Vurucu Bölüm 31
[Kıpır kıpır]
Korumalar yoktu. Neden?
Asansör ile oda arasındaki mesafeyi hızla kat etti Süreyya. İçeri girip Naz’ın yanına yöneldi. Gözleri kapalı, nefesi düzgündü. Rahatladı. Her şey bıraktığı gibiydi sanki. Korumalar dışında…
Gömme dolaba gidip kapağını açtı. Acildeki oğlanın Alp görmesin diye kıyamet koparttığı çanta da koyduğu yerdeydi. Güzel. Bununla ilgili henüz kimseyle konuşmamıştı. Önce ne olduğunu anlamak zorundaydı.
Odaya giren hemşireye dönünce kapak kapandı, çanta gözden kayboldu. Süreyya onu o anda unuttu.
“Süreyya Bey, sizden de kan almamız gerek. Aynı mikrop sizde de olabilir.”
Ne mikrobu?
Sonraki dakikalarda kapıdaki adamların gıda zehirlenmesi nedeniyle acilde oldukları çıktı ortaya. Süreyya ve sonradan gelen Burak aynı semptomları göstermese de her ihtimale karşı onları da delik deşik ettiler. Sonunda tüm bu hengâme durulduğunda Burak’ı Naz’ın yanına bırakıp şirkete gitti Süreyya. Çanta yanındaydı.
İlk olarak yeni korumaları ayarladı. Adamlar hemen çıktı yola. Süreyya da bir süre gözlerini kapatıp Alp ile konuşmalarının yüreğinde neden olduğu sızı ile baş etmeye çalıştı.
İnanıyordu o zibidiye. Nedenini bilemediği bir şekilde, Naz’ın yanında olması çok doğru geliyordu gözüne. İkisi birlikteyken auraları değiştiği için belki. Ama içgüdülerini dinleme lüksü yoktu. Önce Naz’ı koruması gerekiyordu. Herkesten, her şeyden…
Yanında getirdiği çantayı açıp açmamak konusunda da kararsızdı. Başkasına ait, özel ve çok önemli olan… Alp Kalaycı’ya gösterilmemesi gereken bir çanta. İşin içinde Kalaycı varsa, konu kendi sınırlarına giriyordu. Süreyya içinde hiç huzursuzluk duymadan çantayı önüne çekti.
Evrak çantası görünümünde ama daha büyük, çok kaliteli bir deriden kilitli ve körüklü, gayet sağlam bir şeydi. Ağırdı. Çok ağır. Nedense kapağı açtığı an göreceklerinin maddi bir değere sahip olmadığını Süreyya hissediyordu. Paradan daha değerli… Ya da… O oğlan arkadaşını bu çantanın içindekinden korumak istiyorsa… kirli bir şey görecekti.
Çantanın iki yanındaki kilidi aynı anda açtı. Kapağı kaldırdı. Önce bir zarf ilişti gözüne. Alp’in adı yazılıydı üzerinde ve ağzı kıvrıktı sadece. Açıp içine baktı… Üç disk… Nermin Kırcı. Semra Kırcı. Sonuncusunda bir şey yazmıyordu. Kırcı… Kırcılar… Kalaycı’nın evlendiği kadının ailesinin soyadıydı Kırcı. Cengiz’in hazırlattığı dosyada iki isme de rastlamıştı.
Zarfı kenara koydu. Şeffaf kapaklı kalın bir dosya içinde kâğıtlar vardı. Altında kutusuz olarak istiflenmiş diskler… Üzerlerinde numaralar… Tekrar dosyaya döndü. Sayfalar dolusu isim… Karıştırdıkça bazı isimlerin tanıdık olduğunu fark etti. Bir kadın isminin yanında çok ünlü bir hâkimin adı vardı mesela ve soyadları aynıydı. Tanınmış bir doktor… İş adamları… Bürokratlar… Bir tanesi yıllar öncesinin gündemden hiç düşmeyen belediye başkanıydı. Sonra adam bir anda kaybolmuştu ortadan. Yurt dışına yerleştiği söylenmişti.
En son isim… Bahadır Yılmaz. Ergün Yılmaz. Çatıldı kaşları. Dün intihar eden komisyon üyesi değil miydi bu? Gözleri disklere takıldı, üzerlerindeki numaralara… Listeye baktı sonra… Numaralar… İsimler… Disklere baktı. Görüntüler… Nermin Kırcı… Semra Kırcı…
‘Alp’i korumam gerek. O bunu kaldıramaz. Paramparça olur. Yok olur. O görmesin. Saklamalıyım.’
Elindeki dosyayı bir yılandan kaçar gibi attı masaya.
‘Baba. Lütfen. Yardım et baba.’
Nefesinin yüreğinde tıkandığını hissedebiliyordu. Odadaki hava ısınmıştı sanki. Nefes aldıkça ciğerleri yanıyordu. Parçalar yerine oturmuştu. Cengiz’in raporu, Burak’ın anlattıkları, Reha’nın sayıklamaları… Disklerin içindekileri bilmek için bakmasına gerek yoktu. Onlara kimse bakmamalıydı. Kimse eline geçirmemeliydi.
Dosyadaki kâğıtların fotokopilerini alıp çantayı kapattı ve odasındaki kasaya koydu. Burada hepsi güvendeydi. Kasayı Süreyya’dan başka kimse açamazdı. Masasına döndükten sonra içindeki huzursuzluk yüzünden bir türlü rahatlayamadı. Gergin… Tetikte… Mutsuz… Bir şey yanlıştı.
‘O görmesin. Saklamalıyım.’
Fırladı yerinden, koşup kasayı açtı. Çantanın içinden Alp’e hazırlanan zarfı alıp yeniden kapattı. Kasayı kilitledi. Zarfı ağzını açılmayacak şekilde bantladı. Özel evraklarını koyduğu kasanın en altına saklayıp kilitledi.
Alp güvendeydi.
Sekreterini çağırdığında kalp ritmi yeni yeni düzene giriyordu. Saatli bir bombanın üzerinde oturduğunu bilmek sağlığına hiç iyi gelmiyordu.
“Burcu kızım, bu listenin bir kopyasını al. Buradaki her ismin şu anda nerede olduğunu, telefonunu ya da adresini istiyorum. Haklarındaki haberleri bul. Kardeşin gazete arşivine kolay erişir. Ondan yardım al.”
Burcu’nun şaşkın bakışları, patronundan bu tür istekler almaya alışık olmadığını ortaya koyuyordu.
“Hiç merak etmeyin Süreyya Bey.”
“Ve Burcu…” Sustu.
“Listeyi ortalarda bırakma.”
Bu cümle, aradaki suskunluğa çok derin anlamlar yükledi. En çok da Süreyya’nın kıza olan güvenini…
Dünyayı kurtarmaya ortak edilmiş olma hissiyle çıktı odadan Burcu Evcimen. Patronunun kendisine verdiği görevi mükemmelen yerine getirecek, gecesini gündüzüne katarak adresleri, telefonları, kabristanda ada-parselleri, yıllara yayılan haber kupürlerini kimsenin ruhu duymadan üç gün içerisinde toparlayacaktı. Eksik kalan son isim için emniyette görevli olan eski sevgilisiyle bile barışacaktı.
Süreyya hastaneye döndüğünde Naz’dan önce Reha’nın yanına uğradı. Doktorların ısrarına rağmen ayrılmakta ısrar ettiğini görmek şaşırtıcı değildi. “Annem,” diyordu. “Bilmediği bir yerde bensiz kalamaz. Yanına gitmem gerek. Meraktan ölmüştür.”
Çıkış işlemleri yapılırken, gözlerini Süreyya’ya dikip “Çanta nerede Süreyya Bey?” diye sorarken, ruhu kadar yüzü de kararmıştı. O çanta Reha için savaş nedeni, yaşam ve ölüm nedeniydi. O çanta onun zehri ve panzehriydi.
“Güvende.”
Güven zıt anlamlı bir sözcüktü. Anlamı kim sorusunda saklıydı. Ziya güvendeyse Alp değildi. Reha güvendeyse Ziya değildi. Bu karmaşa onun karanlık yüzünde kitap gibi okunabiliyordu.
“Merak etme oğlum. Çanta da arkadaşın da güvende. Sen de güvendesin.”
Reha için, Ziya Kalaycı hayatta olduğu sürece hiç kimse güvende değildi ama nedense Süreyya’nın cümleleri ruhuna huzur saldı. Nefesi duruldu. Rengi kendini buldu. Reha’nın krizi tam anlamıyla o anda son buldu.
“Tamam.”
Durdu.
“Teşekkür ederim.”
Cümlenin ardına sessizce ilişen baba kelimesini Süreyya ta içinde duydu.
“Senin o zibidi arkadaşının burada olduğundan haberi yok. Giderken onu da al yanına. Biraz gözüm dinlensin.”
Gülümsemedi Reha ama gülümsedi. Kaslarına söz geçirebilse, belki gerçekten yapardı. Çünkü bu adam… Süreyya Ural… onda bu duyguyu uyandırıyordu.
“Bir de…”
Huzuru kelimeleriyle hediye eden adam şu an söyleyeceği şeyden utanıyor olabilir miydi?
“O zibidi dedi ki…”
Yok canım. Kızarmıştı adam.
“Şu alfabeyi sen söylemişsin ona. Bana da verirsen… geveze kızımın dilini çözebilirim.”
Ve Reha gülümsedi.
Gerçekten.
“Yazayım.”
Ruhundaki stres sessiz kahkahalarında akıp giderken Reha da bir kâğıda Mors alfabesini yazıyordu.
“Başta zor olur ama kullandıkça hızlanırsınız.”
Süreyya bu konuda çok da emin olmasa da çaresi yoktu. Teşekkür edip çıktı acilden. Artık aklında ne çanta vardı ne Reha. Zihni bebek ve Naz’la doldu.
Nedense içinde umut da vardı. Kızıyla konuşacaktı… Eskisi gibi…
Odaya girdiği an, Naz çığlık atmak istiyormuş gibi geldi ona. Neden düşünmüştü ki bunu? Burak tembel bir oturuşla koltuğa yayılmışken, Naz’ın gözleri neredeyse kulaklarından çıkacaktı.
“Naz’ım. Kızım. Ben geldim.”
Gözler. Kıpır kıpır. Durmaksızın.
“Bir şey mi söylüyorsun bebeğim? Dur canım. Harflerin yazılı olduğu kâğıt burada. Bakalım birlikte.”
Kıpır kıpır kıpır. Bunlar harf miydi?
Bakalım. Naz’a baktı. Seyretti. Elindeki kâğıda baktı. Nokta çizgi… A B C… Naz’a baktı. Kıpır kıpır kıpır. Bir dakika.
“Biraz yavaş olabilir misin kızım?”
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
“Naz.”
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Çaresizce Burak’a baktı Süreyya.
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Yerinden kalkıp Süreyya’nın elindeki kâğıda baktı Burak.
“Nedir bu?”
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Kâğıda baktı yeniden. O ilk kıpır S miydi acaba?
“S değil mi? Doğru mu anladım prensesim?”
Durdu Naz. Baktı. Hiç kıpırdamadan.
“Prenses? Daha yavaş yapsan?”
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır.
“Burak!”
“Dört nokta bir çizgi sanki Süreyya Bey.”
Elindeki kâğıda uzun uzun bakıp “Öyle bir şey yok Burak. En uzunu dört tane zaten. Senin dediğin beş tane.”
Ve Naz gözlerini devirdi. Bir süre gözlerini kapatıp bekledi. Sonra yavaşça başladı.
Kıpır. Kıpır.
Kapattı gözünü.
“Ne bu? Bir kısa bir uzun sanki.”
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
Burak atladı. “Kısa uzun kısa kısa.”
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
Burak yine atladı. “Kısa uzun uzun kısa.”
Süreyya gözlerini kapatıp derin nefesler aldı.
“Burak.”
“Efendim abi.”
“Git şu zibidiyi bul.”
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
Burak söylene söylene odadan çıkarken Süreyya “Çok şımarttım ben seni, olacağı buydu,” diye Naz’a çıkışıyordu.
“Anlamayayım da o zibidiyi çağırayım diye böyle yaptığını fark etmediğimi sanma küçük hanım!”
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
“Yok, ben senin bu oyunların için çok yaşlıyım kızım.”
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
Kıpır kıpır kıpır kıpır.
“Naz? Neden ağlıyorsun?”
Sessizlik. Ya da… Kıpırtısızlık…
“Bebeğim, geliyor işte Alp. Bulacak Burak onu.”
Kıpırtısızlık…
“Naz? Başka bir şey mi var bebeğim? Söyle bana. Ama tek tek. Olur mu?”
Kıpır.
B
Kıpır.
İ
Kıpır.
R
Kıpır.
İ
Kıpır.
G
Kıpır.
E
Kıpır.
L
Kıpır.
D
Kıpır.
İ
“Biri mi geldi?”
Sessizlik.
“Nasıl biri geldi? Odaya mı?”
Sessizlik. Gözyaşı.
“Hemşire!”
Sonrasında o hastanenin en gürültülü katı orası oldu. Süreyya Bey hemşireleri, doktorları birbirine kattı. Odaya biri gelmişti. Hemşireler neredeydi? Korumalar nasıl hasta olmuştu? Hemşireler onlarla ilgilenirken kata kim bakmıştı? Elini kolunu sallaya sallaya her önüne gelen buraya girebiliyor muydu?
Korumalar da Süreyya Bey’in arkasında hesap sorar pozlarda hemşireleri süzerken, asansörden inen Alp’i kimse fark etmedi. Sessizce odaya süzülen genç adam kimsenin olmamasından yararlanarak Naz’ın yatağına oturup burnunun ucunu defalarca öptü.
“Çok özledim seni.”
…
“Ne?”
Sonrasında sadece Naz konuştu. Alp’in rengi önce beyaza sonra mora döndü. Yataktan kalktı. Duvar kenarındaki çöpe gitti. İçindeki peçeteye baktı. Naz’a baktı. Yatağa gidip gözlerine sabitlendi.
“Şimdi doktorları ve babanı bulup bunu anlatacağım. Sakın… Ama sakın korkma. Artık beni bu kapının önünden kimse ayıramaz. Tamam mı meleğim?”
Naz gözlerini bir kez kapatıp açtı.
Ve Alp… Piç Alp. Kavgacı, öldürmeye hazır, ölmeye hazır Alp odadan çıktı. Elindeki çöp kovasını masaya çarptığı an bütün sesler kesildi. Öne atılmaya yeltenen korumaları Süreyya’nın el hareketi durdurdu. Ama Alp bunların tekini bile görmedi.
Kovayı hemşireye gösterdi.
“Bak şuna.”
Kabaydı. Kavgacı. Ama kimse onu kibar olması için uyarmayı düşünmedi.
Hemşire önce içindeki havlu peçeteye baktı. İki parmağıyla tutup çöpten çıkardı, çevirdi, çevirdi, ıslaklığı gördü, anlam vermeye çalıştı… Peçeteyi iyice açıp içindeki sıvıya baktı. Rengi attı. Gözleri panikle etrafta dolaştı. Derin bir nefes aldı.
“Bu…”
Süreyya suratına bir yumruk inmiş gibi sarsıldı. BİRİ GELDİ.
“Bence güvenliği…”
Çöp. Peçete. Beyaz, yapışkan bir sıvı. Naz!
“Polis çağırın. Hemen!”
Alp’in söylediğini duyan Süreyya’ya o an felç inmediyse, bu çaresizliğindendi. Birisi kızının odasına girmiş ve onu taciz etmişti. Ve bu… Herhangi bir taciz değildi. Süreyya bunu hissediyordu. Belki çantanın etkisi… Belki o liste… Belki Reha’nın ruhunun parçalanışı… Tehlike burunlarının dibindeydi. Hiçbir şey bunların aynı anda oluşunun bir tesadüf olduğuna Süreyya’yı inandıramazdı.
Hızla Naz’ın odasına giren Alp’in ardından bakarken, yaşlandığını bu kez çok derinden hissetti. Sadece kırk üç yaşında olsa da ruhu tükenmek üzereydi. Naz’ını Alp’in koruyor olması bir an içini öyle huzurla doldurdu ki… Utandı.
Odada ise Alp Naz’ın yanına tırmanmış, ona sarılmıştı. Onun kendisini hissetmediğini biliyor olsa da Alp’in bu dokunuşa ihtiyacı vardı.
“Artık yanındayım. Bir daha kimsenin beni senin yanından ayırmasına izin vermem. Sakın korkma. Baban bile gönderemez beni buradan. Duydun mu beni? Bulacağım o orospu çocuğunu. Kökünden keseceğim aletini.”
Öptü Naz’ı. Gözlerine uzun uzun baktı.
“Sana dokunmaya ben kıyamam. Yaklaşmadı hiç yanına değil mi?”
…
“Evet, orası odaya girdiğimiz yer. Çöp de iki üç adım ilerisinde. Bekle. Göstereceğim sana.”
Kalkıp Naz’ın başını pamuk gibi bir dokunuşla kapı tarafına çevirdi. Yanağına nefeslenir gibi bir öpücük bırakmadan da ayrılamadı. Tam kapı girişinde durdu.
“İlk buradaydı. Hep burada mı kaldı?”
İki adım öne geldi.
“Buraya mı?”
İki adımla peçeteliğin olduğu yere gitti.
“Çöp de hemen altındaydı.”
Derin bir nefes aldı. Evet. Piç kurusu Naz’ına yaklaşmamıştı. Duyduğu seslerden Naz bunu anlamıştı.
“Kalaycı!”
Hareket edebilseydi, Naz da zıplardı yerinden. O kadar şiddetli bir soluktu Süreyya’dan çıkan. Dönüp meydan okuyan gözlerle adama baktı Alp. Kovulma zamanı gelmiş olmalıydı. Ama sikseler şu kapıdan ayrılmazdı bir daha.
“Sen ve ben, Naz ile konuşacağız. Sonra onu başka odaya taşıyacaklar. En kısa zamanda da bu hastaneden çıkacağız.”
Kalbini iki elimin arasına aldım, sıktım suyunu çıkardım, posasını da yere attım demekle eşti bu. Öyle hissettirdiğine göre… Naz’ı kaybetmenin ilk adımı mıydı bu? Buradan çıktığında onu bulamazsa… kapısında nasıl yatardı? Dönüp Naz’a baktı. Hala kapı yönünü seyreden kızın gözlerinden akan damlalar aynı şeyi söylüyordu. Naz da bundan korkuyordu.