Vurucu Bölüm 29
[İlişkinin adı]
Yalnızlık çoğu zaman bir kelimedir. Yalnız doğup, yalnız ölmek. Kalabalık içinde yalnız olmak. Deyimdir. Güzel bir söz, havalı bir tavırdır. Ama insanın gerçekten yalnız olduğunu keşfettiği an… İşte o ne havalıdır, ne bir durum. Ürkütücüdür.
Reha, yalnız bir çocuktu. Alp’le bile yalnızlığını kırmaya yeltenmemişti. Çünkü o yalnız olmayı seçmişti. Annesinin kollarına sığınıp böylesinin güvenli olduğuna karar vermişti.
Şimdi… Hastane yatağında yatarken… Beyni ilaçlarla bulanmışken… Ruhunda bir karabasan barındırırken… Yalnızlığın gerçekte ne demek olduğunu adım adım kavrıyordu.
Gidecek yer yok.
Sığınacak kucak yok.
Yardım isteyecek kimse yok.
Şahit olduğu bir insanlık suçuydu. Sanki sıradan insanların arasına gizlenmiş ruh hastalarının seyir defterini okumuştu. Ama ne polise gidebilirdi ne avukata. Kimseye güvenemezdi. Ne annesine anlatabilirdi ne Alp’e. Kimseyi riske atamazdı. Ruhu o çantanın içine hapsolmuştu ve kurtuluşu yoktu. Nefesi kesildi. Bundan sonra hep böyle hissedecekti.
Aklına gelen görüntülerle midesi bulandı. Gözlerini açıp etrafına baktı. Beyaz. Temizlik hissi uyanmıyordu içinde artık. Gözleri o görüntülere iliştiğinden beri kirlenmişti.
Kim çekmişti o ilk görüntüleri? Kalaycı’nın suç ortağı kimdi? Nasıl bir sapıktı ki filme aldığı anlarda bu ruh hastasına dur dememişti? Midesi artık hiç durulmayacaktı.
Reha’nın Ziya’ya karşı çocukluğundan bu yana içgüdüsel olarak gelişen farkındalığı, artık korumaları ve yılları içine alacak şekilde bütün hayatına yayılmıştı. Otelde yaşadığı her olay, korumaların her konuşması bilincinde oradan oraya savruluyordu.
“Bu işin parası iyi, ama ikramiye parasından da iyi.”
Ne saftı. Korumalar ne kadar ikramiye alır diye merak etmişti. İyi maaş alan yakışıklı, havalı, kuvvetli adamlar… O yüzden yanlarında her gün bir kız olması garip değildi. Ama aynı kızın her gün bir diğerinin yanında olması garipti.
Kalaycı’nın yanında sürekli olarak üç korumanın bulunması ana kuraldı. Diğerleri ya Alp’e bakar ya otelde takılır ya da günübirlik şehir dışına çıkarlardı. Şimdi buradaki rutini kavrıyordu Reha. Bir kez başladı mı o gidişler, belli bir süre her gün biri izin kullanırdı. Sırayla… Sonra durulurdu ortalık.
“Bursa’ya mı yerleşeceksin aslanım?”
“Ne yapayım, bu seferkine doyamıyorum lan!”
Gidiş gelişleri kolaydı zaten. Garajdaki arabaları istedikleri gibi kullanabiliyorlardı. Patron özel bir araç da tahsis etmişti onlara. Minivan. Bir komün gibi yaşayıp gidiyorlardı. Dışarıdan kimseyle yakınlaşmaz, aralarına kimseyi almaz, biri gelirse susarlardı. Ama Reha çok dolaşırdı ve artık onu fark etmiyorlardı.
Yine de gelip geçerken kulağına çalınanlar Reha için bir anlam taşımıyordu. Hayat gerçekten de paralel evrenler yumağıydı.
“Arka ve orta koltukları komple çıkardım. Camlar film. Ses izolasyonu on numara. Şilteyi döşedim zemine. Gözleri de monte ettim. Görüntü her açıdan muhteşem. Plakayı modifiyeli yaptım. Bas düğmeye dönsün. Arkaya da iki bidon yedek benzin attın mı ne şehre girdiğin belli olur, ne otelde pansiyonda kaydın. Ön tarafa bir damacana da su koymuşum ki. Temiz temiz oh! Ama herif teşekkür edeceğine ne dedi? Sığamamış! Anasının örekesi. Tövbe tövbe.”
“İt herif! Bugüne kadar arka koltuğa
nasıl sığmış o zaman? Valla zaten kızma ama bana sorarsan arka koltuk daha iyi.
Hareket alanı olmuyor, ne istersen yapabiliyorsun.”
“Durun biraz. Reha, aslanım başka yerde dolan sen. Burada asayiş berkemal.”
“İz yapar oğlum! Bilekler çok göz önünde.”
“Kadife kaplı bu. Sabitliyor ama tahriş etmiyor.”
“Siz iyi alıştınız
tost yapmaya. Eküri olup çıktınız başımıza.”
“Nazar etme aslanım.”
“İlk ben gideceğim.”
“Ben neden hiç ilk olmuyorum?”
“Sen çok hırpalıyorsun.”
“Deme! Gazeteye mi demiş?”
“O lafı alenen patrona çakmış oğlum.“
“Kızı güzel mi bari?”
“Kızı küçük, karısı güzel.”
“Odada mı hala?”
“Mmm.”
“Biraz da ben dolanayım o zaman.”
Bir şey garipse, herkes için garipti. Ama kimse kondurmuyordu.
“Bu herifler benim mutfağıma ne halt etmeye giriyorlar hiç anlamıyorum! Siktiğimin şantili çileğini niye bir kazma hazırlar?”
“Sakin ol oğlum, patron misafirlerine gönderdiği içkileri de onlardan istiyor. Başımız kalabalık diye bir de kendi ikramlarını bize yüklemek istemiyordur. Öyle uygun görmüşse vardır bir bildiği. Girmesin korumalar buraya mı diyeceğiz? Gücenir Ziya Bey bize. Çok ayıp olur.”
“Tamam İsmet Ağabey, lafım ona değil elbet ama işlerini temiz yapsınlar bari!”
İkramlar… Ziya’nın misafirleri… Ne kadar saftı Reha. Ne güzel saftı.
Şimdi ise her bir konuşmanın altındaki anlamı sanki diğer evrene geçmiş gibi apaçık görebiliyordu. Çok anlaşılır… Çok acımasız… Oysa onlar için ne kadar doğal… Kötülük, kendi evreninde kendi düzenini kurmuş, kendi heyecanları ve kahkahalarıyla hüküm sürüyordu. O evrene ait olmayan kimse kullanılan dili bilmiyor, anlamıyordu. Kötülük onu fark bile etmeyen insanların sıradan yaşamında pervasızca at koşturuyordu.
Reha tek başına bununla mücadele edemezdi. Ne gücü ne bilgisi buna yetmezdi. Yardım almak zorundaydı. Şu avukat… Eser Bey. O Nihat Ağabey gibi değildi. Çantayı ona verse… Olmaz. Küçük bir tavsiye için Alp’in yanında olmak başka, Ziya Kalaycı’yı karşısına almak başkaydı. Ona güvenemezdi.
Polis? Çantayı nereden buldun derlerdi. Oteli sen yaktın demek, derlerdi. Hele bir de Ziya Bey onlara ulaşırsa… Hayır hayır.
Tanrım!
Çanta neredeydi? Yatakta hafifçe doğrulup odayı telaşlı gözlerle araştırdı. Çanta? Yoktu! Acaba hastane personeli mi almıştı? Ama onlar odaya getirirlerdi. Bahçede mi kalmıştı yoksa!
Yerinden fırlayıp pencereye koştu. Bahçeye bakan kanatta değildi! Çanta! Onu bulmak zorundaydı! İlaçlarla uyuşturulmuş bedenine hâkim olması çok zordu. Çaresizce pencereden bakarken hafif bir rüzgârla yıkılacak gibi görünüyordu.
“Bence bir süre daha dinlenmelisin.”
Korkuyla sıçradı yerinden. Kapının önünde duran adama baktı. Naz’ın babası. Bahçede de en son o gelmişti yanına. Şimdi hatırlıyordu. Adamın sakin elektriği Reha’nın içindeki fırtınayı yavaş yavaş dindirdi. Solukları düzeldi ama bedeni hala sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu.
“İyi misin? Rengin hala soluk.”
Adamın ilgisinde yapay olan hiçbir şey yoktu. Gerçekten de Reha’nın nasıl hissettiğini anlamaya çalışır gibiydi.
“Ben… evet, evet. İyiyim. Teşekkür ederim.”
Odanın ortasına doğru yürüyüp kapıdan uzaklaştı Süreyya. Reha da yaramazlık yaparken yakalanmış bir çocuk gibi hiç düşünmeden sürüklenerek yatağa geri dönüp oturdu.
“Bir sinir kırılması yaşadığını söyledi doktor. Yüzünde gördüğüm tikler kalıcı olmadığı için mutlu olmalısın. Ağzın burnun bir kenara kayıp duruyordu.”
Ruhundaki kasılma dışarıdan görülebilir olsa, Süreyya Bey bu kadar emin konuşamazdı sanki. Ama bunu sadece Reha biliyordu. Değişen bir şey yoktu. Düzelen bir şey… İyileşen… Geçen… Geçmiş olan…
“Arkadaşını çağırmamı ister misin?”
Hoş… Oğlanı Naz’ın yanından nasıl ayıracağını da bilmiyordu ya…
“Hayır!”
Çığlık gibi. Korku dolu bir itiraz. “Hayır, gerek yok.”
Bu çocuk ne haltlar karıştırıyordu?
“Başın dertte mi?”
Aslında bunu sormayı düşünmemişti ama oğlan o kadar kaybolmuş görünüyordu ki Süreyya içgüdülerine engel olamamıştı. O bir babaydı. Kaybolmuş çocuklar onda şefkat hissi uyandırıyordu.
“Hayır, hayır, her şey yolunda.”
Cevap çok hızlı gelmişti. Kesinlikle bir problem vardı.
“Pekâlâ. Eşyalarını bana verdi görevliler.”
Eşyaları?
“Kıyafetlerin dolapta.”
Tamam.
“Çanta vardı bir de yanında, onu da Kalaycı’ya veririm.”
“Olmaz!”
Reha’nın bir şimşek gibi yataktan fırlayıp Süreyya’ya ulaşması saniyesini almadı.
“Sakın! Alp görmemeli onu. Alp açmamalı! Anlıyor musunuz? Alp olmaz!”
Dehşetle açılmış gözlerdeki korku, çaresizlik, yalnızlık bir bir ortaya döküldü. Oğlan, bir anda titremeye ve bahçedeki gibi sarsılmaya başladığında, Süreyya koşarak hemşireleri çağırdı. Ondan sonra çocuğun zapt edilmesi, sakinleştirici yapılması, yatağa geri konulması…
“Alp olmaz! Alp görmesin!”
Neyi?
“Tamam oğlum, sakin ol. Alp görmeyecek.”
Rahatlamadıysa da bitkin düşen çocuğun sayıklamaları giderek fısıltıya dönüşürken Süreyya o çantadan kimsenin haberi olmaması gerektiğini içgüdüsel olarak anlamıştı. Belki… Cengiz’in bile.
Zorlukla duyabildiği son fısıltılar, Süreyya’nın gözünde hem Alp’in hem de Reha’nın yerini belirleyen çığlıklardı.
“Alp’i korumam gerek. O bunu kaldıramaz. Paramparça olur. Yok olur. O görmesin. Saklamalıyım. Baba. Lütfen. Yardım et baba.”
Elini uzatıp tırnakları ete geçecek kadar sıkılı yumruğu kavradı. Güven vermek istercesine sıktı.
“Tamam oğlum, rahat ol. Ben her şeyi halledeceğim. Alp görmeyecek. Kimse görmeyecek. Güven bana.”
Elinin altındaki sinir yumağının rahatlayışını, gevşeyişini ve bilincin teslim oluşunu izlerken, kendi çocuğuna aynı rahatlamayı veremiyor olmanın aczini ayak parmaklarına kadar hissedip kahroldu.
“Neden o kadar çok sigara içtin ki baba?”
Düşen omuzlarıyla odadan dışarı çıkarken, dünyanın kayıplar üzerine döndüğünü bir kez daha anladı Süreyya. Geride kalanlar, gidenlerin ardından hayata tutunmaya çalışıyorlardı. O da bir şeylere tutunacaktı. Ama Naz’ın ardından değil, Naz ile birlikte olmasına uğraşacaktı.
Bebek…
Dünya üzerinde kızından sonra elinde kalan tek değerli varlıktı. Onun geleceği, varoluşu, hak ettiği her şey adına güçlü olmak, doğru karar vermek zorundaydı. Süreyya artık Naz ile konuşmak zorundaydı.
Odanın kapısına geldiğinde, önce korumaları gönderdi. Naz ile konuşurken, kimsenin duymasını istemiyordu. Sıra içerideki zibidideydi. Ama kulağına çalınan cümleyle, içgüdüleri ona bu sohbeti kesmemesini söyledi.
“Sen beni korkutuyorsun. Bana sadece içinde olduğumuz anı veriyorsun.”
…
“Bana inandığını biliyorum Naz. Ama sanki bunun kısa sürecek bir şey olduğunu düşünür gibisin.”
…
“Çok güçlüsün. Bana hiç ihtiyacın yok. Arkanı dönüp gider ve bensiz de harika bir hayatı yaşarsın. Ben yaşayamam. Ben var olmak için senin varlığına bağımlıyım.”
…
“Bir ilişkiyi yarınından emin olmadan sürdürmeye çalışmak çok boktan bir duygu. Konsantre olamıyorsun. Yarını düşünmekten bugünün tadına varamıyorsun. Boşlukta kalmış gibiyim, yerleşemiyorum. Plan yapamıyorum. Tedirgin bir bekleyişten başka bir şey hissetmeye cesaretim yok.”
…
Çok uzun süren bir kahkahanın ardında Alp’in sesi boğuktu. “İlişkinin adını koyalım diye çırpınan kadın da ben mi oluyorum?”
…
“Seks umurumda değil Naz.”
…
“Yarın da olmayacak.”
…
“Bilirim.”
…
“Sen de etiketleyip kenara koyma beni. Seks, yapacak anlamlı bir şeyim yokken zaman geçirmenin bir yoluydu. Şimdi o anlamı buldum. Sekse ihtiyacım yok.”
…
“Otuz bir çekerim.”
…
“Yapma bunu. Öyle bilmiş bilmiş benim adıma karar veremezsin!”
…
“Ben sizin hareketlerimi önceden tahmin edebileceğiniz beyinsiz bir yaratık değilim Naz! Duygularım var. Kendimi bile şaşırtan özlemlerim var. ‘Alp sıkılacak,’ ‘Alp kadın isteyecek,’ ‘Alp çekip gidecek.’ Buna nasıl cüret ediyorsunuz? Siz Tanrı mısınız? Ona bile insanoğluna özgür irade verdiği yakıştırılmışken, siz bana kendi kafanıza göre bir kader mi çiziyorsunuz?”
…
“Kızgın değilim, hayal kırıklığına uğradım. Bak, babanı anlarım. Diğer insanları anlarım. Ama seni anlamam Naz. Sana bana bunu yapma hakkını tanımıyorum. Beni görmeyi başardın, bundan sonrasını klişeye bağlama, lütfen.”
…
“Ne yapayım Naz? Yüzümü gözümü mü parçalayayım? Gözlerimden birini mi çıkartayım? Sadece güzel olmayan insanların hakkı mı inanılmak?”
…
“Sağlıklı ve hayatın içinde var olman sana aldatılmama garantisi mi verecekti?”
…
“Şu anda inanmadığın ben değilim, kendinsin. Buna devam edersen, beni kendinden uzaklaştırmayı başarırsın. Sonra da hayatın boyunca bu yatakta tavana bakarak kendine acırsın. Ben sana acımam. Çünkü bu yaptığın bir seçimdir. Korkakça bir seçim. Anladın mı?”
Orası onların evi olsaydı, Alp kapıyı çarpıp çıkıp gitmişti. Ama bir hastane odasıydı ve ses çıkmadı. Kapı Alp’in ardından içeri dışarı sallanıp durdu.
Kapıda kalakalan adam, ne yaşadığını anlamaya çalışırcasına bir odaya bir koridora bakıyordu. Naz ağlıyordu. Bunu görmese de Süreyya bunu biliyordu. İçeri girip kızının üzerine eğildi.
“Naz?”
Bebeği nasıl da güzel ağlıyordu. Sanki birazdan kollarını babasının boynuna dolayıp kucağına yerleşecekti. İçindeki fırtına geçene kadar hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı. Yaşadıklarını gözyaşları arasında anlatırken, kelimelerin çoğu anlaşılmayacaktı. Süreyya ise sadece ona sarılacak, sağa sola sallanacaktı.
Gri-mavi gözler babasıyla kapı arasında deliler gibi gidip geldiğinde Süreyya kızının ne istediğini biliyordu.
“Alp’i mi getireyim?”
Onaylamadı Naz. Kırpmadı gözlerini.
“Onun ardından mı gideyim?”
Evet evet evet.
“Peki. Uzağa gitmiş olacağını sanmıyorum. Pervane gibi kendine çekiyorsun zibidiyi.” O an Naz’ın gülümsediğine yemin edebilirdi Süreyya.