Vurucu Bölüm 28

Vurucu Bölüm 28

[Houston!]

Ölümün kıyısında büyüyen çocuklar, parkta büyüyenlere benzemezler. Çaresizliği çok çabuk öğrenir onlar. Ardından yenilgiyi, sonra da ellerinde kalanla yetinmeyi…

İsyan etmezler. Yardım beklemezler. Umut beslemezler. Bugündür onlar için hayat, yarına ertelemezler. Hele ki ölümün de yaşam kadar saygı görmeyi hak ettiğini çözerlerse, yıllar boyu yanıtların peşinde koşan insanlardan çok önce hayatın anlamını keşfederler.

Naz şanslıydı. Annesiyle yaşamı ve ölümü konuşacak, çaresizliği babasıyla birlikte kabullenecek lükse sahip olmuştu. O yüzden, kendi sonu ile yüzleşmesi gerektiğinde bundan hiç kaçmadı. Ölümü de, ağrıları da annesi gibi olgunlukla benimsedi. Onlarla mutlu olmayı başaramazsa, kısa süreceği çok açık olan hayatını hiçe çevireceğini bilip, sevgiden öte hiçbir duyguya içinde yer vermedi.

Hayatını planlamıştı. Babası ve o ve Burak. Tümör ona başka çare bırakmayana kadar bedenini bu haliyle kullanacaktı. Çünkü ameliyat riskine girmektense ağrıyı yönetmek en sağlıklı çözümdü. Artık sağlıklı ne demekse… O da ağrılarını bir oyun arkadaşı gibi görüp hayatının içine dâhil etti. Üç gün hoplama zıplama, iki gün ilaçlarla dinlenme. Dinlenme, onun için kelime anlamından çok farklıydı elbette. Burak’ın sihirli ellerine ek olarak beynini ikna etme çabasıydı çoğunlukla. ‘Ağrımıyor, hiç ağrımıyor, gerçekten ağrımıyor.’ Bir süre sonra gerçekten de ağrımıyordu.

Arada bir dayanamadığı da oldu. Ya da deli bir anında riski göze aldığı. Yine de sonuna kadar gidemedi hiç. Babası yüzünden vazgeçti. Risk ölmek olsa, sorun yoktu. ‘Çok ağrısı vardı, ölüm kurtuluşu oldu.’ derlerdi. Ama değildi. Risk ölememekti. Bu yüzden o en son seçenekti. Ölümden önceki son seçenek.

Mutluydu. Neden olmasın? Babası vardı, onu çok seviyordu. Annesi, bedeni pes edene kadar sevmişti. Naz’ın da çabuk pes etmeye hiç niyeti yoktu, ne kadar zamanı varsa her anını tıka basa sevgi ile dolduracaktı. Çünkü sevmek, dünyayı yaşanmaz kılan her şeye panzehir oluyordu.

Eğleniyordu. Belki yaşıtları gibi değildi eğlencesi ama onun da diğerlerinin sahip olamadığı bir hayatı vardı. Okul sıraları yerine otel havuzlarında geçiyordu zamanı. Arkadaşı yoksa da Burak hep onunlaydı. Oyunlar oynuyorlardı. Üstelik adam çok havalıydı, kızlar Naz’ı kıskanıyordu.

Babası ona ilginç kitaplar bulup getiriyordu. Yakın Çağlar Tarihi mesela. Yeliseyeva. Su gibi okuyup bitirmişti onu Naz. Felsefe ve tıp. Bunları okumak da hoşuna gidiyordu. Bir de parapsikoloji. Çok zevkliydi.

Bazen otellerdeki dükkânlarda değişik kitaplar bulduğu oluyordu. Aşk kitapları. Onları okumak güzeldi ama hiçbiri bir Agatha Christie kadar heyecanlı olmuyordu. Ne de olsa hayatında bir cinayet olması, bir aşk olmasından daha olasıydı.

Hayatı ikiye ayırmıştı. Başkalarının yaşadığı hayat, kendi hayatı. Onlar özgür ve kördü, Naz bağımlı ve engin. Onlar olanaklarını toplumsal kavramların pençesinde bilinçsizce heba ederken, Naz bireysel bilincin zirvesinde şaha kalkan ruhuyla hayatı keşfediyordu. O yüzden de ‘Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun.’ deyişinin dünyada anlaşılmamış en önemli slogan olduğunu biliyordu.

Belki sessizliğinden, küçüklüğünden ya da fizik olarak Burak dikkati çok çektiğinden, Naz bulunduğu ortamlarda pek fark edilmezdi. Kimse ona uzun uzun bakmaz, bir göz atıp geçerlerdi. Hastane personeli dışında adını bilip ona adıyla seslenen kimse yoktu. Pinduxların kızı. Hasta kadının kızı. Havuzdaki kız. Yakışıklının yanındaki kız. O kadar. Sekiz yaşında annesi hastalandığından beri bunun ötesinde bir kimliğe sahip olmamıştı. Bunu önemsememişti de.

Ama bazen… Birileri bir başkasını adıyla çağırdığında… İşte o zaman… Sanki dünya kendisini fark bile etmeden ölüp gidecekmiş gibi geliyordu. Umursamıyordu elbette de… Sanki bir kez olsun birinin seslendiği kişi olmak…

Neyse işte, çok da büyük bir kayıp değildi sonuçta. O gözlemciydi. O her şeyi, herkesi görendi. İnsanları izler, neler hissettiklerini anlamaya çalışırdı. Yaşayamadığı duyguları empati yaparak solumayı denerdi.

Sonra bir gün, gözlerinde fırtına esen bir adama ilişmişti gözleri. Ona bakarken düğüm olup kalmıştı. Sanki ayaklarını yere sağlam basabiliyormuş gibi, bir de adımlarını şaşırmıştı. Burak belinden tutmuyor olsa yere kapaklanırdı.

Adam onu görmemişti bile. Fırtına rengi gözleri kızın üzerinden kayıp gitmişti. Görülmek değil ama o gözlerin içini görmeyi çok istemişti Naz. Tıpkı annesininkiler gibi, kuytularına kırıklık gizlenmişti.

Sonrasında gizli gizli izlemişti onu. En çok da havuzda… Yanında hep çok güzel kızlar vardı ama adam aslında onları görmüyordu. Sarılıyor, öpüyor, ayıp şeyler yapıyor ama onlara bakmıyordu. Gözlerinde fırtına esen adam, yaşadığı her şeyden sıkılıyordu.

Naz o ayıp şeyleri bilmiyor değildi. Kitaplarda ya da televizyonda zaman zaman karşısına bazıları çıkıyordu. Ama bedeninde hiç dinmeyen, sadece ilaçlarla hafifleyen bir ağrı varken, bu tür eylemler ona ancak paraşütle atlamak ya da mağaralara inmek kadar anlamlı geliyordu.

Alp de başkalarının yaşadığı hayattı. Başkalarının dokunuşu… Başkalarının duyguları… Ama nedense onu giderek daha fazla kendi hayatının içinde buluyordu. Onu izlerken nefesi sıklaşıyor, yanakları kızarıyor, kalbi ritmini şaşırıyordu.

Yoksa bu acaba… aşk mıydı? O halde aşk çok harikaydı. Harika ama ancak platonik. Çünkü gerçek anlamda bir aşk bir güne sığmazdı, yarını olsun isterdi. Naz’ın ise yarını yoktu.

İlk kez, bilinçaltından süzülen ‘keşke’ duygusu canını o aptal tümörden daha fazla acıttı. Keşke her şey farklı olsa… Keşke hayatı bir de Alp ile keşfetse… Keşke onun gözlerinde gördüğü kırıklığı geçirse, onu gülümsetse… Kendisi de ona gülümsese…

İçinde hissettiği bu yalnızlık duygusu da nereden çıkmıştı ki şimdi? O hiç yalnız olmazdı ki! Ama Alp’i görmediği ya da nerede olduğunu bilmediği her an ruhuna çöreklenen duygunun adı buydu işte. Eksikmiş gibi. Yalnız kalmış gibi. Yarım kalmış gibi.

Sonra bir gün, hiç olmayacak bir şey oldu. Fırtınaların estiği gözler havuzda Naz’ı yakaladı. Zamanın durduğu, dünyanın ters yüz olduğu, bilinenin bilinmeze dönüştüğü andı o. Her şeyin ama her şeyin değiştiği an. Çünkü o an Naz değişmişti. Alp Naz’ı fark etmişti. Alp Naz’ı hissetmişti.

Alp’in, gözünün içine baka baka yanındaki kıza ayıp şeyleri yapmaya devam edişi bir anlamda onun çığlığıydı. Naz’a üstünlük taslıyor, meydan okuyordu. Ürkütmeye, yenmeye çalışıyordu. Oysa o sadece derinlerinde acı taşıyan bir insandı. Bir asi. Hırçınlık yaparak ilgiyi üzerine çekmeye çalışan yalnız bir çocuk…

O meydan okumayı çok sevmişti Naz. Alp insanlara, Naz ağrılara meydan okuyordu. İkisi de ayakta kalmaya uğraşıyordu. O andan sonra içinde uyanan anne şefkatiyle onu sadece izledi. İstediği kadar yaramazlık yapabilirdi Alp, ama Naz’ı kendinden uzaklaştırması mümkün değildi. Naz sevdiğinden bu kadar kolay çekip gitmezdi.

İçinde uyanan kadın, o fark bile etmeden bedenini yönetmeye başladı. Otelin butiğindeki giysiler… acaba üzerinde nasıl dururdu? Alp baktığında bacaklarının çok da güçlü olmadığını anlamaması için nasıl yürünürdü. Canının biraz daha yanmasını göze alarak biraz fazla adım atsa… Burak’a daha az dayansa… ağrıyı yüzüne yansıtmadan Alp’in önünden geçmeyi başarsa…

Alp fark etmemişti. Onu sağlıklı, normal bir kız sanıyordu. Ve bu Naz’a kendini harika hissettiriyordu. Alp Naz’a beğeniyle bakıyordu. Çapkın şey. Bir de beğenmiyormuş gibi yapıyordu ya, Naz bunu çok tatlı buluyordu. Küçümsüyormuş, umursamıyormuş gibi yapıp yine de gözlerini ayırmıyordu. Her yerde. Her şekilde. Yanlarında kim olduğunu umursamadan. Naz da umursamıyordu.

Alp ona diğer kızlara baktığı gibi bakmıyordu ama. Onların yüzlerini değil bedenlerini inceliyor, en çok da göğüslerine bakıyordu. O zamanlarda gözleri çakmak çakmak oluyor ve Naz’ın içi biraz buruluyordu. Kendi göğüslerini kızlarınki ile karşılaştırıyordu. Onunkiler de büyüktü aslında ama Alp’in gözlerini kendi gözlerinden ayırmayı başaracak kadar çekici değillerse demek…

Sonra… ‘Naz’ demişti Alp ona. Naz. Adını merak etmiş, sormuş, öğrenmiş, aklında tutmuştu. Naz. “Naz. Gel.”

En son ne zaman bu kadar mutlu olmuştu ki acaba? Hatırlamıyordu. Belki de öyle bir an hiç yaşanmamıştı. Çünkü bu, herhangi bir kimsenin onun adını söylemesi değildi. Alp’in söylemiş olmasıydı. Alp… Biliyordu. Naz’a babası ve Burak’tan sonra ilk defa o değer veriyordu. Bu aşktı ve Naz Alp’e boşa âşık olmadığını biliyordu.

O andan sonra sınırlarını unutuverdi Naz. Tensel yakınlık sevginin öyle doğal bir uzantısıydı ki, geri çekilmeyi akıl edemedi. Yarının olmadığını aklına getiremedi. Ve Alp… Her karşılaşmalarında Naz’ı hoyrat elleriyle saygısızca hırpalamaya gelmişken, bir sonraki an yumuşacık bir sevecenlikle pamuklara sarıyor, ona kendisini olmadığı her şeymiş gibi hissettiriyordu. Alp’in oynadığı rolden bir anda farkına bile varmadan sıyrılıp özünü ortaya sermesiyle Naz büyüleniyordu. Bedenini de ruhunu da sınırsız bir güvenle ona teslim ediyordu. Canı acısa da, ağrıdan beyni zonklasa da onun dokunuşuna çiçek gibi açılıyordu. Ve kadın olmanın ne olduğunu anlıyordu.

Güzeldi. Gerçekten çok güzeldi. Ama Naz hasta bir bedendi. Alp ve Naz diye bir şey olacaksa, risk almanın zamanı gelmiş demekti. Kendini koruma güdüsü ile cılız bir sesle “Ben gerçekten senin sevgilin olabilir miydim?” sorusunu yönelttiğinde bile, olumlu bir cevap alacağını sanmıyordu galiba. Yine de o ameliyatı olacaktı. Alp için olacaktı. Alp’in Naz’ı olma ihtimali için olacaktı.

Alp’in Naz’ı gözlerini açtığında, sonsuz bir boşluktaydı. Görüntü vardı. Ses vardı. Ötesi yoktu. Hayır! Hayır! Olmaz! Şimdi olmaz! Alp’e gidecekti! Alp ‘sevgilim olabilirsin’ demişti! Yardım et Houston!

Doktor başına gelmiş, sevecen bir dille hayat ile arasındaki bütün köprüleri tek tek yıkıyordu. Houston!

‘Tamam. Sakin. Kapat gözlerini. Düşün. Düşün. En kötüsü ölmekti, öyle değil mi? Tamam. Alp yok artık. Onu unut. Şimdi ölme zamanı. Ne zaman ölünebilir? En yakın?’ Bunu doktora nasıl sorabilir? Houston!

Tamam. Babası. Çok üzgün. Gözlerini açmasını istiyor. Tavanı görmek için göz açmaya ne gerek var? ‘Dert etme babişim. Ben ölünce sen de artık biraz kendi hayatına bakarsın.’ Öyle değil mi?

Bıdı bıdı bıdı… Babası.

Bir eksik vardı. Neydi o?

Bıdı bıdı bıdı… Burak.

Ağrı! Evet, tabi ya! Ağrı yoktu. Hiçbir yeri ağrımıyordu. Tıpkı çocukluğundaki gibi!

Bıdı bıdı bıdı… Doktor. Hemşire.

Ağrı olmayınca hayat çok sakindi. Çok sıkıcı. Keşke ağrısı olsaydı. Naz… Hissetmemekten çok sıkılmıştı!

Bıdı bıdı bıdı… Burak.

Düşünmeli. Bir insan kendisini öldürebilir mi? Nefes almamak? Tek yapabileceği o. Yapabilir mi?

Bir. İki. Üç… Yüz… Yüz yirmi.

Alma. Nefes alma! Yapma! Şapşal. Boşa gitti hepsi.’

Bıdı bıdı bıdı… Babası.

Bir. İki. Üç…

Yoktu değil mi nefes almadan ölmeyi başaran? Olmuyordu çünkü. E, peki… Nasıl olacaktı? İstediği an ölemeyecekse… Eyvah! Houston!

Bıdı bıdı bıdı… Burak.

Bir. İki. Üç…

“Senin ne işin var bu odada? Defol git pislik!” Burak. “Çık dışarı dedim sana!”

“Bir daha Naz’a bağırırsan seni öldürürüm.”

Buz gibi bir ses. Tehdit ediyor. Burak’ı. Alp? Kendisini mi koruyor? Hayır. Rüya bu. Değil mi? Alp’in ne işi olabilir ki burada? Nasıl bilebilir? Hem neden gelsin ki? Yani…

Vız… Vız… Sinek var. Kimse konuşmuyor. Rüyaydı demek. Keşke olmasaydı. Keşke Alp olsaydı. Keşke ameliyat olmasaydı. Keşke ağrıyı hiç belli etmeseydi. Alp. Sesini bile hayal etmek ne güzeldi. Keşke onun o gözlerini bir kez daha görebilseydi. Kırık… Gri…

İçinden ağlamak geliyordu.

“Güvenliği çağırıyorum. Hastane ile hiç alakası olmayan bir adam günlerdir dışarıya kamp kurdu, kimsenin umurunda değil! Bu nasıl bir hastanedir!” Günlerdir mi? Alp mi? Gerçekten mi? Naz’ın Alp’i? Bu rüya da bir garipti. Alp günlerdir burada olacak… 

İçinden daha da çok ağlamak geliyordu.

“Tanrım!” Babası. “Bakın!”

“Naz!”

Gözleri refleksle açıldı. Alp.

Alp buradaydı. Odada nefes sesleri vardı. Ve karşısında beyaz bir tavan vardı. Sadece bembeyaz tavan. Sağda. Biraz sağda. Alp oradaydı! Bu baş nasıl dönecekti? Nasıl? Baş kendisinindi! Kas kendisinin! Kalp kendisinin! Alp kendisinin!

Alp’i görmek zorundaydı. Onu görmezse yaşayamazdı! Ama şimdi ölmek istemiyordu. Onu bir kez daha görsün, öyle ölürdü. Lütfen!

‘Çevireceğim seni! Alp’i görmek için ne yapıp edip çevireceğim seni! Alp! ALP! Tanrım! İşte!

O an… Naz’ın kendisini yalnız hissetmediği ilk andı.