Vurucu Bölüm 40

Vurucu Bölüm 40

[…pat!..]

Genç olmakla ölümsüz olmak aynı anlama gelir önceleri. Hayat, sınırsız olanaklarıyla önümüzdedir. Zirvenin tadını çıkaran zihinlere özgüven, hâkimiyet ve cesaret pompalar.

Oysa bu bir halüsinasyondur. Doğa insanoğlu ile oynamaktadır. Ölümsüzlük yanılgısıyla ne geçen zaman fark edilir, ne sahip olunanın kıymeti…

Bir gün …pat!.. bir şey olur. Ya sevdiğimiz biri ölür ya da sınıfta dövüp durduğumuz gözlüklü çocuk, gazetede başarı öyküsüyle önümüze gelir.

Gol. Hayat 1 – Genç 0. Halüsinasyonumuz sona ermiştir. Bir sonraki halüsinasyon için biletler reenkarnasyon gişesinden temin edilebilir. Saha dışına kaçmış topları toplama kadromuz halen açık olup, tüm misafirlerimiz davetlidir.

İşte o …pat!.. var ya… Anahtar odur. Artık kelimelerle değil de duygularla düşünmeye başladığımız an. O an, Nirvana’nın ötesidir. Farkındalıktır. Başından beri sorulan tüm soruların cevabıdır. Hayatın anlamıdır.

Alp’in …pat!..’ı koşarak çıktığı dördüncü kattaki odada yatan kadının ela gözleriydi. Yabancı bir adamın kapısına dayanmış olmasından tedirgin ama yakışıklığı ile çarpılmış bir kadın.

Naz değil.

Başka kadın.

Naz?

…pat!..

Olabilir ile oldu arasındaki fark. Ölebilir ile öldü arasındaki fark. Başladı ile bitti arasındaki fark…

…pat!..

Can Alp’in bedeninden çekilerek onu ayaklarının üzerinde gereksiz bıraktı. Dizleri büküldü önce. Çantası omzundan kaydı. O yere daha çabuk düştüğüne göre Alp’te hala direnen bir yan vardı.

Baktığı Naz olmak zorundaydı. Kapattı gözlerini, biraz durup yeniden açtı. Kadın değişmedi.

…Hemen hastaneye gelmen lazım…

Naz?

…Reha çok aradı seni…

Naz pes mi etmişti?

…Üzgünüm oğlum ama…

Onu bu sikilesi dünyada öylece bırakıp gitmiş miydi?

Bebeklerini de alıp… Alp’i bir başına bırakıp… gitmiş miydi?

“Alp!”

Yere yığılırken şaşkındı. Çok şaşkın. Onu burada bırakmışlardı!

“Oğlum neredesin? Aşağıda niye beklemedin?”

“Aaaa düşüyor adam!”

Kadını duyarak son anda tuttu Reha Alp’i. Gözlerindeki boş bakıştan korktu. Ne oluyordu?

“Alp!”

“Reha…”

Çıkmadı sesi. Bakmadı Reha’ya. Parmağıyla odayı gösterdi sadece. Cümleyi tamamlayamıyor, gözlerini kadından ayıramıyordu.

“Alp, Naz yan binada artık. Burası onun odası değil.”

Naz yan binada.

Sustu sesler. Sadece o cümle kaldı zihninde.

Naz hayatta.

Kadın. Başka kadın. Başka kadının odası. Naz yan binada.

Naz ölmemiş.

Ciğerlerine hücum eden hava…

Naz. Onu bırakıp gitmemiş…

Bedeni yeniden gücüne kavuştu, odanın içiyle tüm ilgisi kesildi, bütün dikkati Reha üzerine toplandı. Bulunduğu ana dönüşü şiddet duygusunu da beraberinde getirdi.

“Nerede o!”

Yakasından kavranmış sarsılan Reha Alp’in ellerine yapıştı. Onu incitmek istemiyor ama normal olmayan hareketlerinden de ürküyordu.

“Hey sakin ol! Alp!”

Gözlerini yumdu bir süre Alp. Naz yaşıyordu. Ölmemişti. Reha’nın annesi öyle söyleyince… Odada da başka kadını görünce… Gevşedi elleri. Soluklarındaki alev sakinledi. Kalp atışının yavaşlamasını dinledi… Gözlerini açıp kaygıyla bakan Reha’yı bir süre içine sindirdi.

“Ağzıma sıçtı oğlum annen! Naz öldü sandım! Götür beni ona!”

“Tamam…”

Alp’i sakinleştirmeye çalışan Reha bir yandan gülüyor, bir yandan da annesine şükranlarını iletiyordu. Alp’i bu kadar korkuttuğu için bu adam şu anda buradaydı. Reha da yakasına yapışacak ve onu bir daha asla bırakmayacaktı.

“Nasıl o?”

“Mucize olmadı Alp. Hala aynı.” Ama Alp’in sorduğu bu değildi ki.

“Bebekler?”

“Şimdilik hala anneleriyleler.” Alp’in yüzündeki rahatlama inanılmazdı. Gizliden onların hayatta olması umudunu taşıdığını kendisi bile bilmezmiş meğer…

“Aslında biraz gelişme var sanırım. Başını çeviriyor, su falan içiriyorlar. Burak da memnun Naz’dan. Gidince görürsün. Ben çok soramıyorum.”

Kızgın bir kıskançlık yakaladı Alp’in ruhunu. Ayakları hareket etmedi. Öylece baktı Reha’ya.

“Sen aileye mi girdin lan?”

“İşe girdim paşazadem. Yürü bakalım. Naz’ını bir gör de vereceğin çok fazla hesap var sonrasında.” Asansöre binerken, arkadan ensesine bir tane vurdu. “Çekip gitmek ne lan! Piç herif!”

İtti Alp Reha’yı. “Bir rahat dur ya! Akım bokumda sabahtan beri.”

“Beter ol.”

Birlikte yan binaya yürürlerken Alp sakinlemişti. Reha’yı görmek iyi gelmiş, kendisini yeniden güvende hissetmişti. En büyük sorunlarından birisi buymuş gibi, “Oğlum, annenin adı ne lan senin?” diye sorduğunda Reha bir süre ağzını kapatamadı.

Gerçekten mi?

Gerçekten.

“Nezaket.”

Güzel isim. Hele ki Reha’nın annesine çok uygundu.

“Sorduğumu söyleme, oyarım seni.”

Arkadaşına sırıtarak bakan Reha “Oğlum sen iyice insana benzemeye başladın bak. Daha bir sevimli mi oldun ne?” dediğinde bir kez daha itekledi Alp onu.

“Şımarma Reha.

Şımarırdı. Alp gelmişti. Mutluydu. Her şey sanki yoluna girecek gibiydi. Öyle hissediyordu.

Rahatlamıştı Alp. Birazdan Naz’ı görecek olmanın heyecanı, korkularıyla zedelendiğinde dayanamayıp sordu.

“Göründü mü bir daha?”

Cümlenin öznesi, yüz hatlarına ilişen duygusuz maskeye yerleşmişti. Adını ya da tanımını bile seslendirmek istemiyor olmalıydı.

“Hayır.”

“Attığımız her adımı biliyordur o.”

Biliyordur elbette. Adımlara ek olarak o yangını çıkaranın Reha olduğunu… Otelden çantayla ayrıldığını… CD’lerin şu an Süreyya Ural’da olduğunu da biliyordur mutlaka. O zaman, Reha bir aydır neden sanki her şey yolundaymış gibi elini kolunu sallaya sallaya dolaşabiliyordu?

Her an tetikteydi. Her an başına bir şey gelme ihtimaliyle paranoyanın dibini bulmuştu. Annesini neredeyse evden bile çıkarmıyordu. Ama… Hiçbir şey olmuyordu. Ve bu, tehlikenin kendisinden daha büyük bir tehlikeydi çünkü insanın aklına oynuyordu. Ve Reha bununla nasıl mücadele edilir, bilmiyordu.

En zoru buydu zaten. Ne annesine, ne Süreyya Bey’e akıl danışamıyordu. Artık Alp’e de içini dökemeyecekti. Onunla otel yangınını ve korumaların faili meçhul sonunu değil konuşmak, yanındayken aklından bile geçirmeyecekti. Ne olurdu ne olmazdı… Büyük ihtimalle oğlanın bunların hiçbirinden haberi yoktu.

Yan binanın kapısında bir süre oyalanıp içindeki paniği saklayan kaygısız gülümsemelerinden birini giyinmeye uğraştı. Ama bir daha hiç görememekten korktuğu insanın yanında artık o da çözülmek üzereydi.

“En kötüsü ne biliyor musun Alp?”

İçerlemiş ifadesi şaşırtıcıydı.

“Gizlice soru soracak kadar güvenebileceğim kimse yoktu otelde.”

İkisinin de yaşamları aile, hemşeri ya da akraba yerine hızlı bir sirkülasyonla değişen personel, stajyer, müşteri kalabalığı arasında geçmişti. Hayatlarının tümünü geçirdikleri yere ait olamamışlardı. Reha, annesi sayesinde bunun nasıl bir eksiklik olduğunu biliyordu, Alp de Reha sayesinde… Yalnızlardı. Hele birbirleri olmasa… Yapayalnızlardı.

“Annen… Dönmeyecek değil mi Kalyon’a?”

Damarlarında buz kesti Reha’nın kanı. Artık Ziya Kalaycı ile aynı şehirde olmak bile huzursuz ederdi onları.

“Bitti o iş. İlişiğini kesti otelle.”

Oldukça basite indirgenmiş bir cevap olduğu belliydi, yine de alınmadı Alp. Reha ve annesi bir sıkıntı yaşadılarsa bile bunu onun bilmesini istememeleri doğaldı. Ziya Kalaycı’nın kiri pası, oğlu olması nedeniyle her zaman üzerine birikecekti. Olsun. Annesi artık oğlunun kanatları altındaydı. Bu kadarı Alp’e yeterdi.

Kanatları altında… İki kelime canını yakıverdi bir anda. Alp Naz’a bunu verememişti. Yapabileceği tek şey tehlikeyi kendisiyle birlikte Naz’dan uzaklaştırmaktı ama galiba bu da yeterli değildi. Çünkü ondan uzakta duramıyor, tehlikeyi kendi ayaklarıyla geri getiriyordu.

Naz…

Naz’ı bir kez gördükten ve kokusunu içine çektikten sonra gitmeliydi.

Yeniden asansöre bindiler. Yeniden yukarı çıktılar.

“Keşke o kadar kolay olsaydı, ben de ‘Bitti o iş,’ diyebilseydim. ‘İlişiğimi kestim Naz ile’… Olmuyor Reha. O olmadan nasıl yaşayacağımı bulamıyorum. Ne bok yiyeceğim ben?”

“Beter ol! Ne demeye gittin ki zaten? Neredeydin bir aydır? Siktiğimin telefonunu da açmadın!”

“Denedim Reha. Kaybolmayı, yok olmayı denedim. Ama senden değil. Sapanca’da Servet diye birinin yanında kaldım. Sen ararsan diye telefon hep açıktı. Yola devam edeceğim an çaldı, annendi. Bana dedi ki… Sandım ki… Naz…”

Dudakları titredi. Korkusu hala gözlerindeydi.

Asansör durdu. Kapılar açıldı. Alp dışarı baktı. Bembeyaz bir koridordu. Asansör çıkışı iki adam tarafından kapatılmıştı. Her an Alp’e saldıracakmış gibi görünen korumalar Reha’yı görünce geri çekildiler.

“Şu an… ben Naz’a bu kadar yakınken… değil bu adamlar, hastane üzerime çullansa beni durduramaz. Şimdi… bunlar bana bulaşırsa canlarını yakarım. Naz gerek bana. Yoksa kavuşamadan öleceğim burada.”

Bir gün, Alp’in Naz’ı sevdiği kadar sevebileceği birini bulabilir miydi acaba? Nedense buna dair bir umut beslemek bile gereksiz geldi Reha’ya. Başıyla odanın yerini işaret etti ve gerisini sadece seyretti.

Sırt çantası kaydı Alp’in omuzundan önce. Ardından kaygıları, korkuları… Hafiflemiş, yenilenmiş bir adam olarak Naz’a yürüdü. Korumalar soru sorar gibi baktılar ama o bunu görmedi bile.

Alp’i durdurabilirlerdi. Bastığı her yer ona ait olmasaydı… Naz’a giden yollar onundu. Aralarına kapatılan kapılar da… İçeride gözlerinin gri-mavi olduğunu bildiği kadın da… Gülümsüyordu. Mutluluk vaat ediyordu. Hayatın kendisini, geleceği vaat ediyordu. Alp Naz’a sahip olup olacağı her şeyi vermeye gidiyordu.

Kapıyı açtı.

Yatak diğer odadakiyle aynı yerdeydi.

Naz aynı şekilde yatıyordu. Giderken bıraktığı gibi. Sanki bir aydır bir kez olsun gözleri açılmamış gibi.

Kalbi acıdı. Biraz seyredip görüntüsünü içine kazımak istedi. Derin bir nefes aldı, kokusuna ulaşmak istedi. O anda da açıldı Naz’ın gözleri. Nefesi kesildi. Dinledi… Alp’in soluğunu dinledi. Önce bir damla yaş indi yanağından kayarak, sonra diğerleri onu izledi. Çok hafif bir hareket oldu yatakta ve gri-mavi gözler Alp’e kenetlendi.

Odada, diğerinden farklı olarak kablolu, ışıklı makinelerin, bipleyen aletlerin çok fazla olmayışından belki, Naz’ın yatak odasına girmiş kadar rahat adımlarla yatağa yürüdü Alp. Ellerini iki yanına koyup üzerine eğildi, gözlerine kilitlendi. Naz’ı solurken dudaklarıyla gözyaşlarını çekti içine. Kalan izleri öptü özenle. Seyretti. Gözlerinin önündeki yüzü bir sanat eserini inceler gibi seyretti.

“Sikerim böyle işi. Gitmiyorum ben senden.”

İsyan falan etmiyordu. Sadece söylüyordu. Eğilip yeniden öptü gözleri.

“Özledin mi beni?”

Kıpır da kıpır. Kıpır da kıpır.

“Hatırlatırım ben sana kendimi.” Sırıttı.

Kıpır kıpır kıpır.

“Alp. Adım Alp. Dövmeyle işlerim tam kalbine, bir daha unutmazsın böylece.” Göz kırptı. Onunki çapkındı.

Kıpır kıpır kıpır.

“Kapıyı kilitlerim baban da kurtaramaz seni. Şu pencereden kaçırırım seni.”

Kıpırıpırıpırık.

“Naz’ın Gölü’ne götürürüm seni. Rengi aynı senin gözlerin gibi.”

Kıpır.

Kucakladığı gibi kaldırdı Naz’ı. Bir süre ayakta durup şaşkın gözleri seyretti, gülümsedi, sonra yatağa uzunlamasına oturup Naz’ı kucağına yerleştirdi. Örtüyü üzerlerine çekti. Üşümesin diye omuzlarının her yerini örttü. Başı koluna dayalı, gözleri gözlerindeydi. Bir eli, Naz hissetmese de bebeklerinin üzerindeydi. Burnunun ucuna beş altı öpücüğü aralıksız iliştirdi.

“Sapanca Gölü aslında. Trenle giderken görüp indim. Servet adında bir adamın evinde kaldım. O da oğlunu kaybetmiş. Beni onun yerine koydu biraz da.”

Kıpır kıpır.

“Götüreceğim seni ona. Kendin görürsün nasıl biri olduğunu.”

Kıpırdama yoktu bu sefer.

“Ne?”

Yoktu.

“Kucağımda götüremeyeceğim yer yok seni. Araştırdım ben. Bedeninde bir sakatlığın yok. Bütün olay beyninde başlayıp bitiyor. Onu da sevgimiz iyileştirecek. Göreceksin.”

Nefes alan da yoktu artık.

“Benim gibi muhteşem bir erkeği elinde tutmak için beyninin her bir hücresini seferber edeceğine eminim. O telaşe arasında bir de bakacağız ki iyileşmişsin.”

Kıpır.

“Hem belki bebekler de yardım eder bize.”

Kıpır kıpır kıpır kıpır kıpır.

“Biliyorum Naz. Bana piyano çalmanı ya da salsa yarışmasına katılmanı beklemiyorum. Hepsinin değil, bazı şeylerin geri gelebileceğini de biliyorum.”

Kıpırtı gelmedi.

“Geriye gelen her yetin bize hediye olur aşkım. Gelmeyenlerin de yerine koyacak bir şey buluruz.”

Kıpır.

Gözlerini devirdi Alp. “Sen ne seks düşkünüymüşsün ya! Aklın fikrin benim aletimde. Ben hallederim onu diyorum sana!”

Kıpır kıpır kıpır kıpır kıpır kıpır kıpır kıpır kıpır kıpır kıpır kıpır kıpır.

Süreyya içeri girdiğinde, Naz’ı Alp’in kucağında aynen bu şekilde kıpırdarken, Alp’i de ona bakıp kahkaha atarken gördü. Kalbi yerinden fırlayıp takla atmış olabilirdi.

“Sen ne güzel kavga ediyorsun öyle.”

Kıpır kıpır.

“Yerim seni.” Eğilip öptü kızı.

“Çok da tatlıymışsın.”

Bir daha öptü.

“Bunlar benim için. Üzerine alınma.”

Ve bir daha.

Öksürmek zorundaydı artık Süreyya. Gerçi bu sahneyi kesmek istemiyordu ama sonuçta binlerce yıllık genetik birikime göre kızını evli olmadığı bir erkeğin kucağında öpülürken gördüğünde bir tepki vermesi bekleniyordu kendisinden.

Genler baskın çıktı ve o öksürük sesi öpücüğün şiddetini kesti.

“Naz.” Alp’in sesi kısıktı.

Kıpır falan yoktu.

“Basılmış olabiliriz aşkım.” Sanki Süreyya duymuyormuş gibi.

Kıpır kıpır.

“İşte dediğim gibi Sapanca’ya götürürüm ben seni, Servet Abi ile kendin tanışırsın.”

Başını kaldırıp Süreyya’ya baktı.

“Siz de gelebilirsiniz bizimle. Evde bir kişilik daha yer var.” Zibidi.