Vurucu Bölüm 37

Vurucu Bölüm 37

[Satranç]

Alnından şıpır şıpır ter damlayan adam, kararmış, canı kaçmış gözleriyle ekrana daha fazla bakamadı. Oynatıcının içinden CD’yi çıkarıp kırmak istercesine sıktı.

Tam on üç yıl önce Kalaycı’nın ayağına dolanmıştı. Araştırdığı bir dosyada adı çıkınca altını deşmişti. Kalaycı onun yönelttiği soruları dinlemiş, tek bir kelime etmeden arkasını dönüp gitmişti. Üç gün sonra da on dört yaşındaki Pırıl’ının bir fotoğrafını bırakmışlardı masasına. Yüzü görünmeyen çıplak bir adamın önüne diz çökmüştü. Adamın bir elinde elma şekeri vardı. Ama Pırıl’ın ağzındaki şeker değildi.

Çıldırmıştı Akif. Ne olduğunu soran arkadaşlarına hiçbir şey diyememiş, tekrar bakmıştı fotoğrafa. Çıplak kızını görmemeye çalışmış, suç mahallini inceler gibi adama odaklanmıştı. Sonra… arkasını çevirmişti fotoğrafın.

Kızların birbirinden güzel. Allah bağışlasın.

Orada tükenmişti Akif. On dört yaşındaki Pırıl’ından başka on iki, on ve sekiz yaşlarında üç kızı daha vardı. Dosya dolabına yürümüş, içinde Ziya Kalaycı ile ilgili ne varsa yırtıp atmıştı. O gün, on yaş ihtiyarlamıştı.

Süreyya Ural adındaki adam dün kendisini arayana kadar, ite kaka bir yaşamları olmuştu. Pırıl bir daha hiç pırıldamamıştı. Başta, iyileşmesini bekledikçe kötülemiş, kâbuslardan kurtulamamıştı. Sonra… Aylar sonra hayatına devam etmeyi başarmıştı.

Meğer bitmemiş. Okul önünden almışlar kızı sonrasında. Biraz önce gözleriyle görmüştü bunu da. Kalaycı’dan sonra Pırıl’ın okulu gelmişti ekrana. Arabanın içinde farklı açılardan kayıt yapılmış, montajlanmıştı.  Ana tema belliydi. Avın ağa çekilmesi…

Elinde bir tomar fotoğrafla okulun önünde arabaya yaslanmış bekliyordu Ziya’nın adamı. Pırıl geçerken önüne birini atıyordu. Kızı onu yerden alıp gören oldu mu diye korkuyla çevresine bakıyor, en küçük parçasına kadar yırtıyordu. Bir tane daha atıyordu adam o zaman. Daha uzağa. Pırıl koşup onu da yırtıyordu. O sırada biri daha yere düşüyor, Pırıl koşuyor, Pırıl yırtıyor, Pırıl ağlıyordu. Elinde kalan son fotoğrafı arabanın yanından geçen çocuklara uzatıyordu adam. Çocuklar ne olduğunu anlamak için uzanırken Pırıl adama koşuyordu. Adam fotoğrafla birlikte kızı da kendine çekip kapıyı açıyordu. Çocuklar şaşkın bakınırken Pırıl arabaya biniyordu. Adam içeri girip fotoğrafı ona veriyor, yırtmasını seyrediyordu. Pırıl’ın gözyaşlarını siliyordu. Arka koltuğa uzanıp yeni bir tomar fotoğrafı kucağına bırakıyordu. Bir süre artık tepki bile vermeye gücü kalmayan kızı seyrediyor, sonra arabayı çalıştırıyordu.

Daha fazla bakamamıştı Akif. Kalaycı’nın adamları merkezde bilinirdi. Hepsini o zaman araştırmış, haklarında tek bir şey bulamamıştı. Senaryo da belliydi. Akbabalar gibi kızına üşüşmüşlerdi. Aylar boyu yavrusunun yok oluşunu görmüş, anlamamıştı.

Gerçekten anlamadın mı?

Hayır! Anlamamıştı! Anlasa…

Ne? Ne yapacaktı anlasa? Ne yapmıştı ilkinde ki?

Artık akan damlalar ter değildi. Akif Erduran… Ellisine yaklaşmış heybetli adam… Elleriyle yüzünü kapatıp hüngür hüngür ağlıyordu. Nefret ediyordu. Çaresizlikten… Adaletsizlikten… Çocuklarını korumaya gücünün yetmeyişinden… Kalaycı gibi adamların elinde oyuncak oluşunu önleyemeyişinden… Polisti o! Polis! Adamlara hiçbir şey yapamıyordu…

 Bir süre sonra sakinledi. Masadaki peçetelikten çekip yüzünü toparladı. Süreyya Ural onu ta İzmir’den buraya çağırmıştı. ‘Ortak noktamız var.’ demişti. ‘Ziya Kalaycı.’ Buradaydı işte. Adam CD oynatıcıyı önüne bırakıp gitmişti.

Odaya dönen adamın Pırıl’ının aşağılanışını izlemiş olma ihtimaliyle sarsılarak bir kez daha acıya boğuldu.

“Bu… tek kopya mı?”

“Bilmiyorum.”

Kapandı gözler. “Nerede buldunuz bunu?”

“Birisi getirdi.”

Dikildi adam. Düşman o anda Süreyya Ural olmuştu. Öyle ya… Kimse durup dururken kimseye böyle bir şeyi getirmezdi.

“Neden?”

Bu iş hiç de Süreyya’nın düşündüğü gibi ilerlemiyordu. Yaptığı şeyin normal olmadığı çok açıktı. Elinde bir çanta dolusu şantaj görüntüsü vardı. Böyle bir çanta normal insanların elinde olmazdı. Onlar bunu görse polise götürürler, kendi başlarına iş çevirmezlerdi. Belki kendisi de Cengiz’i aramalı, işi ona devretmeliydi. Ama artık çok geçti. Bir saat sonra emekli hâkim de gelecekti. O gelmeden Akif Erduran’ı toparlamak zorundaydı.

“Akif Bey, Kalaycı şu an benim kızımın peşinde.”

Bunu duyduğu an kartal kesildi adamın gözleri.

“Benim şansım, bundan önceden haberdar olmak ve kızımın da kendi başına bir yere gitmeyecek olması.”

Fikir yürütmeden dinliyordu Akif. Meslek alışkanlığı.

“Çanta bana tesadüfen geldi. O sayede de Kalaycı’nın planlarından haberdar olabildim.”

Bu tesadüf mide bulandırıcıydı.

“Kimin getirdiğini bilmek istiyorum!”

“Üzgünüm. Bu bilgi kesinlikle size verilmeyecek. Ama sizi temin ederim, kimse için bir tehdit oluşturmuyor.”

Hayır. Buna Akif kendi karar verirdi.

“Bana kızıma yaşatılan bu işkencenin görüntülerini verip de getirenin elini kolunu sallayarak gitmesine izin vermemi bekleyemezsin Ural!”

Yok. Bu iş gerçekten Süreyya’nın boyunu aşmak üzereydi. O yüzden ortak tek noktalarına seslendi.

“Akif. İkimiz de babayız. Çocukları için korkan iki baba. Bunlar çok ağır konular. Herkesle konuşulmaz, anlatılmaz. Kimseye güvenilmez. Haklısın. Ama rica ediyorum. Kendi çocuğum kadar sizlerin çocukları için de canım yandığı için şu an buradasın. Yoksa… CD’lerin hepsini yok eder, kendi kızımı koruma peşine düşerdim.”

İşe yaradı. Akif bir anda polis kimliğinden sıyrılıp dertleşen iki babadan biri oldu.

“Kızın nerede? Güvenliğini nasıl sağlıyorsun?”

‘Eve kilitledim’ demeyi ne çok isterdi. Ya da ‘Yurtdışına gönderdim. Orada okuyacak artık’…

“Hastanede. Kapısında iki koruma var.”

“Kahretsin! Zarar vermiş mi?”

Adamın acıma yüklü bakışlarıyla karşılaşmamak için içinden hiç konuşmak gelmiyordu.

“Kızım ameliyat sırasında felç oldu Akif ve hayır, bunun Kalaycı ile ilgisi yok. Çocukluğundan beri süregelen bir durum.”

Bu kez Akif anlamadı. Oysa yüzündeki o bomboş bakış Süreyya için çok anlamlıydı.

“Kızın bir şeye mi şahit olmuş? Kalaycı için tehlike mi?”

“Akif. Kalaycı benim gözlerinden başka bir yerini kıpırdatamayan kızımı istiyor.”

“Hadi canım, olur mu öyle şey?”

Konuşmadı Süreyya. Öylece baktı Akif’e.

“Yok artık!”

Baktı.

“Abi nasıl bir sapıkla karşı karşıyayız biz? Niye ölmüyor lan bu? Niye biri öldürmüyor?”

“Kurbanlarını özenle seçmiş Akif. Onların dışında da kimse hiçbir şey bilmiyor.”

Lanet olsun!

“Kaybedecek çok şeyi olanları seçmiş.”

Akif gibi.

”Kızımı alabilmek için beni öldürmesi gerek. O da sanırım bunu planlıyor.”

İşte şimdi, işin şekli değişmişti. Evet, bu adamın da kaybedecek çok şeyi vardı. Hayatı değil… Kızı.

“Pekâlâ Ural. Şimdi. Neden bana geldiğini bilmiyorum. Polis olduğum için ise, kendi kızını koruyamamış bir polis olarak çok da iyi bir referansım yok. Ama… Bu işe birlikte kafa yorabiliriz.”

Başını kaşıdı. Ekrana bakıyor ama sadece düşüncelerini görüyordu.

“Felçli kızı istemek nedir ya!”

Çok gerildiği her hücresinden belliydi.

“Bu herif bir ruh hastası. Normal insanlarla aynı yerde olmamalı. Ama kanıtlayamayız. Çok parası var. Gücü… Elinin uzanmadığı yer yok. Her yerde ailesini korumak için her şeyi yapacak insanlar var. Ve Kalaycı, onların arasında örnek bir vatandaş olarak dolaştıkça hepsi onun avucunda.”

Gözlerini kısıp bir süre düşündü.

“Öldürebiliriz.” Süreyya’ya şöyle bir bakıp düzeltti. “Öldürebilirim.”

“Ailen var. Başlarında olmalısın.”

“Ee, öldürmüyoruz, hapsedemiyoruz, ne olacak peki?”

“Neden biraz daha geniş düşünmüyoruz Akif?”

Bu Akif’i aşardı.

“Geniş derken?”

“Elimdeki tek görüntü senin kızınınki değil. Otuz yıllık kayıtlar var.”

“Abi ne diyorsun?”

“Pırıl Erduran, on iki sayfada listelenmiş isimlerden sadece bir tanesiydi.”

Küçük bir hesap nefesini düğümledi Akif’in. Bu kadar organize bir pislikle nasıl başa çıkılırdı?

“O hayvan ölmek zorunda!”

“Tabii, sonra ailen Ziya’nın adamlarıyla baş başa kalsın, öyle mi?”

Dehşetle açıldı Akif’in gözleri.

“Başıboş kalınca sağa sola saldırır o itler. Ama senin ailen her durumda ilk hedef olur.”

Sadece düşüncesiyle bile içi sıkıştı adamın.

“Hepsini öldürmek lazım!”

“Biz on beş kadar adamı yakalanmadan öldürebilecek kadar organize suçlular mıyız Akif?”

Hayır. Bunu Akif de yapamazdı. Öldürürdü, evet! Hem de zevkle. Ama liste tamamlanmadan yakalanırdı.

“Ne olacak peki?”

“Biraz satranç oynamaya ne dersin?”

***

İlk hamle, elde neler olduğunu iyi anlamaktı. O yüzden ertesi sabah şirkete gidip Reha’yı kapattı odasına.

“Zibididen haber var mı?”

“Yok Süreyya Bey. O bizi aramadıkça ona ulaşma şansım hiç yok.”

“Pekala. Şimdi… Şu çantayı anlat bana.”

Önce beyaz, sonra mora çaldı Reha’nın rengi. Midesi ekşidi, safra hareketlendi. Yutkundu.

“O…”

Yutkundu. O kelimeleri artarda dizmek istemiyordu.

“İçindekileri biliyorum Reha.” Oğlanın dehşet içinde açılan gözlerine bakıp elini omzuna koydu. “Sakin ol.”

“Bakmamalıydınız!”

Alp’in annesi! Anneannesi! Hayır! Onları görmemeliydi kimse! Neden bakmıştı ki bu adam onlara!

Reha’nın giderek kararan yüzünden tedirgin olan Süreyya “Alp ve Naz tehlikede Reha. Kaynağı da Ziya Kalaycı. Bakmak zorundaydım. Kızımı korumak zorundayım.”

Alp ve Naz?

“Nasıl tehlikede?

“Ziya Kalaycı Naz’ın odasındaydı.”

Yani?

“Orada olmaktan da çok hoşnuttu.”

Hoşnuttu derken?

“Reha!”

Bir şeyi anlaması bekleniyordu ondan. Süreyya Ural kızarmıştı. Öfkeden… Kendisini sıkmaktan… Ziya Kalaycı Naz’ın odasına girmiş, orada hoşnutmuş, nasıl hoşnutmuş? Bu durum Alp’i ve Naz’ı tehlikeye atıyormuş, Süreyya Bey de bunu kelimelere dökmek…

Nasıl yani?

Öyle hoşnut mu?

“Yok ebesi!”

Mama kabı… İtaat… Naz… Kurban…

“Tanrım! Alp! Alp nerede!”

Şükür. Bu çocuk çok zekiydi. Bir kez daha hoşnutlukla seyretti oğlanı.

“Alp burada olmazsa, babasını Naz’dan uzak tutabileceğini sanıyor.”

“Bu doğru değil! Alp yüzünden yapmıyor o bunu! Alp’le hiç ilgisi yok… Onu uzaklaştırmış bilerek!”

Bingo.

“Şimdi Naz’ı koruyacak kişi sayısı azaldı. Hem de en yürekli olanı.”

Lanet olsun, lanet!

“Bana her şeyi anlat Reha. Ne biliyorsan. En başından. Naz’ı koruyabilmek için her şeyi bilmeye ihtiyacım var.”

Ve Reha bir koltuğa çöktü, bakışları yıllar öncesine dalarak başladı…

Bitirdiğinde üzerinden saatler geçmişti. Süreyya’nın gözünde Alp Kalaycı kadar Reha Bozkent de bambaşka bir yere yerleşmişti. Bu iki çocuk… Bundan sonra ailedendi. Yeter ki o zibidyi başına bir şey gelmeden önce bulabilsinlerdi.

Tam kapıdan çıkarken, duraklayıp “Seda hemşire dedi ki…” evet bunu söylemesi şarttı. “Onu kandırıp Naz’la ilgili bilgi almış.”

Kaybolan peçete! Seda mı? Ama…

“Kalaycı’nın Parkinson hastalığı varmış ama kendisi bilmiyormuş.”

Sonra gitti.

Süreyya’nın allak bullak olan yüzü duyduğu üzüntüyü yansıtıyordu. Yıllardır tanıyorlardı onu. Naz ilk kez bu hastaneye geldiğinden bu yana… Ama artık Naz’ın yanına yaklaşamazdı. O artık bu hastanede bile olmamalıydı. Telefonunu kaldırıp Burcu’yu çaldırdı. “Atam Hastanesi’nin başhekimini bağla bana.”