yıllar sanki yırtılarak üzerinden düştü ve içinden o güne dek rastlamadıkları bir deli-kanlı çıktı.
“Benim annenden başka bir kadının yanında olduğumu öğrenmek sinirlendirdi mi seni?”
Alaycıydı. Aşağılayıcı. Değer biçiyordu.
“Hayal kırıklığına mı uğradın?”
Ağır adımlarla ikizlerin oturduğu koltuğa yürüdü.
“Annen de sinirlenir mi sence?”
Koltukta biraz geri giderek babasından esen o yabancı rüzgârdan uzaklaşmak isteyen kız, yardım aramak için gözlerini diğerlerine çevirmeyi bile başaramadı.
“Ne düşünür? Bana yetemediğini mi?”
Tokat atsaydı da aynı şekilde irkilirdi Doğa.
“Başka bir kadına dokunduğumu görmektense bensiz bir hayatı mı tercih eder? Ha? Ne tercih eder?”
Bacaklarının dibine kadar gelip durdu. Elini koltuğun sırtlığına koyup kızının üzerine eğildi. Doğa, sanki bir işe yararmış gibi Doğu’nun eline daha da yapıştı.
“Evden gitmemi ister belki, ne dersin?”
Ne zamandır ağlıyordu? Babası neredeydi?
“Ben gittikten bir süre sonra bunu atlatıp hayatına devam mı eder? Belki yeni biri ha? Yeni bir ilişki? Ne diyorsun Doğa? Sen böyle mi yaparsın?”
Kimdi bu adam?
“Baba! Ne diyorsun sen?”
Tam kulağının dibinde bir bomba patladı.
“Ne mi diyorum! Ben başka bir tene dokunduğum gün annen ölür diyorum! Anladın mı beni!”
Aynı anda Doğa da çığlık atmaya başlamıştı çoktan. Başını ellerinin arasına saklamış, gözlerini kapatmıştı. Gök gürültüsünden korktuğu zamanlardaki gibi… Doğu’nun kolları kendisine sarıldığında bile çığlığını sonlandıramadı.
Dakikalar boyu ikizinin kolları arasında içindeki korkunun yatışmasını bekledi. Burnu aktı, koluna sildi. Nefesini düzenledi. Çekinerek başını kaldırdığında, odada Doğu, Reha ve büyükbabadan başka kimseyi göremedi.
“Baba?”
Gitmişti. “Doğu! Ne yaptım ben?”