Vurucu Bölüm 38
[Adalet]
“Hiç mi anlamamış? Ağrı falan?”
“Yok. Kondurmamış. Öğrendiğinde bütün vücudu sarmış.”
“Zormuş be Servet Abi. Yani… Büyüt, okut, o yaşa getir…”
“Zor evlat. Zor. Bıraktım Bülent’imi Cebeci Mezarlığı’nda anasının koynuna, sattım her şeyi, geldim buraya.”
Büyük bir yudum aldı rakısından. Gündüzler bir şekilde sağda solda geçiyordu da bunsuz çekilmiyordu geceler.
“Niye burası? Yani neden İzmir’e dönmedin de Sapanca’ya geldin?”
“Benim hanım buralı. Ev de onundu zaten. Üçümüzün bu evde yaşamışlığı çoktur. Gelirdik tatillerde. Özellikle de Bülent küçükken. Kokuları sinmiş ikisinin köşeye beriye. Arada gelir burnuma. Başka yerde işim ne?”
“Sevdiğinin kokusu hiç gitmiyor değil mi abi burnundan?”
“Gitmez.”
“İyi.”
Tek kaşını kaldırıp baktı Servet oğlana. Gölün kenarında yaktıkları ateşin kıvrak dansı yüzüne vuruyordu.
“Sevdiğin mi var?”
Sessizlik uzundu. “Var.”
“İyidir sevdiğinin olması. Kuru kuru geçip gitmek de var bu dünyadan.”
Dalmıştı yine oğlan karanlığın seyrine. Ketumdu. Hiç konuşmamıştı geldiğinden beri. Gönülden dinlemişti ama.
İkinci gün, evde yatmasını şart koşmuştu Servet. “Hastalanırsın, uğraşamam seninle.” demişti. Ama her gün doğuşunda oğlanın sessizce gölün kenarına gittiğini de bilmişti.
“Anlatırsan dinlerim.”
Sonra yarım saatte oğlan da ses etmedi Servet de. Zorla olmazdı bu işler, bir daha üstelemedi.
“Anlatmayı beceremiyorum abi. Sen sorduğundan beri düşünüyorum, nasıl anlatırım diye… Kelimeler saçma geliyor. Ne söyleyecek olsam yanlış oluyor. Ne onu anlatıyor ne beni… O yüzden susuyorum abi.”
Kaybolmuştu bu oğlan. Bu kocaman dünyada, bir nokta kalmıştı. Ne yeri vardı, ne yurdu. Yazık olmuştu.
“Seviyor mu seni?”
Can geldi o yüze. Renk geldi. Gülümsedi.
“Seviyor.”
“Yeter o zaman. Kavuşursunuz siz illa ki.”
Oğlana biraz destek lazımdı sadece. Şunun şurasında üç dört günlük tanışıklıkları olmuştu. Bir haftaya çözerdi onun dilini.
Gündüzleri kendi işine bakarken, oğlan zamanını gölü seyrederek geçiriyordu. Aslında kendisiyle hesaplaşıyordu galiba. Çünkü hiç boş bakmıyordu. Hep düşünceli, hep karma karışıktı.
Sonrasında, sandıktan kitaplarını çıkarmıştı Servet. Oğlanın oturduğu yere taşlardan bir ocak yapmış, önüne de semaveri koymuştu. Battaniyesine sarınıp gölün kenarında kitap okuyordu artık oğlan. Yüzüne renk gelmiş, bakışları biraz daha sadeleşmişti. O hüzün hiç gitmiyordu ama artık daha yumuşak bakıyordu.
İki haftanın sonunda, çantasından pabuç kadar bir alet çıkarmış, bunun telefon olduğunu iddia etmişti. Arkadaşı o gün arayacaktı. Alp Reha’nın aramasını beklerken biraz da heyecan yapmıştı. Çünkü Naz’dan haber alacaktı.
Reha aramadı.
Aslında Reha bir ay boyunca her gün aradı. Ama ŞEBEKE YOK yazısının ne anlama geldiğini ne Alp anladı, ne Reha akıl etti. Aradığı numaraya hiç ulaşılamadı.
***
“Ya şarja takmadı, ya telefonu açmadı Süreyya Bey. Başka açıklaması yok. Ulaşılamıyor diyen kadın sesinden nefret ettim.”
Yorgundu Süreyya. Artık neredeyse hiç uyumuyordu. Alp bulunsun ve sorunlardan hiç olmazsa bir tanesi çözülsün istiyordu.
Kanlıca’daki evin son rötuşları yapılıyordu. Naz’ın katı bile birkaç eksik dışında tamamdı. Burak ve Reha iyi anlaşmışlardı. Reha’yı önce ayak işlerine bakacak sanan Burak, onun şirketteki işlere aşinalığını gördükçe daha farklı davranır olmuştu. Oğlan sıkıydı. Alp gibi karı kız peşinde değildi. Üstlendiği işi hakkıyla yapıyordu. Bir ayda herkesin sözünü dinlediği adam olmuştu. Şirkette Reha Bey, hastanede ve evde Reha idi. Ailedendi. Aileden olmayı hak etmişti.
Ne kadar hak ettiğini kimse Süreyya kadar bilemezdi. Oğlanın öğrenmeye olan açlığı doyurulamazdı. Her bilgiyi su gibi emiyordu. Zekiydi. Her şeyi, herkesi parmağında oynatıyor, bir orkestra şefi gibi insanları yönetiyordu. Organizasyon yeteneği muhteşemdi. Yorulmuyor, bozulmuyor, azalmıyordu. Sanki yıllardır fındık işi yapıyordu.
Süreyya son bir ayda daha gergin ve huzursuz bir adam olmuştu. Reha’nın varlığı üzerinden yük almış olsa da ona söylememeyi tercih ettiği çok fazla konu vardı. Ziya Kalaycı… Reha’ya yeterince zarar vermişti zaten. Daha fazlasına gerek yoktu. Reha temiz dünyasına geri dönmeyi hak ediyordu.
Alp… Süreyya o zibidiyi bulduğu an canına okuyacaktı. Alp olmadan Naz’ın içi boşalmıştı. Ruhsuz bir beden o yatakta yatıp sadece beklemişti. Programı doluydu. Burak’la egzersizler, beslenmesi, terapisi… Hiçbiri işe yaramıyordu. Naz bebeklerle ilgili konuşmuyordu. Karar vermiyor, plan yapmıyordu. Sanki her şey için Alp’i bekliyordu.
Sonra bundan da vazgeçmişti. Naz tam anlamıyla kaybolmuştu. Doktorların sorularına cevap veriyordu, evet. Burak çalışmalarından çok memnundu, evet. Naz fiziksel anlamda ilerleme de kaydetmişti. Evet. Ama… yine de bir bitki gibiydi işte. Süreyya’ya bu hissi veriyordu artık. Kızını o bedende bulamıyordu. Sanki Naz gitmiş, bedenini geride bırakmıştı. Süreyya bunun adını koymaya korkuyordu.
Akif ile başlattıkları ekip, zaman içinde büyümüştü. Listede hayatta olan bütün isimlere ulaşmış, hepsi ile görüşmüşlerdi. CD’ler sahiplerine iade edilmişti. Reha’dan kulüpteki yangını duyduktan ve çantanın dışında hiçbir şeyin sağlam kalmadığını anladıktan sonra Süreyya da rahatlamıştı. Artık herkese, elindekinden başka kopyası olmadığını söyleyebiliyordu. Bu, hepsi için özgürlük demekti. Korkunun sona ermesi, adalet istemek için güçlerini toplamaları demekti.
Adalet istiyorlardı. Hepsi. Kaybettikleri canlar, zamanlar, hayatlar için. Yaşayamadıkları çocukluk, gençlik ve mutluluk için… Aileleri, iç huzurları, kendilerine olan saygıları için. Hepsi adalet istiyordu. Ve adalet, onlar için ölüm değildi.
Süreyya’nın ana hatlarını oluşturup önlerine koyduğu planın ertesinde, emekli Hâkim Himmet Polat, Süreyya Ural’dan oluşumun dışında kalmasını rica etti. İyi niyetli olabilirdi. Kendilerinden taraf da olabilirdi. Ama o bir kurban yakını değildi. Bu yüzden de hala adalete inanıyordu. Bir noktada çatışacaklardı ve bundan hepsi zarar görecekti.
Haklıydı.
Sonrasında yaşananlardan magazin boyutunda haberdar edildi. İlk olarak, Kalyon Otel yılbaşında müşteri akınına uğramıştı. Kimliğini saklı tutan bir işadamı, personeline yılbaşı öncesinde on günlük tatil olanağı sağlamıştı. Bunun için Kalyon Otel seçilmiş, on iki kişilik bir grup otele yerleşmişti.
Önce, Ziya’nın olduğu ortamlarda, incelikle işlenen Parkinson sohbetleri ile adamın ilgisi çekildi. Kendisinde de vardı o titremeler… Evet, imzası bile bozulmuştu artık neredeyse. Ve ne güzel bir haberdi ki… Küba’da yaşayan bir Türk doktor, tedaviyi bulmuştu.
Grup bunu nereden biliyordu? Çok sevgili patronları bu hastalığı o doktor sayesinde tamamen yenmişti. Ama tedavinin işe yaraması için geleneksel tedavilere hiç başlanmamış olması gerekiyordu.
Doktorun adı gizliydi. İzinsiz deneyler yaptığı için ülke sınırları içinde faaliyet göstermesi yasaktı. O da belli dönemlerde Gönen’de bir arkadaşının harasında sadece referansla gelen hastaları tedavi ediyordu. Ve inanılır gibi değil ama şu anda bir aylığına oradaydı!
Yalnız bu bilgiler çok gizliydi. Kimse duymasındı.
Tüm bunları bir kerede duymadı Kalaycı. Belirtileri asansörde, patronu kulüpte, çiftliği yemekte, tedaviyi havuzda farklı kişilerden bölük pörçük duydu. İçine yayılan huzursuzlukla kendini inceledi. Derhal doktoruna başvurup testlere girdi. Hastalığın seyrini, yapılabilecekleri öğrendi. Hayır. Tedavi falan yoktu. Ama belli diyetler ve…
Ziya diyetlerle hiç ilgilenmedi. Tedaviyle ilgili bir programa girmeyi de reddetti. Otele dönüp grubu otelin en saygın müşterileri olarak ağırladı. Gruptaki kadınları yatağa atmaya hazırdı ama işe bakın ki buna hiç gerek kalmamıştı.
Öyle candandı ki hepsi, Ziya’yı çok sevdiler. Onunla grup olarak zaman geçirip titremelerine şahit oldular. Onu bir hastalığı olabileceği konusunda uyarıp derhal bir doktora görünmesini tavsiye ettiler. Bunu yaparken de gözlerini kaçırdılar. Malum… Konu gizliydi.
Teşhisi itiraf eden Kalaycı, bütün albenisini kullanarak doktorun adını ağızlarından aldı. Referans olarak da kendi patronlarının araya girme sözünü… Grup otelden ayrıldıktan bir hafta sonra müjde Ziya’ya ulaştı. Doktor onu tedavi etmeyi kabul etmişti.
Çiftliğe gidene kadarki bir haftada Ziya Kalaycı derin düşüncelere daldı. Yaşlanmaya başladığını çok net olarak fark etmişti. Kırk beş yaş… Giderek gençleşmeyecekti. Ama bu badireyi atlatıp döndükten sonra, hayatını değiştirmek ona iyi gelecekti.
Alp, ilk defa olarak bir işe yaramış ve babasına bir aydınlanma yaşatmıştı. Naz. Naz Ural. O kızı aklına çok takmıştı. Alp ortalıktan çekilmişti çekilmesine de Süreyya Ural da delicesine önlem almıştı kızının etrafında. Naz’a hiçbir şekilde ulaşamaz olmuştu. Yan binada komple bir kat Naz için kapatılmış, görevliler sadece erkeklerden seçilmişti. Onlar bile sürekli olarak görev almıyorlardı. Bir gün bir grup, başka gün başkası… Bu değişimin bir düzeni bile bulunmuyordu.
En büyük yenilgisi de, bebeklerin tahliye edildiğini gösteren kayıtlara erişmesi olmuştu. Artık finoları yoktu. Başını çoktan ezmiş olması gereken oğlu yüzünden üçünü de kaybetmişti.
Tamam. Sorun yoktu. Ha o kız ha bu kız. Sakat olduktan sonra fark etmezdi. Kendisine özenle birini seçer, sonra onu yine özenle hamile bırakırdı. Gelsin finolar.
Bu durumda büyük bir sorunu vardı tabii. Adamları… Finoları onları kesmezdi. Onlar hiç olmazsa göğüsleri baş vermiş dişiler isterlerdi. Alıştıkları düzenden mahrum kalınca kendi ödüllerinin peşine düşecek, eninde sonunda polise açık vereceklerdi. Bir kez yakayı kaptırınca da çeneleri açılacaktı.
Hayır. Finoları dışında onları çok mutlu edecek bir çözümü vardı. Bayılacak, hayatlarının sonuna kadar onunla oynayacaklardı.
Bu sefer bir cargovan aldı onlara. İçinde isterlerse aynı anda on ikisi birden aynı kızla oynayabileceklerdi. Sevdiler bu fikri.
“Kız çok küçük olmasın patron,” dedi en heveslisi. “Hepimizi rahatça ağırlayabilsin.”
“Merak etme sen. Görüntüleri yeni oyuncağınıza göndereceğim. İçlerinden seçeceğiniz bir tanesini gidip alacaksınız. Sonra da on gün izinlisiniz. İyice doyun birbirinize.”
Adamlar önce gidip kendileri için hazırlanan aracı aldılar. Sen kullan ben kullanayım kavgası yaptılar. Sonra bir süre gezdiler şehirde. Tenhaya park ettiler sonunda. Kendileri için patronun kaydettiği görüntüyü açtılar. Kızlar… Birbirinden güzel, tatlı kızlar.
“Bir tanesi yerine hepsini alsak? On günümüz var lan. Döne döne sikeriz.”
Olurdu aslında. Hepsi çok tatlıydı. On sekizden büyüklerdi. Bu da demekti ki bol bol orgazm seyredeceklerdi.
“Patron itiraz etmez bence de. Hadi gidip hepsini alalım.” Ekran kapandığı an, kulakları sağır edecek bir patlama duyuldu. Boş park alanında önce metrelerce havaya fırlayan araç sonrasında büyük bir gürültüyle yere çakıldı. Alevler. Cam kırıkları. Yanık et kokusu. Kavrulmuş bedenler. Kahkaha atan minik bedenler… gülümseyen babalar… gözyaşlarını silen anneler… gökyüzünde dans ettiler.