Vurucu Bölüm 33

Vurucu Bölüm 33

[Oğlum]

Yüksekteki güçler Naz’ı kendilerine şamar oğlanı olsun diye yaratmışlardı herhalde. Öyle ya… Her şeyi vardı. Para. Sevgi dolu bir aile. Harika bir sevgili. İkiz bebekler. Hepsi vardı işte, yalan mı?

Para vardı olmasına da hiç cüzdanı olmamıştı. Harçlık almamış, parayı içine dizmemişti. Gitmediği mağaza ya da restoranlarda hiç ödeme yapmamıştı. Para bankada duruyordu.

Kıskanılacak bir aileydi onlar, doğruydu da birlikte geçirdikleri zamanın neredeyse tümü bir hastane yatağının kıyısında yaşanmıştı. Dans ya da kayak dersleri yerine fizyoterapi seansları olmuştu. Hastanede kayıtları aile boyu tutulmuştu.

Gözlerinde fırtına esen sevgilisi yüzünden bütün hastane onu kıskanıyordu. Birlikte iki bebek yapmışlardı ama vücutlarında ben olup olmadığını ikisi de bilmiyordu. Birkaç özel dokunuşu paylaşmışlardı. Öpüşmenin, dokunulmanın, Alp’in parmaklarıyla yaptığı o şeyin harika olduğunu biliyordu Naz ama bacaklarını iyice açınca canının çok acıdığını da öğrenmişti.

Ve bebekler… Yüksek güçlerin Naz’a en büyük şakası. Tüp bebek merkezlerinin hınca hınç dolu olduğu bir dünyada, üstelik bunun için gerekeni yapmayı bile becerememişken Naz’ın rahminde iki bebek vardı.

Gemide kaçak var Houston! Kargo bölümüne saklanmışlar.

Evet. Naz’ın kıskanılacak yaşamı…

Tahliye et de ne demek Houston! Nasıl bırakayım ben onları tek başlarına dışarı! El ele de tutuşsalar kaybolurlar!

Seçim yapmak istemiyordu. Bebekler hakkında karar vermek istemiyordu. Alp’e git demek istemiyordu. Kimse için yük olmak istemiyordu. Babasına her şey için teşekkür edip onu kendi hayatını yaşamakta özgür bırakmak istiyordu. Dışarı çıkıp koşmak, çılgınca kahkaha atmak ve Alp’e sarılmak istiyordu. Ultrasonda bebeklerine hayranlıkla bakıp tekmelerini hissetmek istiyordu.

Bedeninin hala hayata tutunmaya çalıştığını bilmek çok saçmaydı. Bitmişti işte. Nokta koymasına izin verilmeliydi. O nokta konulmayınca insan cümle devam edecek sanıyordu. Etmeyince bunu hazmedemiyordu.

Lütfen! Kendi başına yapamıyordu! Biri o noktayı koysundu!

Aynı noktayı özleyen bir diğer yorgun da Süreyya idi. O artık neye tükeneceğine şaşırmıştı. Dert ikiye katlanmıştı şimdi. Gönlü doğmalarını istese iki dert, istemese iki dertti. İkiz bebek. İki tane bebek. İki minik Naz. Ya da… İki zibidi! Babalarını nasıl Naz’ın yanından uzaklaştıramıyorlarsa, zibidileri de kızının rahminden tövbe çıkaramazlardı.

İki minik Naz. Gülümseyecek gibi oldu… Gözü yatakta hiç kıpırdamadan tavana bakan kızına ilişince içindeki heyecan geri kaçtı, yerine kasvet çöreklendi.

İki minik Naz. Kararı kendisinin vermeyecek oluşuna gizliden sevindi. Doktora, bebeklerin doğmasının uygun olmadığını söylemek Süreyya’yı bitirirdi. Kızından sonra bir de torunlarını kaybetmekti bu. Naz bir kayıptı. Doğmamış torunları da öyle. Aklından geçenlerden utanarak derin bir nefes aldı.

‘Bakarım ben onlara.’

Tabii tabii. Alp Kalaycı’ya güvenerek yola çıkmak, bile bile lades demekti. Hayır. Süreyya bu yola çıkacaksa, kendisinden başka kimseye güvenmeyecekti. Bakabilir miydi? İki bebek… Ve Naz. Bebekler sağlıklı olsa hem birbirlerine destek olur hem Süreyya’dan sonra annelerine bakarlardı. Ama ya…

Ah Naz.

Gözleri yine yataktaki kızına kaydı. Bebekleri öğrendiği an susmuştu Naz. Bu kez tamamen hem de. Konuşmamak değil. Alp’e bile kapatmıştı kendisini. Ve Süreyya onun aklından neler geçirdiğini tahmin edebiliyordu… Şapka tam önündeydi artık Naz’ın. Kendisiyle hesaplaşıyor olmalıydı. Şımarmak bitmişti. Umursamamalar da öyle. ‘En çok ölürüm,’ diyemezdi artık. Yaşamı hafife alamazdı. Sorumluluktan kaçamazdı. Sadece şu an vereceği karar bile, onun bütün hayatı boyunca karşı karşıya kaldığı tüm seçimlerin ötesindeydi. Ölmek kolaydı, iki canın nefesini kesmek ise insanı ölmeden mezara koyardı.

Doktorun ardı ardına patlattığı bombaların odada yarattığı hasar hiç toparlanamayacakmış gibiydi. Her şeye razı olan o zibidi öfkeliydi. İşin ilginci, Süreyya ona hak veriyordu. Kendi adına değil ama onun adına Naz’ın haksızlık yaptığını düşünüyordu.

‘Ah Süreyya. Bunun adı bir bacaksızın seni parmağının ucunda oynatması aslında. Ama Kalaycı Naz’a bunu kendisine yapma izni vermiyor. Sen derdine yan.’

Evet, Alp Naz’a bu izni vermiyordu. Çok… çok kırgındı. O, Naz’a tüm ruhunu açmıştı ve bu kendi seçimiydi. Aynısını ondan görmüyor olmak canını yaksa bile kırılmaktan öteye gidemezdi. Ama bu kırgınlık öyle alışık olmadığı bir şeydi ki bebeklerin iki tane oluşunun şokunu hakkıyla yaşayamıyordu.

Sevinirdi aslında. Odada parende atabilir, Süreyya Bey’e bile sarılabilirdi. Reha’yı arayıp İstanbul’a çağırabilir, deli kutlamalar yapabilirdi. Hatta sinsi sinsi kapı önünde dolaşıp korumalarla dedikodu yaparak içeriyi görmeye çalışan Burak’la bile yumruk tokuşturabilirdi. Öyle ya. İki bebek! Biri Naz, biri Alp. Kocaman bir aile olurlardı. Birini sağ koluna alırdı, diğerini sol.

Nasıl kokarlardı acaba? Güzel koktuklarını okumuştu bir yerde. İnsanın kendi bebeği nasıl kokardı ki? Sevdiği gibi mi? Naz gibi… Naz’ı özledi. Ama doktorun dediği… Kalbi acıdı yine. Kendisi tüm dünyayı karşısına almaya hazırken Naz mücadele etmeyi esirgemişti sevgilerinden. Demek, onun duyguları Alp’inki gibi yaşamsal değildi. Bir hevesti sadece.

Bebekleri kalbini ağrıtıyordu. Naz ise ruhunu.

“Şu durumundan çok ileride olmalıydı Naz,” demişti doktor. “Gözlerini oynatabiliyorsa ağzını da hareket ettirebilir ama bunu yapmıyor.” 

Yapabilir ama yapmıyor. Psikolojik olarak engel koyuyor. Neden? Tek başına yemek yiyemeyeceği için mi? Anlamsız seslerle söyledikleri anlaşılmayacağı için mi? Öyle mi? Ondan mı? Hatta… İşine geldiğinde başını çevirdiyse bunu daha ötesine taşıyabileceği halde; yapabildiği her hareket dikkati yapamadıklarına çekeceği için mi? Açamadığı parmakları, düzeltemediği kolu, hâkim olamadığı kasları… Bunları yaşamamak için mi istemiyordu Naz ötesini?

Kırıktı Alp, evet. Ve bununla nasıl başa çıkabileceğini bilmediği için de öfkeli. Duvara dayanmış, gözlerini yere dikmiş öylece duruyordu. O güne kadar gösterdiği özenin emaresi yoktu ortalıkta. Naz gözlerini görsün, odada nerede olduğunu bilsin… Hayır. Bu kez özellikle Naz’ın görüş alanının dışında, sesini çıkarmadan domuz gibi duruyordu.

Alp Kalaycı… Şu anda tam da hışımla kapıdan çıkıp bulduğu ilk kadını Naz’ın yatağına fırlatıp orada becerecek gibi görünüyordu. Ama tabii Süreyya böyle bir benzetmeyi aklından bile geçirmiyordu. O bu Kalaycı’yı tanımıyordu. Soğuk… Acımasız… Kontrolsüz… Bu Kalaycı… Süreyya Ural’ı kaygılandırıyordu.

Bu Kalaycı, Alp’i de kaygılandırıyordu. Naz’ın canını yakmak istiyordu. Gerçekten ama. Onun ruhuna saldırmak istiyordu. Bakışlarıyla aşağılamak, uzaklığıyla cezalandırmak istiyordu. Ona neler kaybettiğini anlatmak istiyordu. Alp’in bildiği tek dil seksti. Naz’ı başka kadınlarla cezalandırmanın ötesinde ne yapabilirdi ki? Ceza nasıl verilir bilmiyordu ki. Bugüne kadar hiç cezalandırılmamıştı ki.

Yine de, Naz’a karşı şefkat ve özlemden başka bir duygu yer bulamıyordu içinde. Onun ruhunu yakamazdı. Kendi ruhunu da yakamazdı. Başka bir bedene ceza için bile dokunmayı içi kaldırmazdı.

Boşaltabileceği bir kanal bulamadığı öfkesi içinde biriktikçe Alp boğulmaya başladı. İçi, dışı, bedeni, ruhu kızgın lavlarla kaplanmıştı. Sanki ağzını açsa püskürerek odaya, oradan da koridora, kata, diğer katlara akacaktı. Değdiği her şeyi kavurup kaplayacaktı. Yaşamı alacak yerine cansız bir soğukluğu yüzyıllarca taşıyacak olan hiçliği koyacaktı.

Baskıladığı öfke sonunda kendi bedeninde patladı. Yaslandığı duvara gömdüğü yumruk, hiçbir rakibin yaratamayacağı kadar hasar yarattı. Kırılan kemikten yolunu bulan öfke, acıya dönüşüp Alp’i yavaşça terk etti. Ancak o zaman… İçi soğuduğunda… Alp soluğu Naz’ın burnunun dibinde aldı. Öfkenin izlerini hala içinde taşıyan griler donuk gri-mavilere saldırdı.

“Ben sana ömürlük gelmişken sen benimle gönül mü eğlendiriyordun Naz?”

Bakmıyordu Naz Alp’e. Oradaydı gözleri. O taptığı gri-mavileri. Ama Naz yoktu içlerinde.

“Küçük olduğunu söyleyip uyarmıştı beni Reha. Ne kastettiğini anlamamıştım. Ben göğüslerinden ötesine geçememişken o senin ruhunu görmüş meğer.”

Yerinden dikilen Süreyya duyduklarına bir an anlam veremedi. Kızının göğüslerinden mi bahsetmişti bu zibidi?

“Otelde beni Nirvana’ya ulaştıracak onca kızışmış dişi varken, kuru bir ağaç dalı gibi karşımda bekleyen az gelişmiş bir yeni yetme ile ne işim olmuş olabilir sence?”

Kaygıyla Naz’a baktı Süreyya. Alp tepesine tünemişken normalde kıpır kıpır olan gözleri şu an hiçbir şeyi görmüyor gibiydi.

“İstediğim seks olsa seninle ne işim olmuş olabilir!”

Takdir kelebeklerinin kanatlarını çırparak uçuşmasına engel olmak ne mümkün… Bazen öyle bir laf ediyordu ki, Süreyya kendisini ona çok yakın hissediyor, sonra hızla o ruh halinden sıyrılmaya çalışıyordu. İşte şu an da tam böyle bir andı. Kim ne derse desin, bir gözü dikişli, eli morarıp şişmiş bu haylaz oğlan Naz için çırpınıyordu!

“Bedenin umurumda değil anlamıyor musun? Elini kolunu kullanıp kullanmaman… Anlamsız sesler çıkarıp çıkarmaman… Senin hayatta olduğunu kanıtlayan her ses bana müzik olur.”

O sesteki coşku… Seçilen sözcüklerdeki özen…

“Benim senin var olmana ihtiyacım var. Hayatta olmana. Bana bakıyor olmana… Çünkü sadece senin gözlerinde anlamlı geliyorum kendime.”

İhtiyaç…

“Böyle kal. Umurumda değil. Seni kucağımda taşırım her yere. Eğer bebeklerimizi sen de istersen, onları da taşırım. Hepinizi, hepinizi hayatımın sonuna kadar yüreğimde taşırım ben.”

Sevgi. Tanrım bu oğlan…  

“Ama beni, bu siktiğim hayata karşı birlikte mücadele etmeye değer bulmuyorsan şimdi söyle bana. Varlığımın güzel olan tek bir şeye bile neden olamayacağını, ne kadar gereksiz olduğumu bir de sen kanıtla.”

Korku…

Alp şu an içindeki her şeyi açık ediyordu ve karı koca arasına girilmez deyimi, anlamını tam olarak bu odada buluyordu. Tüm bunlara şahit olmak Süreyya’ya çok yanlış geldi. O yüzden odadan çıktı, korumalarla Burak’ı da yanına katarak kantine yollandı.

Asansör kapısının kapanışıyla merdiven boşluğunun kapısının aralanması aynı zamanda oldu. Kaliteli ayakkabılar ses çıkarmadan 428 numaralı odanın önüne geldi. Korumaları halletmek için dâhiyane fikirlerinden birisini uygulamasına gerek bile kalmadan oda boşalmıştı. Sadece Alp kalmıştı içeride. Alp ve üç finosu.

Kapının dışından bir süre içerideki sahneyi seyretti. Piçi kızgın gözlerle sakat kıza bakıp söyleniyordu. Kadınları önden arkadan ağzından burnundan sikmekten başka bir işe yaramayan piçi bu kızla fantezi yapıyor olsa gerekti. Belli ki o da avının ses çıkaramayışından zevkleniyordu. Belki de hazır kimse yokken ayaküstü… Eh, gen çekiyordu işte. Acaba eküri mi olsalardı. Sırıttı. İleride bunu düşünebilirdi.

Gözleri sabırsızca yatakta yatan kızın karnına kilitlendi. Oradaydılar. İki küçük finosu. Kart hemşirenin ağzından dün gece yatakta almıştı bu bilgiyi. Her bilgi bir dil darbesi ile ödüllendirildiğinde bülbüle dönmüştü Seda kaltağı. Ziya da onu fazlasıyla mutlu etmişti. Bugünden itibaren adamları ilgilenecekti kendisiyle.

Kapıyı itip içeri girdi.

Bebekler henüz bir mercimek tanesi kadar olmalıydılar. Büyümelerini zevkle seyredecekti. Büyümelerine zevkle eşlik edecekti. Büyürken annelerinin karnında bile sevecekti onları. Nasıl olsa anne fino ses çıkaramayacaktı. Ama kulakları duyuyor olmalıydı. Finolarına neler yapacağını anlatabilirdi karnını severken. Detaylarıyla… Her gün. Dokuz ay fantezilerini paylaşacaktı anne finosuyla. Onun gözlerindeki korkuyu ve çaresizliği seyredecekti. Her yaşın fantezisi farklı olacaktı elbet. Bir yaşa kadar farklı… İki yaş… Üç yaş… Şebnem. Onun minik bedeni bir ağacın serpilişi gibi geçti gözlerinin önünden. Nefesi hızlandı. tık… tık… Bacaklarının arasında seğirme başladı. İki tane Şebnem. Kucağında… Yatağında… Ağzında… Ah… İki tane itaatkâr Şebnem.

“Otelde beni bekleyen yüzlerce orospu var!”

Ereksiyonu öyle hızla gerçekleşti ki derin nefesler alarak sakinleşmek zorunda kaldı. Bu arada Alp de söylenmekten vazgeçmişti. Kıza bakıyordu.

“Sakin ol oğlum. Hele bir gelinimle torunlarımı otele alalım… Bütün orospuları yığacağım önüne. Ama kanına sahip çıkmalısın.”

Piç kurusu, hiçbir ifade barındırmayan yüzünü kendisine çevirmeye bile gerek duymamıştı. Kararmış yüzüyle kaskatı bir şekilde kıza bakıyordu.

“Baba.”

Derin nefesler alarak sakinleştikten sonra lütfedip yataktan indi ve kendisine döndü sevimsiz dölü. Bakışa bak. Hep böyle bakardı zaten. Annesi gibi. Ne sevgi, ne hayranlık, ne korku…

“Bu ne sürpriz.”

Kayıtsızdı. Sinirlendi Ziya. Sonra finoları düşünüp gülümsedi.

“İnan benim için de öyle. Yaşlanıyorum sanırım.”

Ha duvar ha Alp. ‘Ah Nermin. Her gün oğlunun gözlerinden bakıyorsun bana. Korku yerleştiremediğim o gözlerinizden… ‘

“Kızı hamile bıraktığını öğrenince, hayatımızda bir değişiklik yapmamız gerektiğini düşündüm.”

Yemleme zamanı…

“Otelin başına seni geçireceğim Alp. Emekli olacağım.”

Tek bir kaş kalktı. ‘Bir sevin lan köpek! Asla elde edemeyeceğin şeyi veriyorum sana!’

“Şehrin biraz dışındaki evlerden birine yerleşirim. Geline de oda yaparız. Doktor hemşire falan tutarız. Sen otele bakarken ben torunlarımı büyütürüm. Gelmen bile gerekmez. Kız sana yük olmaz.”

Öyle kısa bir andı ki, Ziya Alp’in gözlerinde bir parlama görmüş olduğuna emin bile olamadı.

“Gerçekten mi baba? Bu bütün sorunlarımın çözümü demek.”

Ah, işte bu. Yavaş yavaş geliyordu Alp oltaya.

“Gerçekten oğlum. Eskiyi unutalım. Torunlarım ilişkimizde yepyeni bir dönemin başlangıcı olsun.”

“Süreyya Ural bu işe ne diyecek peki?”

Ah. Oğlan haklıydı. Adam sorun olabilirdi. Kullanılabilecek tek bir açığı yoktu. Ama her sorun tek hamlede çözülürdü. Soruna uygun hamleyi bilmek yeterliydi. Süreyya’nın hamlesi arabasının frenlerinin tutmaması olacaktı. Elim bir kaza… Sonra, gelini onundu.

“Bana bırak.”

Gülümsedi Alp. İlk defa. Babasına bakarken ilk defa. O kadar beklenmedikti ki Ziya gözlerini o gülümsemeden ayıramadı. Oğlan… kendisine benziyordu.

“Benden nefret ettiğini sanıyordum.”

Ediyordu. O kendisine gülümserken yüzüne bir gülümseme oturtmak bile canını sıkıyordu. Ama sadece bir süre…

“Senden hiçbir zaman nefret etmedim ben Alp. Nasıl edebilirim? Sen benim oğlumsun. Sevdiğim kadının bana bıraktığı emanet.”

Bir an buruldu oğlanın suratı. “Sevdiğin kadın… Çok mu sevdin onu baba?”

Ahret soruları. “Çok sevdim oğlum.” Gözlerine birkaç damla yaş gönderdi. Engel olamamış gibi… Alp büyük bir dikkatle izliyordu babasını. “O benim bu dünyada sevdiğim tek kadındı.”

Sormazdı aslında ama kendisini tutamadı Alp.

“Nasıl biriydi?”

Nasıl biri… Aslında diski seyretse görürdü nasıl biri olduğunu. O kayıtların da yangında yok olduğunu bilmek deli ediyordu Ziya’yı. Ama oturup buna ağlayamazdı. Zaten her bir görüntü aklındaydı. Yenilerini üretmek için çok zamanı vardı. Kurbanların bu yangından haberi olmaması Ziya için yeterliydi.

“Olağanüstü. Gördüğüm en güzel ve dik başlı kızdı. İstemediği hiçbir şeyi yaptıramazdın ona.”

Gülümsedi Alp.

“O zaman, beni istedi mi?”

Bu kez Ziya engel olamadı yüzündeki kararmaya.

“İstedi. Seni benden çok istedi.”

Odadaki suskunluğu sadece nefes sesleri bozuyordu. Bir de koridordan arada sırada duyulan sesler.

“Yeni hayatımıza Naz ve bebekler olmadan başlayalım baba.”

Ne? Yo! Asla!

“Unut bunu! Torunlarımdan vazgeçecek değilim Alp. Sen merak etme. Varlıklarını hatırlamayacaksın bile.”

Düşünceli görünüyordu oğlan.

“Ben bu kızla hiç yatmadım baba.”

Öfke, yırtarak attı Ziya’nın suratındaki gülümseyen maskeyi.

“Ne demek yatmadım! Ne bok ettin o havuzda o zaman?”

Güldü Alp.

“Başka kızlarla yattım baba.”

Dönüp yataktaki kıza baktı.

“Bununla bir şey yapmam mümkün olmadı.”

Olsun. Olsun. Yine de kızı ve bebekleri alabilirdi.

“Tamam. Sorun değil. Yine de bu kıza karşı bir şey hissediyorsun, değil mi?”

Sırıttı Alp.

“Baba! Ben kimin oğluyum? Sakat bir kıza ne hissedebilirim Tanrı aşkına? Sen beni kapının önüne koyacak gibiydin. Ben de kendime yeni bir baba bulmaya karar verdim.”

“O halde, kendininmiş gibi davran, kızı ve bebekleri getir bana. Her şey senin olsun. Ben sadece onları istiyorum.”

Üzüldü Alp.

“Ne yazık ki Süreyya Bey’i kandıramadım. Uyuşturucu testi yaptırıyor. Bebeklerin benden olup olmadığına da baktıracağını söyledi.”

Lanet olsun! Sonuçları değiştirmek ne kadar zor olabilirdi ki?

“Testi kim yaptı?”

Düşündü biraz Alp.

“Bir polis vardı. Bir de doktor.”

Tehlike çanları çok ani çalmaya başladı Ziya için.

“Ne polisi!”

“Bilmiyorum baba. Arkadaşıymış sanırım. Hep etrafımda ve beni didikliyor.”

Burada bir şeyler dönüyordu! Hemen uzaklaşıp düşünmeli ve önlem almalıydı!

“Bir de bir şeyi çok merak ediyorum baba. Yatalak bir kız ve iki bebeğini neden bu kadar çok istiyorsun?”

O an gördü Ziya Alp’in yüzündeki maskenin arkasını. Tiksinti vardı gözlerinde.

“Gizlice odalarına girip mastürbasyon mu yapacaksın?”

Ne?

“Sen. Ne… Ne demek…”

“Seni onların yanına yaklaştırır mıyım sandın!”

Siktir!

“Paranda boğul, otelinde gömül. Ama ben yaşadığım sürece Naz’ın ya da bebeklerimin yanına yaklaşırsan, seni öldürürüm pislik! İnan bana. Kapılarında dilenci olur, yine de seni onlardan uzak tutarım.”

Ah çaylak. Kiminle dans ettiğini bilmiyordu.

“Mezarını kendin kazdın Alp. Annenin, anneannenin ve halanın yanına gömeceğim seni.”

Tam arkasından geldi cevap.

“Senin yerinde olsam, bu kadar emin konuşmazdım Ziya Kalaycı.” İşte bu, olabileceklerin en kötüsüydü. Bundan sonrası savaş demekti. Kimse hiçbir şey ispatlayamazdı. Ziya’ya karşı ellerinde hiç delil yoktu. Tahminler… Varsayımlar… Gülümsedi. Kapının yanında duran Süreyya Ural’a dönerken, kimlerin bu dünyadan hangi sırayla ayrılacağına çoktan karar vermişti.