Vurucu Bölüm 35

Vurucu Bölüm 35

[Karma]

Bilmiyordu. Naz’dan başka hiçbir şey bilmiyordu. Onu o hastane yatağında bir başına bırakıp adımını dışarı attığı andan bu yana sanki dünya üzerinde kaybolmuştu.

Bütün gece kulağına sevdasını fısıldamaktan fazlası gelmemişti elinden. “Senin bedenin, benim ruhum… İkimiz aynıyız, bunu sakın unutma.” demişti ona. “Adresini bilirsem ayaklarıma söz geçiremem. Semtini bilirsem sokak sokak arar yine bulurum seni. O yüzden şimdi bu kapıdan çıkıp gideceğim. Senin olmadığın yerlerde nasıl nefes alınır bilmiyorum ama alacağım her solukta senin güvende olduğunu bileceğim.”

İçer gibi bakmıştı taptığı gözlerine. Ne talep ediyordu Naz, ne itiraz. Git de demiyordu, gitme de. Tüm kararlar Alp’e kalmıştı. Çünkü Naz hayatın içinde yoktu. Kendisini bu hayata ait görmüyor, ne verilirse yetiniyordu. Bu değişmek zorundaydı.

“O pisliğin sana zarar veremeyeceğine inandığım gün seni bulacağım Naz. Her neredeysen oraya geleceğim. O yüzden, bedenine ve ruhuna çok iyi bak. Onunla yapabileceğin her şeyi yap. Yapamadıklarını yapmak için uğraş. Ben gelene kadar… Sonrasında hepsini birlikte yapacağız. O güne kadar sakın, ama sakın vazgeçme.”

Gözyaşlarını kurulamıştı sonra kızın.

“Bana inanıyor musun?”

Evet.

“Sana geleceğime inanıyor musun?”

Evet.

“Söz ver bana. Dediklerimi yapacağına söz ver.”

Gözlerini bir kez daha açıp kapattı Naz.

“Sen benim sevgilimsin. Bunu sakın unutma.”

Son kez dudaklarına dokundu Naz’ın. Öpmedi. Öpmekten fazlasıydı dokunması. Her bir hücresini hissetti. Kaç yıl sürerse sürsün, bu anı her gözünü kapattığında yaşayacağını bilerek derin bir nefese Naz’ın kokusunu hapsetti, sonra odadan çıktı.

O andan bu yana kaç saat geçtiği hakkında bir fikri yoktu. Yürüdü, yürüdü. Tam beş kez, yürüdüğü yollar hastaneye geri döndü. Tanıdık yerleri gördükçe arkasını döndü, yürüdü. Uzaklaştıkça Naz’a döndü ayakları. Döndükçe yine yürüdü…

Bu şehirde kalmanın tüm yolları Naz’a çıkaracağını anladığında, İstanbul’dan ayrılmaya karar verdi. Apart otelin yakınlarındaydı. Reha’yı son bir kez aramak ve gittiğini söylemek için odaya çıktı. Oysa boş oda yerine Reha’nın annesinin sert bakışları karşıladı onu.

Hep böyle bakmıştı bu kadın ona. Kınayarak. Şimdi de gözlerine bakmak yerine altındaki dikiş izine dikmişti gözlerini.

“Alp Bey.”

Kadının adını bilmiyordu. Ne acı değil mi? Hayattaki tek arkadaşı için en önemli insanın adını Alp bilmiyordu. O yüzden bakmakla yetindi. Kapının dışında öylece durduğunun farkında değildi.

“Bir şey mi istediniz?”

Ne isteyebilirdi? Kadının odada oluşu öyle beklenmedikti ki kalkanları, maskesi, metelik vermez gülümsemesi aklına bile gelmedi.

“Alp Bey?”

Ses artık tedirgindi. Bir şey isteyip istemediğini hatırlayamadı. Buraya neden geldiğini de hatırlayamadı. Gidecekti. Sadece bunu hatırladı.

“İyi misiniz? İçeri girin isterseniz.”

İyi değildi. İçeride onun için bir şey yoktu. Dışarıda da yoktu. Alp için hiçbir yerde bir şey yoktu.

“Aa, ağlama oğlum, dur ne oldu?”

Oğlum…

“Ah yavrum, gel içeri, kalma kapıda, gel şöyle otur bakayım.”

Kapıya sürtünen kolundan müthiş bir ağrı yayıldı bedenine. Nedenini anlayamadı. Ama inlemesini kadın kaçırmamıştı. Tüh tühler vah vahlar arasında içeri sürüklendi.

“Ben sana buz getireyim. Vah oğlum vah! Ne oldu yavrum eline?”

Bir bardak su dayandı burnuna. Bardağı alıp kana kana içti. Bir havluya sarılmış buz da elinin üzerine yerleştirildi.

“Reha da burada yok ki! Hastaneye gitmen lazım senin. Kırık bu bak, ben diyeyim sana. Elin şişmiş, morarmış, Allah korusun kangren olursun! Ben ne yapayım sana ha? Söylesen bana ha?”

Gözlerini kapattı. Hiç sesi çıkmıyordu. Hıçkırmıyordu. Damlaları ardı ardına aşağı bırakıyordu.

“Güzel oğlum. Güzel gözlü oğlum. Ağlama kuzum. Çok mu yanıyor canın? Götüreyim mi seni bir hastaneye?”

Kadına yük oluyordu. Herkese yük oluyordu. Gitmeliydi. Sağlam elini gözlerine bastırdı. Yaş akmasını böyle engelleyebilecekmiş gibi durdu, bekledi.

Gerçekten de dindi yaşlar. Derin nefeslerle sesini, soluğunu düzene soktu.

“Reha’ya gittiğimi söyler misiniz? Dönmeyeceğim. Beklemesin beni.”

Anne içgüdüsü belki, oğlunun bu gidişten mutsuz olacağını fısıldadı yüreğine. Hiç sevmezdi bu oğlanı ama ilk defa bugün, ona potansiyel bir tehlike olarak bakmaktan vazgeçmişti. Otelden ayrıldığı içindi belki de…

“Bunu ona kendin söylesen daha iyi olmaz mı?”

Başını iki yana salladı oğlan.

“İki hafta sonra bugün, hediyesi açık olacak. Söylerseniz o anlar.”

Kadın itiraz edemeden kalktı oturduğu yerden. Geldiği gibi sessizce yürüdü şehrin keşmekeşine.

Reha ise onu Naz’ın odasının yakınlarında arıyordu. Kapının önündeki iki yeni adam dışında ortalarda kimse görünmüyordu. Ne Alp, ne Süreyya Bey. Bir de çok meşgul olduğu belli olan bir hemşire.

Reha hemşireyi hatırladı. Durmadan gülümseyen, kapı önünden geçerken bile içeriye, Naz’a laf atan kadındı. Alp, harfleri hemen ezberlediğini söylemişti. Aşka inanıyordu. O yüzden Alp ile Naz’a gönülden yardım etmişti.

Bankoya yaklaştıkça, kadının bomboş bakan gözlerinde ne sıcaklık ne inanç olmadığını hissetti Reha. Ne olmuştu bu kadına böyle? Büyük bir kayıp haberi almış gibi, bomboştu.

Önündeki isim etiketine bakıp, “Seda Hemşire, merhaba,” diye söze başladı.

Baktı kadın ona. Kim olduğunu anlamadan… Belki de ne dediğini duymadan. Yüzü bir garipti. Çarpılmış gibi. Hayır, dudağının bir tarafı şiş ve kızarıktı. Aslında dudakları komple şişti de bir tarafı daha da havalanmıştı. Kadının dayak yemiş gibi bir hali vardı ama bu fiziksel değildi. Görünmez izler, kırıklar, kanamalar vardı ruhunda. Öyle bir darbe ki… o ruh bu bedende daha fazla kalamayacak gibiydi.

“Siz iyi misiniz?”

Kaygılanmıştı Reha. Kadın gözlerinin önünde paramparça oluverecekmiş gibi hissedip tedirgin oldu. Yanlış bir şey vardı. Çok yanlış bir şey. Bomboş bakışlar yüzüne odaklandı.

“Gazeteciyim demişti.”

Kim?

“Araştırma yapıyormuş burada.”

Ölen bir hasta falan mıydı acaba?

“Gördüğüm en güzel gözlerin sahibi.”

Sevgilisi mi acaba? Ne oluyordu? Bir hastane koridorunda Reha bir hemşire ile ne yaşıyordu?

“Arkadaşının babasıymış.”

Ne?

Arkadaşının babası.

Ziya Kalaycı. Burada. Hastanede. Telaşla etrafına baktı. Her yer ıssızdı. Korumalar dışında ortada tek bir nefes yoktu.

Adamın adı geçtiği an taşlar yerine tıkır tıkır oturdu. Kadının suratına yerleşmiş olan o boşluk… Gözlerdeki o donukluk… Bunu o küçük kızların, kadınların görüntülerinde de görmüştü Reha. Midesi bulandı. O ruh hastası bu kadına bir şey yapmıştı…

“Kimin dilekleri bir anda gerçek olmuştur ki zaten?”

Kadının yaşadıkları her neyse, dün kendisinin yaşadıklarına çok benziyordu. O şu an kiminle konuştuğunu bile bilmiyordu. Kelimeler, yaşananları zihnine kabul ettirmek içindi. Kadın, geçirdiği travmayla kelimeler aracılığıyla başa çıkmaya çalışıyordu.

“Sorular… sorular. Naz nasıl. Babası nerede. Kapıdakiler kim. Sevgilisi nerede… Her cevaba bir…” sustu. “…bir…” sustu. Tek bir damla yaş gözünün kenarında toplandı. “…ödül…”

O an yapılabilecek en yanlış şeyin kadının konuşmasının arasına girmek olduğunun bilinciyle sustu Reha. Dinledi. Ziya Kalaycı’nın bir kurbanını bu kez görüntülü değil, canlı olarak izliyordu.

“Onlar geldi sonra.”

Onlar. İpin ucu kaçıyordu ama Reha onların kim olduğunu soramıyordu.

“Fotoğrafım vardı ellerinde.”

Kahretsin! Tabii ki biliyordu Reha onların kim olduğunu. CD’lerde Ziya’dan sonra hep onlardan en az biri vardı görüntüde. Kızlarla. Bir ayin gibiydi sanki. Önce Kalaycı, bir manken kadar hareketsiz bedenleri sömürüyordu. Ardından farklı kıyafetler ve zamanlarda aynı beden adamlarına geliyordu.

Anlayamamıştı başta Reha. Ya arabada ya da oteldeki odada çekilmişti görüntüler. Gizli kamera olmalıydı. İtiraz yoktu. Karşı koyma… Aksine, bu kez manken kadar hareketsiz duranlar adamlardı. O gözyaşları olmasa… adamları baştan çıkaranın kızlar olduğu sanılabilirdi. Sonra… adamlar o bedenleri parçalıyorlardı. Aç köpekler gibi. Tenhada kıstırmış gibi.

Ayin… Acı, kan ve gözyaşı…  Av ve avcı… Canını değil ama geri kalan her şeyi alıyorlardı avlarından. Seda Hemşire gibi böyle ıssız bırakıyorlardı.

“Canını yaktılar mı?”

Değişmedi kadının yüzündeki bakış. “Hayır.”

“Polise gidelim. Ben gelirim seninle. Bırakma bunu onların yanına.”

Nereden aklına gelmişti şimdi bu? Ama kadın o kadar yörüngesiz kalmıştı ki, ona el uzatmaktan başka bir şey düşünememişti Reha.

Yine boştu kadın. “Zevk aldım.”

Yok canım!

“Profesyonel hepsi. Fizikçilerin kasları tanıması gibi tanıyorlar kadın bedenini. Nereye dokunursan ne tepki verir… Beyinden bağımsız beden nasıl sikilir.”

Sustu kaldı oğlan.

“Ruhun ağlasa da bedenin doyum için yalvarıyor. Çünkü uyarılmaktan canın acıyor. Ruhunu cayır cayır yakıyorlar ama çektikleri görüntüde orgazmın oluyor.”

Bilmiyordu Reha bunu. Ne kendi bedenini ne insan bedenini böylesi tanımıyordu. Ona göre, ruhu uyanmadan bedeni uyanmazdı. Bu onun naif dünyasında geçerli olan koşullardı. Bunun dışı ona yabancıydı. Sustu.

Damar yolundaki tıkanıklık açılmış gibi, kadının gözlerine bir an can geldi. Garip bir parlaklık gelip yerleşti içlerine.

“Karma. Varmış gerçekten.” Gülümsedi. Hastalıklı bir gülümseyiş. “Parkinson başlangıcı var onda. Haberi yok.” Daha çok gülümsedi. “Amcamdan biliyorum. Pis bir hastalıktır. Erken teşhis kazandırır.”

Kat kapısının açılıp kapanmasıyla arkasını döndü. Seda da o sırada arkadaki odada gözden kayboldu. Gelen Süreyya Bey idi. Dün gece kimse uyumamış olmalıydı. Onun da gözaltları morarmış, yüzü çökmüştü.

“Nasıl oldun bakalım? Dinlenebildin mi?”

Bu adamın yanında hem rahat, hem tedirgindi.

“Evet efendim. Dinlendim.”

Yalansızdı ilgisi. Gözlerinin içine bakarak dinliyordu cevabı.

“Teşekkür ederim. Her şey için.”

Önemsiz olduğunu belirtircesine elini salladı Süreyya.

“Ne dedin de üzdün Seda kızımı bakayım?”

Keşke. Keşke o kadar basit bir üzüntü olmuş olsaydı…

“Gel de şu zibidiyi çıkaralım odadan. İkinizle de konuşmak istiyorum.”

Ama oda boştu. Sadece Naz. Saatlerce ağlamış gibi kızarmış gözleriyle bitkin düşmüş, uyuyordu.

“Nerede bu oğlan?”

Üç saat önce odadan ayrılmış. Korumalar, onu bırakmamaları gerektiğini bilmiyorlarmış.

“Yahu kovsan da gitmezdi ki?”

Kaşları çatılmış, huzursuz olmuştu. Babasının ardından onun Naz’dan uzak durmaya karar verdiğini biliyordu ama kendisi gelmeden onu tek başına bırakıp gideceğine ihtimal vermemişti. Sanki gidişi bile asırlar sürecekmiş gibiydi.

“Reha.”

Huzursuz gözleriyle adama döndü genç adam.

“O zibidiyi bulman lazım.”

“Tamam. Otele gitmiştir zaten. Nereye gidecek?” Batırdık, der gibi buruştu yüzü. “Eyvah. Hemen annemi aramalıyım. Onlar pek… anlaşamazlar da.”

Koşarak hemşirelerin odasına gitti genç adam. Arkasından bakan Süreyya için bunun adı gençlikti. Ani hareketler, heyecanlı tepkiler, adrenalin…

Yatağın yanına gidip kızına baktı. Bu zibidi durmadan üzüyordu bu kızı. Ne olacaktı bu iş böyle? Birkaç dakika sonra kapıdan giren oğlanın yüzü kireç gibi beyazdı ve söylediği o tek kelimeyi Süreyya hiç beklememişti.

“Gitmiş.”