Vurucu Bölüm 41

Vurucu Bölüm 41

[Ambulans]

Yanlış bir şeyler vardı. Parçalar yerlerine oturmuyor ve Ziya bunun adını bir türlü koyamıyordu. Yaşadığı duyguyu biliyordu aslında. Daha önce görmüştü. Avlarının yüzünde… Lanet olsun! Yanlış bir şey oluyordu.

Kontrole alışıktı o. Neredeyse dört yaşından bu yana hareketlerinin sonuçlarını öngörüp önlemini alarak hayatını tam da istediği çizgide yaşamıştı. Kontrolü dışında gerçekleşen şeyler olmuştu, evet. Şebnem’in ne doğumunu ne ölümünü o planlamamıştı mesela. Ve Nermin… Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan kızın iradesini kıramamış, ölüme kaçmasına engel olamamıştı. Bunlar kontrolü dışında gerçekleştiği için sinirlenmiş ama son bir aydaki gibi yanlış bir şeyler olduğu duygusuna hiç kapılmamıştı.

Neydi onu huzursuz eden?

Polisler mesela. Kulüp yandığında faili hemen yakalamışlardı. Adamın otelin arka tarafındaki çöpü yakma görüntüleri vardı, zaten kimliği de öyle tespit edilmişti. Hastaneden kaçmış bir akıl hastası… Sonradan kulübün içinde çıkardığı yangından görüntü olmasa da bu önemsenmemiş, dosya kapatılmıştı.

Normali, o dosyanın aylarca açık tutulup oteldeki herkesin sürekli taciz edilmesi olmalıydı. Polis her an otelin içinde olmak için bir bahane bulmuş ama bunu kullanmamıştı…

Aynı polisler, korumaların cinayetini araştırırken de şaşırtıcı ölçüde Ziya’nın yanında yer almışlardı. İşte özellikle bu, Ziya’ya çok aykırı geliyordu. Yıllar boyu, elinde delil olmadığı halde Ziya’nın illegal faaliyetinden şüphelenmiş bir birim söz konusuydu. Ara ara mutlaka işgüzarın biri çıkar, kulüp basılır, otel kayıtları kontrol edilirdi. Gerçi bunu yapan o görevde çok fazla barınamazdı ama yine de bu, emniyette fısıltı gazetesinin çalıştığını belli ederdi. İşte bu yüzden, yangın ve bomba olayında Ziya’nın hiç kurcalanmaması mide bulandırıcıydı.

Başka?

Yangın. Kulübü yakanın yakaladıkları kişi olamayacağını Ziya biliyordu. Bir deli, elini kolunu sallaya sallaya gelip tesadüfen tam da özel odasının bulunduğu bölümün tamamını kimse fark etmeden yakmayı başaramazdı. Akıl sağlığı son derece yerinde biriydi bunu yapan. Tanıdığı biri… Doğrudan hedefe gelmiş, Ziya’nın en değer verdiği hazinesini yok etmişti. Kurbanlarına karşı koz olarak kullandığı silahını elinden almıştı.

Sonraki günlerde Kalyon’a girişi olan herkesi soruşturmuştu Ziya. Polis tutanaklarını almış, personelin yangın anında nerede olduğunu tek tek kendisi kontrol etmişti. Bir tek Bozkentler… Onlarla konuşamamıştı. Çünkü ana oğul, muhasebeden çıkışları verildiği an otelden ayrılmışlardı. Yangının olduğu an demişti muhasebe müdürü. Onun doğruyu söyleyip söylemediğini kontrol edebilmek için bile o ikisine ihtiyacı vardı. Elindeki kâğıda Bozkentlerin şu an nerede olduklarının öğrenilmesini ekledi.

Başka?

Piçi… Yalnızken, hissettiği tiksintiyi perdelemesine gerek kalmazdı. Bu yüzden, Alp aklına geldiği an yüzü çirkinleşti. Bugün, piçinin hastaneye geri döndüğünü öğrenmişti. Sakat kıza. Naz Ural’a… Onların arasında ne döndüğünü anlayamıyordu. Beyni uyuşturucudan pelteye dönmüş sığ bir oğlanın Ural ailesi tarafından neden kabul gördüğünü de anlamıyordu. Otelin dışında dolaşan ayakkabı boyacıları bile piçinden daha kalifiyeydi. Ama işte, kendisinden aldığı genlerle göz boyuyordu. Birkaç jilet darbesiyle halledilemeyecek bir şey değildi. Listeye bunu da yazdı.

Elindeki kâğıda yangında şüpheli olan isimleri alt alta sıralamıştı. Onları yeniden gözden geçirdi. İlk şüpheli işe en son girmiş olan Ekrem’di. Referansı otelin teknik müdürüydü ve bu yüzden o da listede ikinci sıradaydı. Reha. Alp’e en yakın personeldi ve üçüncü sıradaydı. Dördüncü isim… Kâğıdı eğip büktü. Ne yazmıştı buraya? Kargacık burgacık harfleri okuyamadı.

Parkinson yüzündendi. Doktoru öyle demişti. Korkmasına gerek olmadığını da söylemişti. Parkinson ölümcül bir hastalık değildi. Dopamin üreten beyin hücrelerinde sıkıntı vardı ve bu elindeki titremenin nedeniydi.

Ölümcül olmaması, hastalığın zararsız olduğu anlamına gelmiyordu. Kontrol edemediği her şey Ziya için kabul edilemez bir durumdu ve şu an bedenini kontrol edemiyordu. O yüzden, korkmasa bile huzursuzdu.

Şanslıydı. Otelin asansöründe orta yaşlı üç adamın konuşmasına kulak misafiri olmuştu. “Solak olduğu için titremeyi fark edebilmiş.” demişti biri. “Hemen Gönen’e gitmese, asla iyileşme olanağı olmazmış.” Bu sırada bir tanesi öksürmüş ve diğerlerini susturmuştu.

Titreme… Elinde…

Adamlar yanından uzaklaşınca, kim olduklarını merak edip elemanlarına sormuştu. Bir kutlama için burada oldukları biliniyordu. Hepsi buydu. Ama içine kurt düşürmeyi başarmışlardı.

Sonraki günlerde bedenini mercek altında tutarken, grubun olduğu yerlerde konumlanmayı ve konuşmalarına kulak kabartmayı tercih etmişti. En sonunda soluğu doktorunda aldığında, aslında hiç ihtimal vermediği teşhisle yüz yüze gelmişti. Parkinson. Uzun bir süre, duyduğuna anlam verememişti. Bu tür saçma işlerin onun hayatında yeri yoktu. Yanlışlık olmalıydı. Tahlilleri tekrarlatmıştı. Parkinson.

Hastalıkla ilgili duydukları nefesini kesmişti. Hayır. Bu onun başına gelemezdi. Hemen başka bir doktora gitmişti. Sonra bir başkasına. Ve bir başkasına… Her tahlili ikişer kez yaptırmıştı. Parkinson. Hata yoktu.

Hepsine, alternatif bir tedavi olup olmadığını sormuştu. Yoktu. Parkinson’un tedavisi yoktu. Ama Ziya olduğunu biliyordu. Kulak misafiri olduğu konuşmalar sayesinde meslekten men edilen o doktorun tedavisinden çoktan haberdardı. Zaten, tamamen iyileşme sağlayan bir tedavi olduğunu teşhisi konulmadan önce duymuş olduğu için sakin kalabilmişti. Yoksa…

Hayır. Düşünmeye gerek yoktu. Bunun yerine, en çekici gülümsemesini takınarak gruba yanaşmıştı. Günlerce grubu otelin kral dairesindelermiş gibi ağırlamış, onlara programlarında olmayan her hizmeti sunmuştu. Sonunda da doktorun adını öğrenmeyi başarıp randevusunu almıştı. Artık rahattı. Bir hastalığın bedeninde hâkimiyet kurmasına izin verecek değildi. O Ziya Kalaycı idi. Parası vardı. Olanakları vardı. Hepsini kullanır, gerekirse doktorla Küba’ya gider, yine de iyileşirdi.

Tabii ki grubun söylediklerine gözü kapalı inanmamıştı. Onları da araştırmıştı. İskender Kefeli’yi… Gönen’deki harayı…

Kefeli hakkında tek öğrenebildiği, konusunda sayılı doktorlarından olduğuydu. ‘Otoriteyle arası iyi değil,’ demişti Ertuğrul Selhep. Kural dinlemiyor, bildiğini okuyordu. Bu yüzden de ülke sınırlarında doktorluk yapamıyordu.

Gönen’deki haranın sahibi çok sayılan bir işadamıydı. Atları seviyordu. Yasa dışı bir faaliyetine rastlanmamıştı. Vergi borcu bile yoktu. Yakın zamanda bir sağlık sorunu yüzünden çiftliğin işletmesini uzak bir akrabasına bırakmıştı. Ama hala işin başında duruyordu. Sağlık sorunu… Demek Kefeli onu da tedavi etmişti.

Pekâlâ. Üç gün sonra tüm detayları kendi gözleriyle görecekti. Çiftliği ziyaret edip Kefeli ile konuşacak, sonraki hafta da aklına yatarsa yatış işlemini gerçekleştirecekti. Aksi durumda, Küba’dan başlayarak dünyanın bütün ülkelerindeki doktorları deneyecekti. Yine de nedense buna gerek kalmayacağını düşünüyordu.

Her durumda, işlerini hızla tamamlaması gerekiyordu. Şu an, korumaları erken emekli ettiğine hayıflanmıyor değildi. Onların yokluğunu çok fazla hissediyordu. Çünkü her iş her adama emanet edilemiyordu. Ama artık onların hata yapmasından kaygılanması gerekmediği için huzurluydu. Bugüne kadar açık vermeden gelmişti. Kanun önünde tertemizdi. Bundan sonra da, tek bir açık bulamayacaklardı. Çünkü Ziya işlerini tasfiye edip şehirden uzakta bir eve yerleşecek, bundan sonraki hayatını finolarıyla geçirecekti.

Naz Ural’ı kaçırmıştı elinden. İki küçük finosu da bir neşter darbesine kurban gitmişti. Ama onunla işi bitmemişti Ziya’nın. Planlarını bozmak, bugüne kadar kimsenin yanına kalmamıştı. Süreyya Ural’ın yanına da kalmayacaktı. Onu ortadan kaldırıp kızı alacaktı. O zamana kadar, kendisine başka bir kız bulacaktı. Kimsesiz. On dört ya da on beş yaşlarında. Doğurgan. İstediği gibisini bulamazsa kendi sakatını kendisi yapmak zorunda kalacaktı. Konuşamayan, hareket edemeyen, yardım isteyemeyen, elinden sadece deli gibi korkmak gelen minik bir fino. Naz’a kadar onunla pratik yapacaktı.

***

Ambulans, hastanenin ana kapısına yanaşmıştı. Hazırlıklar sürerken, Naz içeride sedyede bekletiliyordu. Hemen dibindeydi Alp, biraz ilerideydi Reha. Naz’ın doktoru danışmanın önünde Süreyya Bey ile konuşuyor, yanındaki Burak’a da talimatlarını sıralıyordu.

“Heyecanlı mısın bebeğim?”

Heyecanlıydı. Taburcu oluyordu. Bundan sonra ne olacağını bilmese bile en azından antiseptik yerine biraz güzel kokular arasında olacağını umuyordu.

Kıpırtıların bir tekini bile kaçırmayan Alp, “Sana her gün başka bir çiçek getireceğim.” dedikten sonra kulağına iyice yanaştı. “Hepsini diğer bahçelerden çalmak zorundayım ama. Şimdiden bil de…” Çapkın göz kırpışındaki hınzırlık Naz’ın içini neşe ile doldurdu.

Tam o anda, sedyesine bir şey vurdu ve görüntü değişerek Alp’i gözlerinden sakladı. Çarpmışlar mıydı ona? Ne oluyordu? Alp neden bağırıyordu?

“Seni öldürürüm hayvan! Lunaparkta çarpışan otomobil mi kullanıyorsun orospu çocuğu!”

Bir bedenin duvara çarpma sesi. Etin kemiğe defalarca vurma sesi… Bağırışlar… Kadın sesleri… “Abi yapma! Görmedim abi! Pardon abi! Abi dur!” Erkek sesleri… Ne oluyordu?

Ne oluyordu! Kahretsin! Biri ona ne olduğunu söylesindi!

‘Alp? Neredesin Alp?’ Başını çevirip bakamıyordu ve bu Naz’a kendisini çok aciz hissettiriyordu. Yanakları ıslaktı. Damlalar yüzünde bir yere kadar gelip orada duruyordu. Herhalde o noktadan sonrasını Naz hissetmiyordu. Öyle mi olurdu? Yanağın yarısında his var, yarısında yok mu olurdu? Galiba saçmalıyordu. Evet, saçmalıyordu çünkü hayat yanı başında akıp giderken o sadece tavandaki floresanlara bakabiliyordu.

“Ya iç kanaması olsa?” Pat. “Sen çarpınca onu öldürse?” Küt. “Seni şuraya domaltır, o sedyeyi kıçına sokarım götlek piç!” Pat. Küt. Pata pata küt.

“Alp oğlum, dur!”

Baba?

Patapat. “Canı yandıysa ya!”

“Koçum dur, dağıldı lan herif, dur!”

Küteküt. “Midesi bulandıysa? Kusarsa, kimse görmeden boğulur ölürse?”

Alp! Yeter!

“Bebeklerim korktuysa?”

Kütepat! Pataküt!

Yeter. Yeter. Pat. Yeter. Yeter. Yeter. Küt. Yeter. “Tutun şunu kollarından!” Yeter. Yeter. Yeter. “Götürün çabuk! Alp Bey, durun!” Yeter. Yeter. Yeter. “Naz! Bırakın kolumu, Naz ağlıyor! Naz!” Yeter. Yeter.

Fırtınada kararmış gözler… kaygıya bulanmış. “Naz? Bebeğim?” Yeter. “İyi misin bir tanem?”

Yeter.

Karanlık. Karanlık olsundu. Herkes sussundu.

“Naz!”

Yeter.

“Açılın lütfen, tansiyonuna bakalım.”

Yeter.

“Naz bana bak bebeğim.”

“Naz’ım, kızım, iyi misin?”

“Bir şeyi yok, bir şeyi yok babası. Bir izin verin bana.”

Yeter.

“Şunu bir bağlayalım bakalım koluna.”

Yeter. Fıs. Fıs. Fıs. Fıs. Fıs. Tısssss.

“Naz bana bak.”

Fıs. Fıs. Tısss.

“12-8. Hiçbir şeyciği yok. Alp Bey’in tansiyonuna bakmak lazım aslında.”

Alp ilgilenmedi ama hemşire hanımla.

“Canın mı acıdı bebeğim?”

Aptal. Canı nasıl acısındı?

“Tamam, demir demire çarptı. Sana çarpmadı. Tamam.”

Bu adamın aklı biraz yavaş mı çalışıyordu? Kendi kendine söylenerek cevapları buluyordu. Şapşal…

“Ne?”

Kıpır.

“Naz… Yanımızda insanlar varken bana böyle şeyler söylemesen…”

Kıpır.

“Görmezden gelemem efendim! Dikkatli olsun! Burada sedyede biri yatıyorsa, o hasta demektir. Kendini koruyamayabilir. Darbeden etkilenebilir. Hastanede çalışıyor pezevenk, bunu bilmek zorunda!”

Kıpır.

“Tamam, küfür etmiyorum. Merak etme. Bana kızıp seni taburcu etmekten vazgeçemez kimse.”

Kıpır kıpır.

“Araç hazır. Hastayı alabiliriz.”

Sonunda… Sonunda.

Herkes arkada kalmıştı. Tavan hareket ediyor, onu özgürlüğe yaklaştırıyordu. Kapıdan dışarı çıkarken yüzüne vuran serin hava bile içini dalga dalga sevinçle doldurdu.

“bir…ki…üç.”

Gökyüzü… Tanrım! Mavi. Derin nefesler alarak taze havayı ciğerlerine çekti. Güneş? Aralığın neredeyse sonunda akşamüstü bu güzel gün onun şerefine miydi yoksa? Yüzü ısındı. Hissediyordu. Güneşin yüzünü öpücüklere boğduğuna emindi.

Gözleri Alp’e ilişti. Gülümsüyordu. “Mutlusun.”

Mutluydu. Yeni bir yaşama gidiyordu ve Alp, şu an yanındaydı.

Adamlar görüşünü kapattı, sedyesi kaldırıldı, bir zeminde kaydırıldı ve sonra… içindeki bütün heyecan solup gitti. Minyatür bir hastaneyi andıran aracın içinde ne güneş kalmıştı, ne bulut, ne gökyüzü…

Alp? Ambulans sarsıldı ve Alp’in yüzü gözlerinin önünde belirdi. Kaşları çatık, gözlerini, yüzünü inceliyordu. Sıkıntılı gözleri etrafına bakınıp yeniden Naz’a döndü.

“Aşkım? İyi misin?”

Hayır. İyi falan değildi. Güneşi seyretmek isterdi biraz. Gökyüzünü… Bulutların şekillerinde hayvanlar aramak…

Babasının sesi vardı dışarıda. Burak… Alp’in arkadaşı… Tanımadığı sesler… Alp bakıyordu gözlerine. Alp yüreğine bakıyordu. Eğildi, burnunun ucunu öptü.

“Bekle beni burada.”

Yine yalnızdı. Tüm dikkatini seslerde toplayarak hızla seyreden hayattan ipuçları yakalamaya çalıştı. Önce keskin bir ıslık sesi çınladı ortalıkta. Sonra, “Taksiye yol verin beyler. Reha, gel koçum.” diyen Alp’i duydu.

Hayır! Neden taksi? Alp onunla gelsindi! Alp ambulansta gelsindi!

Sarsıldı yeniden araç, Alp geldi gözlerinin önüne. Gözlerindeki küskünlüğü belli etmediğini umarak bekledi Naz. Ne yapıyordu bu adam? Kollarında bacaklarında harıl harıl bir faaliyet vardı. Ve sonra… Aaa! Alp?

Alp’in kucağında ambulanstan indirildi Naz.

“Açılın lütfen. Reha, kapıyı aç.”

“Oğlum? Ne yapıyorsun?”

“Siz de binin Süreyya Bey.”

Kıvrak bir hareketle arka koltuğa süzüldüler. Bütün hareketleri Naz kendisi yapıyormuş gibi hissedip bir an deli mutlu oldu. Oturur pozisyonda olduğu için ruhundaki şaşkınlığın aynısını diğerlerinin yüzlerinde de görebiliyordu.

“Alp. Bu işin iyice tadı kaçtı. Hastaneden çıkıyoruz. Öyle kafana göre taksiyle gitmeye karar veremezsin. Naz, bir buçuk ay önce büyük bir ameliyat geçirdi. Ambulansla gitmesi gerekir.”

Alp’in bedenindeki sinirlerin keman yayı gibi gerilişinin neredeyse sesini duydu Naz. Aldığı derin soluklarla da sakin kalmaya çalıştığı belli oluyordu.

“Hem… hem onunla ilgili her şeye ben karar veririm. Sana ne oluyor bakalım? Sanki sana aitmiş gibi kafana estiği şekilde davranamazsın!”

Gri gözler kendisine dönüp sıcacık çikolata kıvamında Naz’ı eritti.

“Naz bana ait.”

Eğer kaslarından tekini bile kullanabilmişse, şu an Alp’e bakan yüzünde hayran bir gülümseme olmalıydı. Babasına dönüp konuşmaya devam eden Alp’ten bir daha hiç ayırmadı gözlerini. Bütün mimiklerini zihnine kazımak istiyordu. Tavana bakarak geçireceği zamanın her anında o mimikleri oraya çizecekti…

“Kızınız, hayatının bundan sonraki kısmında yaşayacağı eve gidiyor Süreyya Bey. Tavrınıza bakılırsa, neredeyse bir kez girip bir daha da hiç çıkmayacak.”

Ov ov ov! Ürkerek gözlerini o tarafa çevirdi. Sevgili babasının yüzündeki şok, duyduklarını hazmetmesi için biraz zaman geçmesi gerektiğini gösteriyordu.

“O evi hiç görmedi, değil mi? Yani yaşayacağı yeri bilmiyor. Oraya ilk kez gidecek.” Sustu ama cevap veren yoktu. Ya şaşkınlıktan ya muhatap olmamaktan. Griler yeniden ışıldayarak kendisininkilere kilitlendi.

“Ben onun hastaneden çıkışının tadını çıkarmasını; yeni evine yolunu, manzarasını, havasını seyrederek ulaşmasını istiyorum. Çünkü o böylesini istiyor. Ambulansla taşınmayı değil.”

‘Beynimin kıvrımları arasındasın sen, değil mi? Teşekkür ederim. Teşekkür ederim aşkım.’

“O Naz Süreyya Bey. Kızınız. Lütfen ona hastaymış gibi davranmayın.”

Babasından hiç ses çıkmayınca, gözleri ona döndü. Süreyya Ural öylece bakıyordu Alp’e. Arkada kalabalık bir grup daha vardı ama onlar görüş alanına girmediğinden sadece genel havayı hissedebiliyordu. Kimse konuşmuyor, nefes bile almıyordu.

Süreyya Ural’ın doktorla bakışmasını ve onayını almasını Naz görmedi ama “Reha, bir taksi daha çağıralım lütfen. Naz’ı sıkıştırmayalım. Burak. Sen onlarla git.” deyişini duydu. Babası kendisine dönüp gülümsedi sonra.

“İyi misin bebeğim?”

Ah, şimdi başını hevesle sallamak vardı. Bunun yerine gözlerini kırpmakla yetindi.

“Rahat değilsen bizim araca alayım seni.”

Alp kollarını daha da sıkı sardı, birileri arka tarafta güldü, burnunun ucu yandan gelen dudaklarca öpüldü.

“Rahat o. Şu kapıyı kapatabilirsek…”

Ve soluğu gerçekten de kapı kapandıktan sonra ancak düzene girdi.

Burak ön tarafa otururken, Süreyya Ural’ın dudağının kenarındaki gülücüğü sadece Naz gördü. “Şoför bey.” Alp’in gözleri Naz’ın üzerindeydi. “Diğer taksiyi takip edelim. Ama yavaş gidin. Aşkım sarsılmasın.”