Vurucu Bölüm 32

Vurucu Bölüm 32

[Nefes]

Sonraki beş dakika boyunca Alp Naz’ın yatağıyla oynadı durdu. Baş tarafı kaldırdı, indirdi, Naz’ı biraz yana çevirdi, vazgeçti öbür yana çevirdi. Her hareketinde yüzüne dokunmayı da hiç ihmal etmiyordu. En sonunda burnunun ucuna bir öpücük kondurup, oturur konuma getirdiği kızın tam karşısına, Süreyya’nın yanına ilişti.

“Kalaycı ne yapıyorsun?”

Çok açık olan bir şeyin açıklanması bir angaryaymış gibi, Alp kaşlarını kaldırdı.

“Konuşma sırasında bütün tepkilerimi görebilmesi için yüzümü onun göz hizasına getiriyorum elbette. Sizi de görecek, beni de görecek şimdi.”

Oysa Süreyya zibidinin kızını tenhada kıstırmış gibi davranmasından bahsediyordu.

Alp için Naz’a dokunmak öylesine normaldi ki imayı anlamadı bile. Bu, onun Naz ile iletişim biçimiydi. ‘Yanındayım, farkındayım, hisset beni’ deyişiydi. Naz’ın donup kalmış hücrelerine meydan okuyuşuydu. Naz onundu. Ve o hücreler, Alp’in önünde eğilecekti. Naz dünyanın geri kalanını olmasa bile Alp’i hissedecekti.

“Tebrik ediyorum. Çok teknik bakıyorsun konuya.”

Alp Naz’a baktı, Süreyya’ya baktı, anlamadığı öyle belliydi ki adam daha fazla uğraşmadı.

“Pekâlâ. Naz’ım. Kızım.” Sesi yumuşak, sevgi doluydu. “Bugüne kadar çok şey konuştuk seninle. Her şeyimizi paylaştık. Ailemize dair kararlarımızı birlikte aldık.”

Burulmuş muydu Alp? Dışlanmış gibi… Kıskanmıştı ama neyi kıskandığını bilmiyordu. Bu ilişkiyi Naz’ın kendisiyle değil de babasıyla yaşamış oluşunu mu, bir babayla çocuğu arasında böyle bir ilişki olabilmesini mi?

“Şimdi, belki de hayatımızdaki en önemli kararı verme zamanı.”

Bebek… Alp’in de hayatındaki en önemli karardı. Alp o karar üzerindeki tüm haklarını yanındaki adama devretmiş olmaktan asla pişman olmayacaktı.

“Bu kararı verirken, senin bir yetişkin olmana ihtiyacım var Naz. Şımaramazsın, bencil olamazsın, çok uzun vadeli sonuçlarını hesaba katabilmen için duygusal olamazsın.”

Korku Naz’ın gözlerine adım adım yerleşti. Onların hiçbir konuşması uyarıyla başlamazdı. Ne hastalıkta, ne ameliyatta, ne ölümde… Ölürken yetişkin olması gerekmemişken bu neyin yükümlülüğüydü?

Gerçek yaşam, babasının onu kollayıp koruduğu acımasız dünya bir cümle ötedeydi. Süreyya Ural o cümleyi kurduğunda Naz Ural büyüyecekti. Ellerini kulaklarına götürüp duymamak istedi.

“Çünkü vereceğin kararın sonuçlarında artık tek başına değilsin. Bedeninde filizlenen bir canın daha yaşamını yönlendireceksin.”

Gri-maviler grilere kitlendi… O bedende tek hayat belirtisine sahip uzuv olan gözler saniyeler içinde içindeki ışığı kaybetti. Donuklaştı… Soğudu… Uzaklaştı. Alp panikle Naz’a uzanmak istese de Naz artık o bedende yoktu.

Sonrasında eğer babası bir şey söylediyse de duymadı. Bedenini dinliyordu. Gözleri Alp’in gözlerine bakıyor ama o kendi bedenindeki her bir sesi duyuyordu. Ne zamandı? Alp’i ikinci kez içine almayı başaramadığında… O zaman, tam yirmi gün önce… Alp’in spermleri yumurtalarına ulaşmayı başarmıştı. Şaşırmış mıydı? Elbette hayır. Naz’ın bedenindeki her hücre ona aitken, yumurtaları farklı davranacak değildi.

Yirmi gün… Ama öyle hesaplanmıyordu. Üzerine iki üç hafta falan eklemek gerekiyordu. Gebelik, son adet tarihinden itibaren hesaplanır diye duymuştu. Ve gülmüştü. Çünkü son âdetini görürken henüz bebeğin babasıyla tanışmamış bile olabilirdi.

Hesaplar umurunda değildi. O ve Alp, tam yirmi gün önce bedenlerini birleştirerek bir canın nedeni olmuşlardı. Gülümsemek istedi. Kahkaha atmak. Kahkahadan nefessiz kalmak. O kadar nefessiz kalmak ki ancak ağlayarak nefes alabilmek.

Alp ve Naz’ın bebeği. Yatakta aralarında kahkahalar atarak ellerini sallıyor, annesinin kıvırcık saçlarına asılıyordu. Naz onun elini incitmeden saçlarından ayırıyor, sonra da her bir parmağını öpüyordu. Alp de eğilip Naz’ı öpüyordu. Naz ve Alp aşkla önce birbirlerine, sonra bebeklerine bakıyorlardı.

Sadece bir anlığına izin verdi kendine bu hayal için. Sonraki anda aklındaki şey ameliyattı. Bedenine zerk edilen ilaçlar bebeğini incitmiş olmalıydı. Baştan şansı olmayan bir bebekti onlarınki. Çünkü annesi Naz’dı.

Alp’e baktı. Biliyor muydu? Babası konuşurken sakin olduğuna göre… ‘Ne diyor bu adam?’ diye bakmadığına göre… Naz’ın tepkilerinden başka bir şeyle ilgilenmediğine göre…

O bebeğin yedinci haftaya ulaşamayacağını ikisi de biliyor olmalıydı. Bu beden o bebeğe yuva olamazdı. Naz bir bebeğe anne olamazdı. Ve Naz… Alp’e kadın da olamazdı. Naz’dan hiçbir şey olmazdı. O halde, bu hastane odasında Alp ve Naz ne yapıyorlardı?

Vedanın zamanını geçirmeye gelmezdi, yoksa büyüsünü kaybedip çirkinleşirdi.

Naz’ın her şeyle vedalaşma zamanı çoktan gelmişti. Alp ile… Bebeği ile… Babası ile…

Bir. İki. Üç… Yüz… Yüz yirmi. Aferin. Nefes alma. Yüz altmış sekiz… Yüz seksen…

“Naz ne yapıyorsun?”

İki yüz. İki yüz bir…

“Naz! Nefes almıyor. Alıyor mu? Almıyor değil mi? Naz! Bak bana!”

İki yüz yirmi iki… İki yüz yirmi üç…

“Naz! Kes şunu!”

İki yüz otuz beş…

Sayamadı daha fazla. Alp’in dudakları ağzına kapanmış, ciğerlerine kendi nefesini veriyordu.

Yapma! Baştan başlamam gerekecek şimdi…

Ayrıldı Alp Naz’dan. Derin bir nefes aldı, yeniden kapandı Naz’ın ağzına. Ciğerlerine hava doldukça Naz’ın zihni bulandı.

Neden bırakmıyordu Alp onu? Neden ağlıyordu babası? Alp artık nefes vermiyor, Naz’ı öpüyordu.

Alp’in yüzünü görüyordu. Alp’in kokusunu alıyordu. Alp’in ağzına dokunuşunu… Seyrediyor ya da hayal ediyordu. Ama… Sanki Alp oradaydı. Dilinde. Kendi dudağı da onun dudakları arasında eziliyor gibiydi.

Tabii hayal ediyordu. Değil mi? Kapattı gözlerini ve Alp’in dudaklarını yine de hissedebildiğini fark etti.

Hayır. Öpüştükleri zamanki gibi değildi elbette. Bütün bedenine yayılan o karıncalanma… Isınma… Hayır. Dudaklarına bir şeyin değdiğini gözleri kapalı da olsa bilmekti sadece. Bir şey… Onun Alp olduğunu gördüğü için temasın adı Alp idi. Yoksa… Ayıramıyordu. Tadını alamıyordu. Alamıyor muydu? Tat… Vardı tat. Alp’in tadı. Ama bu gerçek miydi yoksa hafızasındaki tadı beyni bu temasa mı yüklüyordu, bilmiyordu.

Bebek… Alp… Hatıralar… Öleceği anı seçebilmeliydi gerçekten de insan. “Şimdi!” diyebilmeliydi. “Seviliyorum, hamileyim, hissediyorum. Bu dünyadan alabileceklerimin zirvesi bu. O halde, ölmek için en doğru zaman!”

Şimdi ölürse, hücreleri bu doyumu sonsuza taşımış olurdu. Toprağa da karışsa, gökyüzüne de savrulsa evreni aşkla beslemiş olurdu. Şimdiydi o. Şu andı. Bir sonraki ana kuşkular, kaygılar sızar, şiddeti azaltırdı. Ölmek Naz’a şimdi lazımdı.

“Hadi canım!”

Süreyya’nın bastığı panik düğmesi ile koşarak odaya giren doktorun gördüğü sahne o hastanede rastlanabilecek en absürt sahneydi. Yakışıklı sevgili, odasına giren bir yabancı tarafından tacize uğradığı düşünülen tam felçli hamile kızı öperken, baba dehşetle onları izliyordu. Daha da absürdü, doktorun vereceği haberdi. Ultrasonda görülen gebelik kesesi sayısı iki idi.

Bir saat sonra doktor odadan ayrıldığında, Naz bebeklerine dair her bilgiyi edinmişti. Ne güzel ki kimse onun yüzüne bakarak ne hissettiğini anlama şansına sahip değildi. Çünkü Naz bütün duygu boyutlarına en az bir kez uğrayacaktı. Karar vermek için süresi olduğunu söylemişti doktor. Naz da anlamak, sindirmek ve kabullenmek için kullanacaktı bu süreyi.

Hastane, odaya girip felçli kızın başında mastürbasyon yapan sapık haberiyle çalkalanıyordu. Polis gelmiş, kızın sevgilisi ve babasının anlattıklarıyla yetinmek zorunda kalmıştı. Çünkü kâğıt havlu, kayıplara karışmıştı.

Herkes en son çöp kovasına geri konduğu konusunda hemfikirdi. Ama kimse Seda Hemşirenin peçeteyi belli etmeden cebine sıkıştırdığını, sonra da tuvalete atıp üzerine sifonu çektiğini görmemişti. Ödülü büyüktü. Tek göz odasında beyaz atlı prensi onu bütün gece orgazmlardan orgazmlara taşımıştı. Hem zaten o mastürbasyonu da yine Seda’yı düşünerek yapmıştı. Odasına girdiği kızla ilgisi yoktu. Varsın hastane bunun bir sapık işi olduğunu sansındı. Seda, otuzuna üç gün kalmışken erkeğini bulmuş olmaktan mutluydu.

Adam gazeteciydi. Hayatının tam ortasına balıklama dalmıştı. İş için burada olduğunu ama Seda’dan uzak durmayı başaramadığını söylüyordu. Otuz yıla yakın özenle sakladığı bekâretini de merdiven boşluğunda alıvermişti.

Artık Seda o ne derse yapıyor, ne isterse buluyor, her bilgiyi anında ulaştırıyordu. Arada, kapıda dikilen korumalara ilaçlı içecek götürmek gibi tehlikeli oyunlar bile oynuyorlardı. Ödülü de her seferinde muhteşem oluyordu. Zevkten senelerce mahrum kalmış bedeni sihirli ellerin tadını çıkarıyordu.

Tüm bunların iki güne sığmış olması inanılır gibi değildi. Üçüncü gün, Ziya’nın 428’deki kızın sevgilisinin babası olduğu ortaya çıktığında, o ana kadar hiç görmediği üç adam kızın burnuna çıplak fotoğraflarını dayayacaklardı. Tek göz odasına bu kez yanlarında prensi olmadan gideceklerdi. Seda otuzuncu yaşına tam üç çıplak adamın kucağında girecekti.