Vurucu Bölüm 4
[Kötü çocuk]
Mahkemeye çıkmak da böyle bir şey olsa gerekti. Ayakları geri geri gidiyordu. Yaşları küçülmüş, elleri terlemişti. İçeri girmek istemiyorlardı. Öğrenmek de istemiyorlardı. Düzeni değişmesin diye her şeyi sineye çeken onca insanın hayatını cehenneme çeviren çaresizlik, şu an iki kardeşin omuzlarına çok ağır geliyordu.
Ama bu sahnede tercih hakkı yoktu. Bu sahne, Alp Kalaycı’nın sahnesiydi.
İçeride Reha Amcalarının olması çok şaşırtıcı değildi aslında. Sonuçta onun odasıydı burası. Ama büyükbabalarını tek kişilik koltuklardan birinde oturmuş bulmak, ikisinin de beklediği şey değildi. Şaşkın gözleri üç adam arasında gidip gelirken, Reha’nın sanki garip olan herhangi bir şey yokmuş gibi davranması ortamı biraz olsun normalleştirmeyi başardı.
“Gelin bakalım Kalaycılar. Yemek yediniz mi siz? Zeynep Hanım getirsin mi buraya bir şeyler?”
Kibar reddedişlerden sonra Doğu büyükbabasına sarılmaya gitti, Doğa da babasına kaldı. Alp Kalaycı, kendisine ürkek gözlerle ama omuzlarını dikleştirerek bakan kızını bir süre süzdü. Ne olacaktı şimdi? Sarılacaklar mıydı?
Doğu’nun araya girip babasına sarılmasıyla o sahne oynanmadan atlandı. Doğa kendisini büyükbabasının kucağına atıp bir öpücük aldıktan sonra ilk bulduğu boş koltuğa oturdu. Doğu da yanına.
Reha koltuklar yerine yemek masasındaki sandalyelerden birisini seçmişti kendine. Böylece hem ortamın içinde hem de uzağında olmayı başarabiliyordu. Babası ise büyükbabasının karşısındaki diğer tek koltuğa oturmuştu. Bakışları birbirine takılıyor, gizli bir dilde anlaşıyorlardı.
İkisinin de çok karizmatik erkekler olduğunu düşündü genç kız. Büyükbabası baştan aşağı otorite saçıyordu. Bembeyaz saçlarına rağmen dinç bedeniyle yıllara meydan okuyordu. Ama babası… O her şeyin en çoğuydu. En yakışıklı, en karizmatik, en ürkütücü, en uzak, en yakın, en yalnız… değil mi? Yalnızlıktı o üzerine yapışıp kalmış olan. Bunu neden şu anda fark etmişti ki? Babası saklamaktan vazgeçtiği için mi?
Doğu şaşkın, ortamı anlamaya çalışıyordu. Kendi elini tutarak yanında olduğunu belli ederken, babasının karşısında olmak istemediğini belli edecek şekilde de ortama gülümsüyordu. Ama onun tüm çabalarına rağmen odada iki taraf vardı. Geçmiş ve bugün… Bu ikisini birbiriyle karşı karşıya getiren, annesinin hayatlara dokunuş biçimiydi. Naz Ural’a gelenler ile Naz Ural’dan gelenler… Aralarında uçurumlar vardı.
“Benim dünyaya gelmeme neden olan adamı hiç görmediniz siz. Ziya Kalaycı’yı.”
Ups. Diğer dede. Babanın babası. Bahsi edilmeyen adam.
“Zehrini size bulaştırmasını istemediğim için bizden uzak olması en uygunuydu.”
Doğu ile gözleri birbirine kenetlendi. ‘Sen biliyor musun onunla ilgili bir şey?’ ‘Hayır, bende bir şey yok.’ Tamam. Gözler anlaşmıştı.
“Ama beni ondan koruyacak kimse yoktu.”
Babası kelimeleri ortaya koyarken, beyninin gerisinde o günlere bakıyordu. Oradaydı. 1993 yılında. Yirmi dört yaşında.
***
Annem benim doğumumda ölmüş.
Doktor söylemiş ona önceden. Doğuramazsın demiş. Doğurursan ölürsün demiş. Babam için annem o kadar önemliymiş ki asla çocuk istememiş. Anneme bir şey olmaması için her zaman korunmuş. Prezervatif kullanmakla yetinmez, dışarı boşalırmış. Tek, annem güvende olsun diye. Ama bana engel olamamış.
Annem hamile kaldığında bunu babamdan gizlemiş. Babam öğrendiğinde artık çok geçmiş. Annem beni çoktan hayatı pahasına sahiplenmiş.
Alp Kalaycı doğar… Nermin Kalaycı ölür… Ziya Kalaycı’nın içinde iyiye dair ne varsa onlar da karısıyla birlikte ölür. Bizim ailenin özeti budur.
Çok zengindik. Zenginlik sana bir anne ya da baba alamıyor ama. Tek başına kalıyorsun. Babamı ne sıklıkta gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Onu görüp görmediğimi bile hatırlamıyorum. Çok büyük bir termal otelin sahibi olarak her gün bir başka odadan, bir başka kadının yanından çıktığını biliyorum ama.
Bir daha hiç evlenmedi. Bir daha hiç sevmedi. Yedi, içti, para kazandı, seks yaptı ve benden nefret etti. Yaşamının özeti bu.
Ben o otelde büyüdüm. Rastgele. Bir gün birileri baktı, diğer gün birileri. İşten ayrılana kadar bazıları bana anne olurdu. Ya da bakıcı.
Ama hiç değişmeyen biri vardı ortalıkta… Aşçımızın oğlu. Çok uzun süre uzaktan baktık birbirimize. Arkadaş değildik. Arkadaşlığı bilmezdim ben. Ama uzak da olsa onun hiç değişmeyen varlığı benim için bir dayanak olmaya başlamıştı. Onu gördüğümde kendimi güvende hissederdim.
Senelerce sustuk. Bu arada büyüdük. Okula gidiyorduk. Farklı okullar. O hep takdir getiriyordu, beni de babamın gözüne girmek isteyen öğretmenler derse girmesem bile geçiriyorlardı. Yüksek notlarla hem de.
Ortaokulda okuma yazma bilmiyordum. Aşçının oğlu bunu anladığında, derslerini benim yanımda çalışmaya başladı. Konuşmuyorduk ama o bana harfleri gösteriyordu. Bakmıyormuş gibi yaparak öğrendim. Bana anlatmıyormuş gibi yaparak öğretti. Adını bile bilmiyordum.
Kızlar liseden önce başladı. Babam gibi, her odada günübirlik bir kızım vardı. Yatıp çıkardım. Onların da adlarını hiç öğrenmedim. Ama aşçının oğlunun adını öğrendim. Reha.
Sanırım onun sayesinde hayatta kalabildim ben. Normal taklidi yapabilecek kadar normali tanıdım. Normale benzedim. Fiyakalı bir kolejde derse girmeden en yüksek notlarla mezun olurken, devlet okulunun kitaplarından o dersleri öğrendim.
Neden yaptığımı bilmiyorum. Öğrenmekle bir ilgim yoktu. Bok gibi param, bok gibi yakışıklılığım vardı. Yediğim önümde, yemediğim ardımda. Her gün bir kadınla beraber olurken değil, sadece Reha ile ders çalışırken kendimi yalnız hissetmiyordum. O yüzden de onunla geçireceğim zamanı asla kaçırmıyordum.
Bakmaya bakmaya tüm dersleri öğrendim. Matematikte onun çözemediği bir soruyu ben çözebildiğimde, ilk kez sevinç naraları arasında birbirimize sarıldık. Sonra utanıp bir sonraki döneme kadar birbirimizin yüzüne bakmadık.
Sonrası çorap söküğüydü. Dersler… notlar… konuşmalar… kızlarımı onunla paylaşmaya gönüllü oldum. İstemedi. Küstüm. Paylaşmayı kabul etmediğini anladığımda, istediğini tamamen ona verdim. Ben ellemedim. O zaman aldı.
Kahvaltıda açık büfeden çeşit seçer gibi. Öyle verdim. Bu senin, bu benim. Öyleydi çünkü öyle gelirlerdi. Benimle yatmaya gelirlerdi. Benimle para harcamaya, onlara verebileceklerimin en çoğunu almaya gelirlerdi. Benim normalim hep buydu.
Sonra Reha vazgeçti. ‘Seçmek istiyorum,’ dedi. Bu bana bir şey ifade etmedi. O kız arkadaşlarını otelin dışından buldu, otele getirmedi. Bir sene süren bir ilişkisi oldu, bir kere bile görmedim. Kimse görmedi. Ayrıldığında teselli ödüllerimi de kabul etmedi. Otelin en güzel kızları… İstemedi. Ayrıldığı kızın arkasından haftalarca içip içip ağladı. Anlam veremedim.
Sonra lise bitti. Üniversite dedim, babam hangi arabayı istediğimi sordu. Lise hediyesiymiş. Sonra Avrupa biletleri geldi. Kızlar… İçki… Çok içki değil ama çünkü Reha alkolü sevmezdi. Ben de sevmedim onunla, nedense.
Reha üniversite sınavına gireceği zaman, benim adıma da başvurduğunu söyledi. Gidemezdim ki, biletim vardı. Babam beni Amerika’ya yolluyordu. O zaman bana, “Baban seni yok etmeye oynuyor. Gelecek misin bu oyuna?” diye sordu.
Babam beni yok etmeye oynuyor…
Düşündüm. Reha olmasa okuma yazma bilmeyecektim. Şaka gibi bir lise diplomam olacaktı ama ne matematik, ne fen, ne edebiyat bilecektim. Coğrafya, tarih, İngilizce… hepsi Reha sayesindeydi. Dışarıdan… Onun derslerine yancı olarak… Ve babam, tüm bunlardan habersiz beni sadece zamanımı boşa harcamaya yönlendiriyordu. Bir asalak olmaya… Aslında babam beni içki, uyuşturucu, kumar ve kadına yönlendiriyordu. Ama Reha vardı ve babam bunu bilmiyordu.
İnandım. Bütün eğitim şanslarımı harcadığımda, babam benim para akışımın da sonunu getirirse sokaklarda aç biilaç sürünmekten başka yapabileceğim bir şey olmadığını anladım.
İstediği bu muydu? Sefahatten ya da sefaletten ölmem. Benim annemi öldürdüğüm gibi o da beni mi öldürecekti. Annemin ölümü nasıl doğal yollardan kabul edildiyse o da bana doğal kabul edilecek ölümler mi hazırlıyordu?
Benim hiç suçum yoktu ki.
Amerika’ya gittim ama sınav zamanı geri döndüm. Otelde hiç görünmeyip Reha ile sınava girdim. Zordu, yine de Reha gibi işletme bölümünü kazandım. Babama serseriyi oynarken sınıfları geçtim. Ne alkol, ne uyuşturucu, ne kumar. Ama kadınlara hiç hayır demedim.
Yakışıklı varis. Sadece benimle şanslarını denemek için otelde kalmaya gelen onlarca kadın. Her güne yeni bir kadın. Abartı mı sanırsınız? Kadınlar… Kimi tam bir çakaldır. Erkeği seksle yakalamaya çalışır. Kimi saftır, salaktır. Kötü çocuğun kendisinde final yapacağına inanır. Kötü çocuk bunu bilir, yatağa gidene kadar o kadını hayatında fark yarattığına inandırır… Daha yatağından çıkmadan adını unutur. Kadınlar… Hepsi çok hoş ve boştur. Kötü çocuk ne sekse tav olur ne eğitilir. Onların bu hevesini de aletini hoşnut etmeye kullanır.
Ben kötü çocuktum. Kötü olmaya çalışmadım. Kötü çocuktum. İyinin ne olduğunu birazcık Reha ile görmüştüm. Bunun dışında elimde örneğim yoktu. Sadece odalar arasında dolaşıp aletini rahatlatan bir babam vardı. Bu yüzden hiçbir kadın benim finalim olamazdı. Onların hepsi birer bedendi. Sarışın, esmer, ak, kara, mavi gözlü, kahve gözlü, düz saçlı, dalgalı saçlı, iri göğüslü, tahta göğüslü, geniş kalçalı, dar kalçalı, ince belli, kalın belli, uzun boylu, kısa boylu hepsi aletimi içine gömeceğim sıcak bir mağara olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmezdi. Bakire ya da yalama olsun, tohumlarımı plastik bir koruyucunun içinde güvene alır, sonra önüme hangisi gelirse dalardım. Hiç fark etmezdi.
Neden fark etsin ki? Bir kadın nedir ki? Benim hayatımda hiç kadın olmadı. Hiç kucaklanmadım ben. Kimse sarılmadı bana. Başımı okşamadı. Yanında yatırmadı. Ben karanlıklarda hep yalnızdım. Beni tahrik etmeyen yumuşak bir dokunuş hayatımda hiç var olmadı. O yüzden yattım, kalktım. Siktim, bıraktım. Arkamı döndüğümde bir tekini bile anımsamadım.
Bu zevk döngüsü arasında, babamın ruhu bile duymadan üniversite de bitti. Reha kısa dönem askerliğe yine ikimizi birden yazdırdı. Babam beni yine Amerika’da sandı. Reha otelde işe başladı. Ben açıkta kaldım. Ve 93 yılı her şeyi bitirdiğim, artık yeterince dinlendiğim, hatta artık sıkıldığım bir yıl olarak hayatımdaki yerini aldı.
93 yılı. Babamın yirmi dört yılda yapamadığını benim yaptığım yıldı.
93 yılı… Kendimi yok etmeyi başardığım yıldı.