Vurucu Bölüm 36

Vurucu Bölüm 36

[Göl]

Soğuktu. Kuştüyü monta rağmen üşümüştü. Ama trenin içi sıcaktı ve bu, kolunun zonklamasına neden oluyordu.

Biri nereye gittiğini sorsa, cevabı yoktu. Apart otelden ayrıldıktan sonra Haydarpaşa’ya kadar yürümüş, trenlerin gelip gidişine bakarken de onlardan birine binip bu şehirden tamamen uzaklaşmak istemişti. Nereye? Önemsizdi. Ucu Atam Hastanesi’ne çıkmayacak her yola gidebilirdi.

Gişede arkasında görevli olan tek bankoda sıraya girdi. Kafasını neye salladığını bilmiyordu ama adam ona bir bilet vermişti. Bakmadı bile. Gişeden ayrılan insanları takip etti. Onlarla birlikte bindi. Tek isteği oturmak ve gözlerini kapatmaktı.

Cam kenarına yerleşip sırtındaki çantayı kucağına aldı. Bu acil durum çantası her zamanki gibi Reha’nın eseriydi. Pasaportun ve gerekli şeyler bunda demişti Reha. Gerekli şeylerin ne olduğunu bilmiyordu. Yine de otel odasından çıkmadan, kapının kenarında durduğu yerden alıp sırtlanmıştı.

Artık Alp, bu sırt çantasından ibaretti. Birkaç parça giysi, pasaportu, kişisel bakım malzemeleri, bir de o hiçbir işe yaramayan telefonu. Cüzdanında kimliği, bulduğu ilk çöp kutusuna atacağı kredi kartları ve onu birkaç gün ancak idare edecek parası vardı. Umursamadı.

Koşturan insanların hızlı hareketlerinden kaçmak için gözlerini elindeki bilete dikti. 23 Kasım 1993. Kalkış Saati 12:37. Hayatı nasıl da değişmişti. Yılsonunda Amerika’ya gitmiş olacakken, şimdi adını umursamadığı bir yere kaçıyordu. Adapazarı. Aşinaydı. Naz’dan uzaktaydı. Naz. Sadece Naz yakındı ona. Geri kalan her şey uzaktı.

Gözlerini kapattı. Sabahın altısından bu yana yürümekten acıyan ayaklarının farkına vardı. Sıcaktı. Çok sıcak. Anlamsızca yakmışlardı kaloriferi. Isınmak değil kavrulmaktı şu an bacaklarının yaşadığı. Ama cam kenarındaki fitillerden soğuk geliyordu. Umursamadı.

Şehrin içinden tıkır tıkır çıkan trenin sesini dinleyerek kayboldu düşüncelerinde. İstediği kadar başkaldırıp isyan etsin, ilk andan beri babasının kurbanı olmayı kabullenmiş olduğu gerçeğinden kaçması mümkün değildi artık. Yirmi dört sene boyunca hiçbir şeyi sorgulamamış, ona sunulanı kabullenmişti. Para… Yalnızlık… Seks… Reha…

Bir kez olsun babasına soru sormamıştı. Onun sevgisizliğini kabullenmiş ama değiştirmek için yapabileceği bir şey olup olmadığını merak etmemişti. Reha olmasa, çok farklı kayıplarla baş başa olacağını biliyordu artık. Sadece nedenini bilmiyordu.

Babasını hiç tanımıyordu Alp. Görünen hiçbir özelliği tanımlamıyordu onu. Zenginliği, yakışıklılığı, zekâsı… Hayır, onun gerçek kimliği odasındaki o mama kabında gizliydi. Alp bundan adı gibi emindi. İtaat istiyordu adam. Katıksız itaat. Karşı koyan herkes onun nefretine maruz kalıyordu. Kendisi onlardan biriydi. Belki annesi bile…

‘İstemediği hiçbir şeyi yaptıramazdın ona.’ Demek denemişti.

Peki ya Naz ve bebekler? Onları neden istiyordu Ziya Kalaycı? Düşündüğü an buz kalıplarıyla sarmalanıyordu içi. Naz’a bakarak mastürbasyon yapmıştı babası! Onun Naz’ına. Neden? Ne heyecanlandırmıştı onu? Naz’ın acizliği mi? Zevk bunun neresindeydi?

Mama kabı… Felçli kadın… İki bebek… Ortak nokta Ziya’nın onların karşısında güçlü hissetmesi miydi? Bir bebeğin karşısında sahip olunacak güçte uyarıcı ne vardı? Dünyanın hiyerarşisi zaten zayıftan en güçlüye giden bir yapıya dayanıyordu. Her güçlüden daha güçlüsü, her zayıftan daha zayıfı mutlaka bulunurdu. Anlayamıyordu. Zevk, paylaşılınca güzeldi, dayatılınca, çalınınca, yakıp yıkınca değil…

Ruhen sakat bir adamın genlerini taşıyor olmak ürkütüyordu Alp’i. Bu acaba genetik miydi? Bebeklerine taşıyabilir miydi? Ama bebekler… doğmayacaklardı ki. Alp’in de başka bebeği olmayacaktı. Annesi Naz olmayan hiçbir bebeğe baba olamazdı Alp. Yapamazdı.

En son Naz’a dokunmuş olmayı ne çok isterdi. Ama ikizlerdi. Naz’ın içine sokulmayı başaramadığı o günün sonrasındaki iki günü, Naz otelden ayrılana kadar ikizlerle geçirmişti. Bu yüzden kendisini kirli hissediyordu. O gün değil… Şimdi… Var gücüyle o görüntüleri zihninden uzaklaştırmaya çalıştı. Midesi bulanıyordu. Kusmak istiyordu. En son Naz’a dokunmuş olmak istiyordu. Bunun için hayatının sonuna kadar pişmanlık duyacağını biliyordu.

Gözlerini açıp camdan dışarıyı izledi bir süre… Her yer kirli bir sarı, soluk bir yeşil ve mat bir kahverengiydi. Belki cam kirliydi, belki hayat. Ama içine umut ya da heyecan salacak en ufak bir renge kavuşma ihtimali artık yoktu.

Sonra… Gri-mavi bir renk çarptı ruhuna. Öyle beklenmedikti ki… Naz! Onun gözlerinin rengi… Kayboldu gözden, yeniden belirdi sonra. Kalbinin sadece bir renkle gümbür gümbür atmasına güldü. Neydi o? Deniz mi? Ama buralarda deniz yoktu bildiği? Dikildi yerinde iyice… Neresiydi burası? Maşukiye yazmıştı biraz önce bir yerde. Şimdi? Kırkpınar. Burnunu cama dayayıp baktı içini ısıtan renge. Trenin yavaşladığını hissetti kalbi çarparak. Evet! İnmeliydi burada! Bu renkte kalmalıydı o! Yanındaki adamı neredeyse ezerek çıktı koridora. Tren yavaşlamıştı iyice. Duracaktı! Sapanca… Tabii. Göl. Naz’ın Gölü.

Durdu tren. İlk inendi o trenden Alp. Ve tek binmeyen… Gözleri göle dikili, öyle seyretti özlediği gözleri…

Trenin gittiğini çok sonra bir çocuk simit tepsisini burnuna dayadığında fark etti. İster miydi? İsterdi. İki simit. Çok acıkmıştı. Naz’ın gözlerini görmek acıktırmıştı Alp’i.  

İstasyondan çıkar çıkmaz bir bank bulmak en büyük lüks olsa gerekti. Gülümseyerek oturdu üzerine. Çantası yanında, simidi elindeydi. Ufak ısırıklarla kemirirken Naz’a kendini yakın hissetmenin renkleri geri getirdiğini fark etti. Artık canlıydı yeşil de sarı da. Kahverengi artık kuru toprak değil, bereketti. Yandaki kahveden askıda gelen çay bir nimetti.

Kahveci, tek eliyle hem simidi hem de bardağı tutmaya çalışan oğlanı seyretti ilgiyle. “Kahveye gel, peynir domates doğrayayım sana. Daha rahat yersin masada,” dedi.

“Sağ ol. İyi böyle.” Naz’dan uzak olurdu orası.

Israr etmedi adam. Ama kahvede günün konusu etti delikanlıyı. Eli davul gibi şiş… Yüzü yara bere, dikiş… Bankta hiç kıpırdamadan Sapanca’yı seyretmiş…

Akşama doğru ağrı nefesini kesecek kadar arttığında, mecbur kalktı banktan Alp. Kahveciye yaklaşırken çok da fazla ayakta kalabilirmiş gibi görünmüyordu.

“Dayı, buralarda doktor bulunur mu?”

İki saattir yan masada oturup oğlanı izleyen orta yaşlı bir adam ayaklandı.

“Traktöre binmem demezsen, hastaneye kadar götürürüm seni. Yolum üstü.”

Gerçekten mi? Nasıl insanlardı bunlar?

“Teşekkür ederim.”

Kalan son gücünü de traktöre binmek için harcayınca, yolda acıdan bayılan oğlanı omuzuna dayadı Servet. Kimdi bu? Neyin nesiydi? Hem merak ediyor hem de başında bir iş olup olmadığından çekiniyordu.

Çok da uzak değildi hastane. İzmit yoluna bağlanırken, çingene mahallesi dedikleri yerdeydi. Traktörü bahçe dışında durdurup atladı aşağı. Sonra da oğlanı sırtladı.

Bahçeden geçerek iki katlı binaya kadar oğlanı taşımakta bir şey yoktu. Beş altı tane merdiveni çıkmakta da öyle. Ama onu doktora teslim edip traktöre döndüğünde… oğlanın çantası… Bülent’inin de vardı böyle bir çantası. O da gezerdi böyle o köy benim şu köy senin… Veteriner çıkmıştı yeni… Sonra da ölmüştü. Üç ayda. Kolon kanseri demişlerdi.

O yüzden gidemedi Servet. Elinde çanta… Hastane bahçesindeki çınarlardan birinin altındaki banka ilişti. Bekledi. Parmağı kırıkmış, doktor öyle dedi. Bir de yumuşak doku zedelenmesi…

Akşama doğru bıraktılar oğlanı. ‘İlaçlarını ihmal etme’ dedi doktor. ‘Bir ay sonra çıkar alçı. Ama bu iki üç gün bu ağrı kesiciyi düzenli al.’

Başını salladı da dinlemediğini bildi Servet. Oğlan babasıydı o, aklında başka bir şey oldu mu bilirdi.

“Bırakayım seni gideceğin yere.”

Gönlü yoktu oğlanın bir şeye.

“Yürürüm ben. İstasyon ne tarafta kaldı?”

“Tren yok ki sabaha kadar.”

“Olsun.”

“Ne yapacaksın oğlum istasyonda? Kapalı oralar şimdi hep.”

“Olsun.”

“Oğlum hava soğuk. Sıfır dereceydi gündüz. Gece eksiye varır. Buralar senin alışık olduğun yerlere benzemez. Buz tutarsın göl kenarında.”

“Otel falan varsa istasyona yakın…”

Başını kaşıdı Servet. “Burada olmaz öyle şeyler. Biletin ne zamana?

Ses yoktu.

“Oğlum senin gitmeye gönlün de yok gibi. Derdini bir söylesene önce.”

“Gölün yakınında olmak istiyorum.”

İyi değildi bu çocuk. Hiç iyi değildi hem de.

“Akıllısı beni bulmaz ki! Bin bakalım şu traktöre.”

Gölün kenarından devam etti yoluna Servet. Oğlanı yolda konuşturmaya çalıştı bir iki. Adını öğrendi. Bir de nereden geldiğini… Sapanca’da gölü görünce indiğini…

On beş dakika sonra, göl kenarındaki derme çatma evine geldiğinde indi traktörden. Oğlana hiçbir şey demedi. Eve girdi, sobayı yaktı. Çayı koydu üzerine. Rakının yanına iyi giderdi.

Pencereden, oğlanın eve gelmek yerine göl kenarına tünediğini gördü. Sırt çantasını arkasına yastık yapmış, yaslanmıştı. İki battaniye çıkardı dolaptan. Koltuğunun altına sıkıştırdı. Dolaptan da rakısını, suyunu, iki bardağını aldı… Oğlanın yanına yola koyuldu.

“Altına ser bunun birini.”

Şaşkın oğlan elindekilere bakarken bıraktı battaniyeleri kucağına. Yere oturdu. Bardakları dizdi önüne, rakıları koydu yarıya kadar.

“Sek içerdim eskiden. Mideyi deldik o yüzden. Suyla içiyorum artık. Sen alıyor musun su?”

“Ben sevmiyorum içmeyi.”

Şaşkın baktı adam. “Sevilmez mi bu meret?”

Düşmanın elinde silahsa sevilmez.

O gece adam içti, Alp seyretti. Adam konuştu, Alp dinledi. Çayı getirdi, rakıyı yeniledi… Saatler sonra adam gitti, Alp bekledi. Üzerindeki battaniyeye rağmen üşüdü, ses etmedi. Sabaha karşı… Hava aydınlanmaya başladığında gözleri gri-mavi göle ilişti. Yüreği biraz olsun sakinledi.

O da açmış mıydı acaba gözlerini? Tavana mı bakıyordu şimdi? Onu düşündüğünü hissediyor muydu? Özlediğini, onsuz tükendiğini…

“Özür dilerim Naz. Her şey için.”

Ölene dek her saniye bunu söylese… Bir şey fark eder miydi?

Kapattı gözlerini.

***

Korkuyordu Süreyya. Naz’a baktıkça korkuyordu.

Görünürde her şey yolundaydı. Naz sakin, değerleri düzgündü. Burak, belirlediği günlük programı anlatmış, yapmaları gereken hareketleri göstermişti. Doktor gelmiş, bebeklerle ilgili her şeyin yolunda olduğunu söylemişti. Hemşireler gelmiş, magazin haberleriyle günü renklendirmişlerdi.

Naz.

Naz iyi değildi. Süreyya bunu yüreğinin en derininde hissediyordu.

Kimsenin olmadığı bir an, uyur gibi görünen kızına bakıp “Geri gelecek.” dedi. Gözler açıldı. Tavana bakıldı… Kapandı yeniden.

“Gelecek Naz. Söz veriyorum.”

Tek bir kirpik bile kıpırdamadı.

Odadan çıktığında zibidinin olmasına alıştığı yerde Reha oturuyordu artık. Süreyya’yı görür görmez ayaklandı.

“Oteli de aramamış Süreyya Bey. Herkese tembih ettim, arayacak olursa verdiğiniz numarayı aratacaklar.”

“Bir daha düşün oğlum. Bir arkadaşı, gidebileceği birileri…”

Reha’nın yüzündeki çaresizliğin tanımı yoktu.

“Hiç parası da mı yok!”

“Çantayı almış Allahtan. Pasaportun arasına biraz para koymuştum.”

“Yurt dışı çıkışları ve hastaneler Cengiz’de. Anında haber verecekler. Ama parası olmayınca otele gidemez. Nerede kalacak bu çocuk?”

Gülümsedi Reha.

“Şeytan tüyü var onda. Her yerde kalabilir.”

Süreyya Ural’ın çatık kaşlarını görünce de şaşaladı.

“Bunu Naz’ın yanında söyleyeyim deme genç adam.”

Gülmekle gülmemek arasında kalmanın bundan daha çok yaşanacağı bir an olmazdı herhalde. Her ihtimale karşı ciddi durmayı tercih etti Reha.

“Burcu işe giriş işlemlerini halletmek için kimliğini bekliyor. Şimdi gidip annenle Gayrettepe’deki lojmana yerleşin. Kadını otel köşelerinde süründürme.”

Reha’nın bir karış açılan ağzı bir daha asla kapanmayacakmış gibiydi.

“Ne işi?”

“Detayları sonra konuşuruz. Şimdi sen sadece anneni rahat ettir ve Alp’i bulmaktan başka hiçbir şeyle uğraşma. Ekrem seni şirkete götürecek. Burcu sana her şey için yardımcı olacak. Araba, avans, eşya… Ne gerekiyorsa yap ve o zibidiyi bul bana.”

Tamam, bile diyemedi Reha. Büyük ihtimalle hayatının tümünde aptal göründüğü tek an bu olmuştu. Her şeyi çözümleyen, önceden görüp sorunları halleden, istemeyene bile çare olan Reha Bozkent ilk defa ne yapacağını bilemeden öylece Süreyya Ural’a bakıyordu.

“Ayrıca, ben sigara içmiyorum.”

Hı?

“Hadi git git git.”

Eliyle oğlanı resmen kovalayan Süreyya, sırıtmak için arkasını dönmeyi zor bekledi. Çalışanların yanında laubali görünmek ona yakışmazdı. Akşam… Önemli bir toplantısı vardı. Herkes gittikten sonra Himmet Polat ve Akif Erduran’ı ağırlayacaktı.