Vurucu Bölüm 42

Vurucu Bölüm 42

[Alfie]

Birini sevmek, onu mutlu edebilmek anlamına gelseydi eğer, dünya bambaşka bir yer olurdu. Kızının mutluluğuna kendisini adamış olan Süreyya Ural, Naz’ı hemen hemen hiç tanımayan yirmi dört yaşında genç bir adamın bu konuda kendisinden daha başarılı olduğunu gördükçe buruluyordu. Ama nedenini anlıyordu da. O ikisi aynı neslin ruhunu taşıyor, aynı dili konuşuyorlardı.

‘Bu mu yani?’

Hayır. İkisi bundan fazlaydı. Onlar…

Onlar Yin ve yang’di. Birbirlerinin hem zıddı hem tamamlayanıydı. Ayrıyken eksik kalanı, birlikteyken tam olanıydı. Onlar Alp ve Naz’dı ve Süreyya bile artık kızını tek bir birey olarak düşünemez olmuştu.

Taksi gittikten sonra ikisi içeri girmemiş, bir süre bahçede kalıp evi seyretmişlerdi. Görünüşleri çok… mahremdi. Naz kıpır kıpır, Alp fısır fısır. Bu yüzden de ne Reha ne Burak yanlarına gitmeye cesaret edememişlerdi.

Evin içine girerken Alp yine kucaklamıştı Naz’ı. Kızının maden bulmuş gibi etrafa bakan heyecanlı gözleri kapının girişinde duran tekerlekli sandalyeye iliştiğinde, hayatının nasıl olacağını sanki o an kavramış gibi donuklaşmıştı.

Tekerlekli sandalye.

O Naz için düşman da olabilirdi, dost da. Karar o an verilecekti.

“Jantlarına BMW arması yapıştırabiliriz.”

Birisi güldü ama bu Naz değildi. O hala sandalyeye bakıyordu. Bakışlarındaki boşluk, saniyeler içinde eğlenceli pırıltılarla doldu.

Kıpır. Kıpır.

“Senin elit bir zevkin olacağını nasıl düşünemedim ki ben?” Reha’ya döndü Alp. “BMW’yi unut. Alfa Romeo Spider arması bulmamız gerek.”

Kıpır kıpır.

“Sarı. Tamam. Zeytinoğlu’ndaki müdürün adı neydi Reha?”

“Masserati Ercan’ı mı diyorsun? Ercan Kurt.”

“Yarın ara onu. Rengimiz sarı siyah. Alfie’yi Spider’a dönüştüreceğiz.”

“O iş bende.”

Alfie? Sandalyeye iki saniyede isim mi takmıştı bu zibidi? Ve ayrıca Naz Alfa Romeo mu seviyormuş? Bakar mısın? Naz’ı arabalarla birlikte düşünmemişti ki hiç Süreyya. Oysa o da ehliyet alabilecek yaştaydı.

O Naz, Süreyya Bey. Kızınız. Lütfen ona hastaymış gibi davranmayın.

Öyle yapmıştı, değil mi? Naz’ı hiç normal bir çocuk ve genç kız gibi düşünmemişti. Naz, ölümün kıyısındaki yavrusuydu. Onun ötesinde bir kimliği olmasına hiç fırsat vermemişti.

Bu zibidide öyle bir şey vardı ki, onun yanında sanki hayat üzerine örtülen süslü örtülerden silkinip gerçek renginde parlamaya başlıyordu. En iyi mimar ve müteahhitle çok kısa bir sürede yoktan var ettiği bu villa, Alp içine girdiği andan itibaren baraka ruhuna sahip eğreti bir yapıya dönüşmüş gibiydi. Oğlan her yerde bir eksik buluyor, Süreyya da dehşet içinde bunu nasıl olup düşünemediğine hayıflanıyordu.

Çok büyük şeyler değildi bunlar. “Naz’ın odası beyaz mı kalacak?” demişti mesela. Süreyya odanın aydınlık olacağını düşünerek onaylamıştı.

“Hastanedeki odasının aynısı desenize…”

Dönüp bir daha bakmıştı odaya Süreyya. Çiğ beyaz ile parlak metalin bileşimi. Tavan aydınlatması floresanla yapılıyordu. Yatak ortada, konsültasyon için doktorları bekler gibiydi. Tekerlekliydi ve kenarlarındaki düğmelerle her yanı aşağı yukarı hareket ettirilebiliyordu. Tamam, sayvanlı karyola olacak hali yoktu ama…

İşte… hata buydu. Neden Naz’ın yatağı sayvanlı karyola olamasın ki? Hasta diye mi?

Süreyya özeleştiri yağmuruna tutulmuşken onun özenle hazırlattığı odayı baştan aşağı yeniden tasarlamak Alp’in on dakikasını bile almadı.

“Burası onun odası. Birilerinin ona bakacağı şekilde değil, onun birilerine bakacağı şekilde düzenlenmeli.”

Yatağı Reha ile birlikte itti, çekti, döndürdü ve hem bahçeyi hem de kapıyı görecek şekilde duvara dayadı. Sonra da Naz’ı Alfie’den kaldırıp yatağa yatırdı, kendisi de yanına uzandı.

“Bunun çift kişiliği yok mudur acaba?”

Dönüp Naz’ın burnunun ucunu öptü.

“Gerçi ben seninle tek kişilik yatakta olmaktan çok memnunum.”

Reha ve Burak güldü, Süreyya hiç gülmedi. Alp tam da Naz gibi kaskatı uzanıp tavana baktı.

“Gökyüzü.”

Gözlerini başını hiç kıpırdatmadan bütün yüzeyde dolaştırdı.

“Kenarlarda bulutlar.” Naz’ın gözleri kenarları dolaşırken Alp elini kaldırıp bahçe tarafındaki sürgülü kapının üzerini gösterdi.

“Köşede bir ağaç ve dalı kapı boyunca uzanabilir. Üzerinde kuşlar…”

Düğmeye basıp yatağın başını biraz kaldırdı. Duvarları eliyle gösterirken sanki görüntüyü duvarlara çizdi. “Çimlerin üzerindesin. Bu tarafta, gölü görebiliyorsun. Sapanca Gölü. Gözlerinin renginde. İstersen bir kayık. Arada kaçmak isteyebilirsin.”

Doğrulup Naz’a eğildi. “İyi gidiyor muyum?”

Kıpır.

Gülümsedi. “Sen yine de hayallerini bir yokla.”

Yattı geri. Diğer tarafa uzattı elini.

“İstersen ağaçlar olur, istersen bir yol. Aslında bir bank vardı istasyonda. Tam burada. Orada oturup seyretmiştim gözlerini.”

Kıpırdamalar başlayınca doğruldu yeniden.

“Seninle o bankta oturacağız. Ama yolculuk için gücünü toparlaman gerek.”

Süreyya bile Alp’in Naz ile o bankta oturacağına ikna olmuştu.

İnanmak mıydı bu? Alp inanıyordu. Zibidi hayata sınır koymuyordu. O yüzden de Naz’ı alıp oraya götürecekti.

“İyi bir ressam bulmamız lazım Reha. Özgürlüğün ne olduğunu bilen bir ressam. Onu duvarlara işleyecek biri…”

O iş de Reha’daydı.

“Küçük bir de müzik sistemi kuralım sana. En kısık seste bütün tonların duyulacağı kalitede.”

Fırladı kalktı yataktan.

“Hangi tarz müziği seversin?”

Kıpır. Kıpır.

Kıpır kıpır kıpır.

Vay. Tünedi alp yeniden yatağa.

“Gayda demek. İskoç müziği gibi mi?”

Kıpır kıpır kıpır kıpır kıpır.

“Dinlemem lazım. Hiç duymadım.”

“Ne dedi?” Reha da merak etmişti.

“Enstrüman dinlemeyi severmiş. New age, senfonik ve progressive rock dedi.”

“Onlar ne ya?”

“Bilmiyorum Reha. Not al, dinleyeceğiz.”

Kıpır.

“Gospel varmış bir de. Zenci kilise müziğiymiş.”

Reha dönüp soru dolu gözlerle Süreyya Bey’e baktığında, kesin bir bana bakma ben anlamam ifadesiyle karşılaştı.

“Plakçılar çarşısına gider, sahibi küpeli bir dükkâna sorarsınız.” Burak uzun adımlarla yatağa yanaştı. “Ama isterseniz bana da sorabilirsiniz çünkü Naz’ı o müziklerle ben tanıştırdım.”

İşte. Suçlu ayağa kalkmıştı. Üç adam, Naz’ın yatağının dibinde kıpırlar fısırlar ve kahkahalar eşliğinde sohbete daldığında, Süreyya gözleri nemli, odadan çıktı.

Alp ve Reha’yı doğal hallerinde izlemek, onlar hakkındaki planlarından iyice emin olmasını sağlamıştı. İkisi iyi bir ekipti. Kendilerine bir fırsat verilse, çok yukarılarda olmayı başarırlardı. Süreyya da onlara bunu verecekti.

Eve çıktıklarını haber alan Cengiz, yardım edebileceği bir konu olup olmadığını sormak üzere tam da o sırada uğradı. Alp’in ortadan kaybolduğu bir ay süresince oğlanı bulmaya çok uğraşmıştı. Şimdi de geri döndüğünden haberdardı ve meraktan içi içini yiyordu.

“Sonunda yuvanıza kavuşmanıza sevindim dostum. Kızımız nasıl? Hastaneden çıkmak iyi gelmiştir, değil mi?”

Gülümsedi Süreyya ve çok uzun süredir içi sıkışmadan ilk defa gülümseyebildiğini de itiraf etti.

“Hem nasıl Cengiz. Henüz eve gireli az bir zaman oldu ama hepimizin üzerine iyimser bir hava geldi. Düzenimiz oturunca iyiden iyiye rahatlarız.”

“Bir ihtiyacın olursa mutlaka haberim olsun. Biraz huzur bul arkadaşım. Bırak sorunlarla biz uğraşalım. Yeni adam, Reha epey yük aldı sırtından, değil mi?”

Minnettar bir gülümseme iyiden iyiye yerleşti Süreyya’nın hatlarına.

“Sorma Cengiz. Şirkette çalışan biri başka, elin ayağın olan biri başka… Bu çocuğu çok akıllıca değerlendirmem lazım. Sağda solda harcanacak biri değil.”

Reha da nasibini almıştı Cengiz’in soruşturmalarından. Ama onun dosyası incecikti. Tek mide bulandıran tarafı, Alp Kalaycı ile yakın ilişkisiydi.

Aslında Kalaycı’ya karşı da yumuşamıştı Cengiz. Tahlil sonuçları temiz geldiğinde, dosyasını yeniden incelemişti. Okuduklarına farklı bir gözle bakmayı denemiş, oğlanın yitip gitmek yerine bulabildiği bir iki güzel şeye tutunarak yüzeye çıkmaya çalıştığını fark etmişti.

Evet, oğlan tam bir vurucuydu. Bir uçan, bir kaçan… Ama bu suç değildi. Uyuşturucu, taciz, tecavüz yoktu. Kulüp ve kumarhanelerde büyümesine rağmen vukuatı da yoktu. Hakkında tek bir şikâyet yapılmamıştı.

Cengiz için önemli olan elbette kayıtlara girmiş bir dosya değildi. Mağdurların sindirilebileceğini, yakınlarının ya da emniyetteki bir görevlinin satın alınabileceğini çok iyi bilirdi. Ama geriye her zaman rivayeti kalırdı. Birileri bir yerlerde konuşurdu. Babasında olduğu gibi… İşte küçük Kalaycı’da o rivayet de yoktu. O yüzden, belki onu babasından ayrı düşünmek gerekebilirdi.

“Senin oğlan geri gelmiş.”

Senin oğlan. Kelimelerin altındaki zehrin akıp gitmiş olduğu Süreyya’nın dikkatinden kaçmadı.

Cengiz’e Ziya Kalaycı ile ilgili tek bir bilgi vermemişti. Ne CD’leri ne hastanedeki vukuatı söylememişti. Sapığın kimliği Cengiz için hala belirsizdi. Alp’in neden gittiğini de bilmiyordu o yüzden. Gitmiş olmasını o kadar doğal karşılamıştı ki, nedenini sorgulamamıştı. Aksine, arkadaşının onu bulmaya çalışmasını sorgulamıştı. “Naz için bul onu Cengiz.” demişti Süreyya da. Cengiz altını kurcalamamıştı.

“Reha, Burak ve Naz ile birlikte alt kattalar.”

Cengiz’in yüzündeki o garip ifade… Neydi ki?

“Öyle bir söyledin ki Süreyya, birazdan dördü dışarı çıkacaklar desen şaşırmam gibi geldi.”

“Bunun için o zibidiye teşekkür borçluyum Cengiz. Bir hasta değil kız çocuk sahibi olduğumu bana her saniye hatırlatıyor.”

Cengiz düşünceliydi. Konuya nasıl gireceğine karar veremiyor gibiydi.

“Bir şey dikkatimi çekti.” Kaşları çatıldı. “Kırcılar çok zengindi.”

Alp’in anne tarafı.

“Annesi öldüğünde, bütün mal varlığının oğlana kalmış olması gerekir. Ama üzerine kayıtlı tek bir çöp bile yok.”

Ziya Kalaycı.

“Altını biraz deşsek büyük bir yolsuzluk ortaya çıkacak gibi geliyor bana.”

Ne demişti o gün? ‘Otelin başına seni geçireceğim.’ Oğlu ya da varisi olarak değil. İşletmeci gibi. Bir çalışan gibi. Oğlunun mirasını gasp etmekle kalmamış, yaptığı düzenlemeyle de kendisi öldüğünde tek kuruş almamasını garantilemişti.

“Sessizce araştırabilir misin?”

“Elbette ama… bu işin sonunda kuş uçar, Naz onu bir daha göremez.”

Olabilir. Olmayabilir de… Bunun cevabını bugün öğreneceklerdi.

“Teşekkür ederim Cengiz. Bu yardımlarının karşılığı ödenemez.”

“Dostluk, Süreyya. Dostum adına çabalamak şereftir.”

Güzel adamdı Cengiz. Güzel, bahtsız, yalnız…

“Benim için de senin dostun olmak bir onurdur Cengiz.”

Adam odadan çıktı, Süreyya sandalyesini pencere tarafına çevirerek dışarıya baktı. Aralık sonu… Kış… Ama nedense hala sonbahar hissi veriyordu.

Masasındaki interkomdan seslendi. “Selim, Kalaycı’ya onu burada beklediğimi söyleyiver bir zahmet.”

Bir dakika…

İki dakika…

Üç dakika?

Dört… Bir kat yukarı çıkmak ne kadar zaman alabilirdi ki?

Beş dakika.

Altı.

Yedi.

Sinir katsayısı giderek artıyordu.

Sekiz.

Ve kapı açıldı. Alp Kalaycı, hiçbir duygusunu belli etmeyen yüzüyle karşısındaydı.

“Yolu mu bulamadın Kalaycı?”

Bakışlar değişmedi. Temkinli, kalkanlı, tavizsiz.

“Beş dakikasını Naz’ı kötü bir şey olmayacağı konusunda ikna etmek için kullandım.”

Hm. “Ya üç dakikasını?”

“Onu da kendimi ikna etmek için kullandım.”

Zibidi.

“Otur bakalım.”

Sesi, içindeki müşfik duyguları gizlemek adına istediğinden sert çıkmıştı.

Oturdu Alp. Tam karşısındaki koltuğa. Gülmüyor, terlemiyor, bekliyordu.

“Bugüne kadar Naz’ı bebekler konusunda yönlendirmeye çalışmadığın için teşekkür ederim.”

Kaşlar çatıldı ama cevap gelmedi.

“Onlar hakkında Naz hiç konuşmuyor. Doktorlarla da konuşmadı, hemşirelerle de.”

Saçma bir şey söylediğini fark ederek duraksadı. “Konuşmuyor derken… yani…”

“Konuşmuyor. Anladım.”

O da sertti. Savaşa gelmişti.

“Karar vermek için biraz daha süresi var.”

Sert bakışların ardında korkuyor olmalıydı zibidi. Öyle ya, Süreyya şimdi evden dışarı çıkmasını söylese, bir daha Naz’ı göremezdi.

“O bu kararı vermeden önce, biz seninle bir karara varalım.”

Sert çocuk nefesini tuttu sanki.

“Bebekler engelli doğabilir biliyorsun. Garantisi yok. Tercihin ne yönde olurdu?”

“Onlar bizim. Her türlü bakarım ben onlara.”

“Bildiğim kadarıyla meteliksizsin.”

Bir anda kırmızıya bulanan yüzüyle Alp’in öfkesi elle tutulur hale geldi. Gözlerini yumdu ve derin nefeslerle sakinleşmeye uğraştı. Süreyya onun kendisini oracıkta öldürmek istediğine adı gibi emindi.

“Amacım seni ezmek değil Kalaycı. Ne istediğini ve onlar için kendinden ne kadar fedakârlıkta bulunmaya hazır olduğunu anlamak istiyorum.”

“Amacınız olmayabilir ama yaptığınız bu. Onlara bakma gücüm olmadığını biliyorsunuz. Olsa şu an hiçbirimiz bu evde olmazdık. Naz benim karım olarak bebeklerimizle birlikte benim evimde olurdu. Siz de misafirimiz olarak yanımdaki koltukta oturuyor olurdunuz.”

O kelimeyi biraz alaylı mı söylemişti bu zibidi? ‘Sen beni karşına, aşağıya oturttun, ben seni yanıma oturturdum,’ gibi…

“Fedakârlık… Köleniz olurum, dedim ben size. Sırf Naz’ın yakınında olabilmek için… Onu ve bebeklerimi görebilmek için. Ne gerekir başka, bilmiyorum ki?”

“Vasileri olmam için muvafakat vermeni istiyorum.”

Kelimeler bilincine ulaştığında bembeyaz kesildi Alp.

 “Ve mirastan feragat etmeni.”

Darmaduman olmuş oğlana bakarak devam etti.

“Bu şartları kabul edersen bebekleri doğurması için Naz’a destek vereceğim.”

Artık gözlerine bakmıyordu Alp. Tek noktaya sabitlenmiş, kaybolup gitmişti.

“Naz’la evlenmene asla izin vermeyeceğimi söylemeye gerek yok.”

Ne kalmıştı ki geriye?

“Kabul etmiyorsan, bebekler doğmayacak. Ve sen de bu evden şimdi çıkıp gideceksin.”

Hiçbir şey kalmamıştı. Alp Kalaycı’dan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Bir an için onun oturduğu koltukta toza dönüşüp odaya dağılacağını sandı Süreyya.

“Kabul ediyorsan…”

Cümlenin gerisini anlayabilmek için toparlanmaya çalıştı Alp.

“Yine iki seçeneğin var Kalaycı.”

İki seçenek… Sanki hiç bitmeyecekti bu eziyet.

“Annenden sana çok büyük bir miras kalmış olmalı.”

Yani? Anlamadı ki Alp.

“O mirası sana vermemek babanın tasarrufunda değil. Bir şekilde gasp ettiği çok açık.”

“Bunun Naz ve bebeklerle ne ilgisi var?”

“Hayatlarından çıkıp gitmeyi kabul edersen, o mirası alman için bütün avukatlarımı seferber ederim.”

 “Diğeri?”

“Anlamadım?”

“Diğer seçenek.”

Duyduğu sesin Alp’in dişlerini birbirine sürtmesinden kaynaklandığını bir an anlayamadı Süreyya. Anladığında da, kırılmalarından korktu.

“Seni işe alırım. Reha gibi.”

Kalktı tek kaş.

“Fabrikada en alttan, asgari ücretle başlarsınız. İşi öğrenirsiniz. Hak ettiğiniz kadar yükselirsiniz.“

Pür dikkat dinliyordu Alp.

“Villanın ilk katındaki odalardan birinde kalabilirsin. Böylece iş dışındaki saatlerde Naz ve bebeklerle olabilirsin.”

“Babaları olduğumu bilecekler mi?”     

“Evet.”

“Ama üzerlerinde hiçbir hakkım olmayacak.”

“Evet.”

“Naz’ın üzerinde de olmayacak.”

“Evet.”

“Beni istediğiniz zaman kovabileceksiniz.”

“İş akdini feshetmemi gerektiren bir durum yaratırsan, evet.”

“Naz da mı işverenim olacak?”

Abartıyordu bu zibidi.

“Senin işverenin benim. Onunla aranızdaki ilişkiye ben karışamam.”

“Ne zaman başlayacak?”

“Naz bebekleri doğurmaya karar verirse, o da bu koşulları kabul ettiği zaman.”

Susup duyduğu bu yeni bilgiyi bir süre tarttı genç adam.

“Etmezse?”

“İş teklifim yine geçerli olur. Ama hepsi bu.”

Gülümsedi Alp. Otuz iki dişiyle. Üzerindeki gerginlik akıp gitmiş, zibidi formuna geri dönmüştü. “Sen Naz’ı bana bırak patron. O iş bende.”