Vurucu Bölüm 26

Vurucu Bölüm 26

[Sadakat]

Sabah hastaneye geldiğinde, Alp’i yine bahçede buldu Reha. Hastane çevresinde süregelen koşuşturmadan kopuk, yavru bir köpekle oynayan bir adamı seyrediyordu.

“Günaydın.”

Yanına oturan arkadaşına gülümseyerek baktı genç adam. Her halinden gece hiç uyumamış olduğu belli olsa da saçma bir şekilde parlıyordu.

“Hoş geldin.”

“Ne sırıtıyorsun lan?”

Dişlerini iyice ortaya çıkarttı bu sefer Alp Kalaycı, sonra adamla köpeği seyretmeye geri döndü.

“Baksana, sen hiç bizim korumalardan herhangi birini bir köpekle oynarken gördün mü?”

Ne alakaydı şimdi bu? Dönüp Alp’in seyrettiği sahneye baktı. Uzun boylu, geniş omuzlu, takım elbiseli bir adamdı gördüğü. Çok tanıdıktı. Yerde yatan yavru köpeğin karnını ovalıyor, bu sırada da belli ki sevecen sesler çıkarıyordu. Köpek mestti. Adam gülümsüyordu. Köpeğin kulaklarının arkasını kaşıyor, arada bir fiske atıyor, elini ağzına sokup dişlerini geçirmesine ses etmiyordu. İkisinin de andan hoşlandığı çok açıktı.

“Kim bu?”

“Naz’ın kapısında duranlardan biri. On dakikadır burada köpekle oynuyor.”

Evet, biraz garip bir durumdu açıkçası. Ama bunun farkına varan bir Alp daha garipti.

“Oğlum sen iyiden iyiye kafayı yedin bak. Ne var bunda bu kadar hayret edecek?”

“Bilmiyorum. Ama Naz’ın dünyasında her şey çok farklı. Hangisi gerçek, anlayamıyorum. Onunki mi, bizimki mi?”

“Saçma. Farklıyız işte. O hep korunmuş hasta bir kız, sen zengin ama büyük olasılıkla da ruh hastası bir babanın oğlu, ben de aşçının…”

Zaten sırada çözülmesi gereken onca sorun varken Alp’in keşifleriyle uğraşmaya vakit yoktu.

“Emlakçıya isteğimizi anlattım ve çok uygun fiyat aldım. Ama annemle konuşup onun onayını almadan evi onun üzerine alamam. O da senin olan bir evde kalmaz. Ben birazdan Kalyon’a dönüyorum. Sen de odaya gidip biraz dinlen bence. Bütün gece soğukta üşümüşsündür.”

Bak bak bak, gülüşe bak. Ne gülüyordu bu herif?

“Ne oldu? Naz’a ulaştırabildin mi notunu? Anladı mı harfleri?”

“Sen onu kıt zekâlı bir süs bebeği falan mı sandın? Tabii ki anladı.”

Öf, görmemişin sevgilisi olmuş…

“Tamam aman, bir şey demedim sevgiline. Otelde yapmamı istediğin bir şey var mı?”

Yoktu. O da geçmişine sadece olumsuz bir baş salladı.

Reha yanından uzaklaşırken, Alp de acele etmeden ayaklandı. Otele gidip duş almalı, yatağa uzanıp hayal kurmalıydı. Artık en büyük hayali, Naz’ın soluğu yüzünü okşarken uyumaktı.

Dün gece, odanın dışındaki bankta oturma sırası Süreyya Bey’deydi. Hemşireler şahit oldukları sahneyle ilgili romantik hayallere dalarken korumalar da o gecelik azat edilmişlerdi. Gece hiç biri uyumamıştı. Ne Süreyya, ne Naz, ne Alp. Naz’ın ara ara kapanan gözleri her açılışında kendisini seyreden grilerle buluşmuştu. Alp’in bir elinin bütün gece karnını okşadığından haberi yoktu. Elleri, kolları, organları oluşacak kadar bile büyüyeceğinden umudu olmadığı bebeğine ve Naz’a içindeki enerjiyi aktarmanın başka yolunu düşünemiyordu genç adam. Belki… Bebek de Naz da teması anlamaz ama hissederlerdi. Kim bilir?

Düşünecek çok zamanı olmuştu. Hayal kuracak… Yere çakılacak… Çok zaman.

Naz, kendisi ve bebekleri. Kız mı olurdu acaba? Of. Naz’a benzerdi belki. Kıvır kıvır saçları, gri-mavi gözleriyle… Bıcır bıcır konuşurdu. Alp ona bildiği her şeyi öğretir, bütün kötülüklerden korurdu.

Ya da bir oğlan. Kendisine benzer miydi? Benzesin miydi? Of! Kendisi gibi olacaksa aman ha! Çirkin olsaydı keşke. Kızlar onu rahat bırakırlar, o da normal bir insan olmanın tadını çıkarırdı. Ama Naz ile ikisinden nasıl çirkin bir çocuk çıkabilirdi ki? Gülümsedi.

Onunla oynardı Alp. Reha ile yapmak isteyip de yapamadığı gibi… Maket arabayı birlikte yaparlardı. Ona hangi parçanın nereye gelmesi gerektiğini kılavuzundan bakıp söyleyebilirdi. Ya da daha güzeli, ona hemen okumayı öğretirdi, o da kimsenin yardımına ihtiyaç duymadan maketi kendisi yapardı. Üç yaşında falan öğrenir miydi acaba harfleri?

Adı ne olurdu? Kısa isimler koymaları lazımdı. Naz konuşabilirse yorulmasın diye… Kıza Nazlı. Nez. Oğlan olursa da Can. Cem. Alp kızına Prensesim derdi, oğluna Aslanım. Japon Balığım diyemezdi. Çünkü bunu Naz’a diyecekti.

Gece boyu içi doldu doldu taştı. Uzanıp Naz’ın burnunun ucunu öptü. Doğsa da doğmasa da… O ve Naz bir can yaratmışlardı. İkisi… Birbirlerini tamamlamış, çoğalmışlardı. Ve Alp bununla gurur duymuştu.

Anlamsız bir şekilde, bunların sadece gerçekleşmiş olması yetiyordu Alp’e. Bebek doğmasa da o hep babasının içinde olacaktı. Sanki bir hayal dünyasında üçü kırlarda koşacak, çimlerde yuvarlanacak, kahkahalarla birbirlerine sarılacaklardı.

Öyle yerini yurdunu bulmuştu ki o gece, sabah çok erken saatte hemşire doktorun birazdan geleceğini söylediğinde, hücrelerini neredeyse yataktan kazıması gerekmişti. Naz’ın yanından ayrılmaktan nefret etmişti. O yüzden odadan çıkmak istememiş, onlar kontrollerini yaparken kenarda durup seyretmişti. Naz’ın gözlerinin değebileceği yerlerde durmaya özen göstermişti. Ve Naz… onun odanın neresinde olduğunu hep bilmişti.

Naz birtakım testler, tedaviler için diğer bölümlere götürülürken, doktor da kendisiyle konuşmak istediğini işaret etti Alp’e. Korku… Şartlar daha da kötü olabilir miydi? Olsa Alp bununla başa çıkabilir miydi?

Oysa korkmasını gerektirmeyecek bir şey duymuştu adamın ağzından. “Süreyya Bey sizden uyuşturucu testi için idrar, kan ve saç örneği almamızı arzu ediyor. Teste girmeyi kabul eder misiniz?”

Başını olumlu sallayan Alp’in konuyu çok önemsiz bulduğu, her halinden belli oluyordu. O daha çok, Süreyya Bey’in bunu istemesinin altında, Naz’ı görmesiyle ilgili bir izin çıkma ihtimali bulunup bulunmadığıyla ilgileniyordu. Öyle ki, Cengiz’in kendisini tek bir tepkisini kaçırmadan izlediğinin farkına bile varmadı.

“…en son ne zaman…” doktorun söylediklerini bile kaçırmıştı heyecandan. Ne? Uyuşturucu mu en son ne zaman?

“On sene kadar önce bir ay kadar değişik haplar ve tozlar denemiştim ama hiç bilmiyorum ne olduklarını.”

“Tamam, siz hemşireyle birlikte gidin, o sizi hazırlasın.”

Alp, koridorda uzaklaşırken, Cengiz nefretle söylenmeye başlamıştı bile.

“Yalanını sikeyim bunun! On sene önceymiş! Pezevengin oğlu… Parasıyla bile kurtulamaz bundan. Sen merak etme Süreyya. Almanya’ya isim belirtmeden, sadece bir numara ile etiketlenmiş olarak gönderiliyor bu test. Sonuçların değiştirilmeyeceğinden emin olabilirsin.”

Doktor Cengiz’e kaşlarını çatarak baktıysa da yorum yapmadı. Elinde somut verisi yoktu, bu konuda uzman da değildi ama o çocuğun uyuşturucuyla alakası olmadığına kalıbını basardı.

Cengiz’in gözlerinden fışkıran nefret artık Süreyya’yı daha fazla rahatsız ediyordu. Alp Kalaycı’yı gece boyunca dışarıdan gözlemlemişti. Hayır, o bu nefreti gerektirecek bir izlenim bırakmamıştı kendisinde. Öncesini bilemezdi ama kötü bir insanın durduk yerde yatağa mahkûm olduğu kesinleşmiş bir kızın etrafında böyle pervane olması, onun ruhuna ulaşması, mücadeleyi inatla bırakmaması mümkün değildi. Belki Naz kendi kızı olduğu için fazlasıyla pozitif duygu yüklemeye çalışıyor olabilirdi ama… Ne olursa olsun bu çocuğun yaptıkları normal değildi. Kızının gerçekte sevgilisi, nişanlısı, kocası olan biri bile şu ana kadarki verilerle çoktan ayrılma planlarını yapmaya başlamış olurdu. Bu çocuk ise kapıdan kovsa bacadan giriyordu. Ne yapıp edip Naz’a ulaşıyordu. Ama en önemlisi… O geldiğinde Naz’ın fiziksel sınırlarını Süreyya bile unutuyordu.

“Üç hafta sonra en azından son altı ay içerisinde neler kullandığını görebileceğiz Süreyya. Saçları daha uzun olsa, daha da öncesini görebilirdik aslında. Ama bize bu da yeter. Onun gibiler düzenli kullanıcı olduğu için hepsi saçta çıkacaktır.”

Sonra onaylamaz bakışlarla bir süre arkadaşını izledi.

“Neden odadaydı bu piç, Süreyya? Neden hala sizin etrafınızda?”

Bir önceki geceyi hatırlayınca, gülümsemesine engel olamadı adam. Sanki kızı bütün gece sevgilisiyle bıcır bıcır konuşup gülüşmüş gibi gelmişti ona. “Çünkü o benim kızımı hayatın içinde tutuyor Cengiz.”

“Dostum!” Derin bir nefes aldı. “Dostum.”

“Cengiz ben aptal bir adam değilim. Mesleğinin sana belli bir bakış açısı kazandırdığının farkındayım ve buna saygı duyuyorum. Ama sen de benim hislerime saygı duy.”

Onun derin gri-mavi gözlerinde, çelik gibi bir kararlılığın izlerini gördü Cengiz. Tereddüt yoktu. Çaresizlik yoktu. Verilmiş bir karar, sanki biraz da koruyuculuk vardı. Ama kimi kimden koruyordu? O piçi mi? Yok canım, daha neler. Kötülük bu kadar kolay kazanamazdı. Cengiz bu kez buna izin vermezdi.

***

Reha, otele girer girmez önce çaktırmadan lojistik belirlemelerini yaptı. Patron ortalarda görünmüyordu. Korumalardan üçü dışında diğerleri restorandaydı. Annesi mutfak bölümündeydi. İşini çoktan bitirmiş, servisin tamamlanmasını bekliyor olmalıydı.

Tam tahmin ettiği gibi, mutfağın dışındaki küçük bahçede buldu onu. Yanına gidip sımsıkı sarıldı. Kadın nefes alamayınca, “Dur oğlum, deli oğlum, bayram değil seyran değil, hayırdır?” diyerek merakla oğlunun yüzüne baktı.

“İyisin, değil mi annem? Yorulmuşsun.”

İyiydi. Yüzü gülüyordu. Hele ki oğlu böyle sarılınca, hangi anne iyi olmazdı? Yorgunluk önemli değildi. İşte burada oturdu mu o yorgunluk geçiveriyordu. Dışarıdan bakan biri için ana oğul arasındaki sevgi neredeyse elle tutulur haldeydi. Yemek yaparken hijyenik nedenlerle kullandığı bone sayesinde saçlarının beyazlamaya başladığı da belli olmadığından, kırk yedi yaşında olduğu hiç anlaşılmıyordu.

“Yeterince çalıştın annem. Artık kendi evinde, kendi bahçende hayatın keyfini çıkarma zamanın geldi.”

Kadının gözleri atmaca gibi dikildi bir anda oğlunun gözlerine.

“Nereden çıktı şimdi bu?”

Dürüst olacaktı elbette Reha. Ama inandırıcı olabilecek miydi? İşte bunu bilmiyordu.

“Burası artık bizim için güvenli değil annem.”

Kaşları çatılan kadının yüzüne siniveren korku oğlunun canını yaktı. Annesi hala korkuyordu.

“Ne oldu Reha? Yanlış bir şey yapmazsın sen. Kim ne yaptı?”

Anneciği… Canı. Onun bu inancına, güvenine kurban olurdu.

“Ziya Kalaycı… İyi biri değil anne.”

“Hadi oradan!”

İşte, körü körüne bir psikopatın cazibesine kapılan biri.

“Adamın ne kötülüğünü gördün? Bir şey mi yaptı sana?”

Yanlış soru.

“Hayır annem, henüz yapmadı. Ama yapabilir.”

Şaşkındı annesi. Onca yıl ekmeğini yediği kapıda işverenine sadakatsiz olmak ona göre değildi. Ama oğlunun söylediklerini hafife de alamazdı. Belli ki onun da kafası karışmıştı. Bunların hepsi konuşarak düzelirdi.

“Oğlum her ne varsa, git konuş, anlat doğruyu. Adildir Ziya Bey. Dürüsttür. Efendidir. Kimsenin hakkı kalmamıştır üzerinde. Öyle çekip gitmek bize yakışır mı?”

İşte. Ablanın yaptığını görmeyen baba, sorunu çıkaranın küçük kardeş olduğuna emindir.

“Annem, Ziya Kalaycı göründüğü gibi değil.”

İnanmıyordu ki kadın. Reha bunu onun gözlerinde görüyordu. Onu, patronunun kötülük barındırdığına kimse ikna edemezdi.

“Oğlu yine azgınlık yaptıysa bize neymiş bundan? Ben yemek yaparım, sen sana ne iş verilirse onu. İşimizi iyi yaptıktan sonra Ziya Bey niye bize kötülük yapsın?”

“Anne, bilmiyorsun… Senin iyi dediğin adam sen böyle düşün diye numara yapıyor. İşine nasıl gelirse öyle davranıyor. Oğlu onunla ipleri kopardı. Şimdi ben Alp ile arkadaş olduğum için artık biz onun düşmanı olacağız ve o zaman gerçek yüzünü gösterecek.”

Yok, inanmıyordu kadın. Aksine, oğlunu ikna etmeye çalışıyordu.

“Oğlum koskoca otel sahibi, zengin adam, otelin aşçısına ne numarası yapacak? Deli misin sen?”

Ne diyecekti Reha? Adamın yaptığı somut bir kötülüğü de bilmiyordu ki söylesin… Hep içgüdü. Ama o, içgüdülerinden artık daha da emindi. Büyük bir felaketin yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. Şimdi giderlerse zarar görmeden kurtulacaklardı. Ama şimdi. Hemen. Kıyamet kopmadan önce…

“Annem.” Eğilip ellerini tuttu kadının ve gözlerinin içine en arı haliyle baktı.

“Benim hatırım için bana güvenemez misin?”

Anahtar cümle. Oğluna elbette güvenirdi. Ama nerede iş bulur, nerede yaşarlardı. Buradan ayrıldıkları an evlerinden de ayrılmış olacaklardı. İki işsiz, iki evsiz, güvencesiz insan… Ne yaparlardı?

“Güvenirim de oğlum, sonra ne yaparız?”

Gözleri yaşarmaya, içlerine korku yerleşmeye başlamıştı. Oğluna karşı çıkmayacaktı. Ona inanıyordu. Ama artık yaşlanıyordu. Ve gelecekten, yaşlılıktan, yalnızlıktan korkuyordu.

“Alp’in bir miktar parası var ve onunla sana İstanbul’da bir ev almak istiyor.”

“Hadi oradan! O kim oluyormuş da bana ev alıyormuş? O kimmiş kim? Karıdan kızdan başka bir şey bilmeyen bir asalağa güvenip düzenimizi mi bozacağız biz oğlum?”

İşte. Reha’nın korktuğu da buydu.

“Annem, Alp benim arkadaşım. Ben ona güveniyorum.”

Hayır. Bu asla yetmezdi. Bu kimseye yetmezdi ki annesine yetsin.

“Güvenini boşa çıkardığında ne olacak? Evsiz, işsiz kaldığımızda?”

Burada kalsalar da bunun olacağını Reha biliyordu. Ama içgüdüler itibar görmüyordu.

“Sen arkadaş kazığı yemedin hiç, bilmiyorsun. Dakikada kendi çıkarı için satar seni arkadaş dediğin. Konuşursun, görüşürsün ama hayatını emanet edecek kadar güvenmezsin oğlum.”

Evet, bunu Reha da biliyordu ama…

‘Sen bana kardeş ya da arkadaş değilsin. Sen bana eşit değilsin. Ben senin için her an babam gibi davranacak bir pisliğim. Öyle mi?’

Nasıl da kırıktı Alp bunu söylerken. Ama işte, Reha da annesi gibi güven konusunda tedirgindi. Alp’e sırtını dayayabileceğine gerçekten inandığı için değil, belki de başka çaresi olmadığı için Alp’e güvenmeyi seçiyordu. Ki bu bile onun için büyük bir adımdı.

“Bunu aklımdan hiç çıkarmıyorum annem. Ama bak Ziya Kalaycı konusundaki düşüncelerim tamamen bana ait ve Alp’i de babası konusunda uyaran benim.”

Evet, annesinin dikkatini çekmeyi şimdi başarmıştı.

“O yüzden, şöyle düşün. Sen buradan emekli olma hakkını çoktan kazandın. Bildir bunu, otel sana emekliliğin için bir para verecektir. En kötüsünden onunla bir ev almaya çalışırız. Emekli maaşın olur. Ben de çalışırım. Yani açıkta kalmayız. Ama güvende oluruz, sen de artık biraz hayatını yaşarsın.”

Ya düşündükleri gibi olmazsa? Dile gelmese de soru annesinin gözlerindeydi.

“Eğer sana ikramiye vermezlerse, Alp’in sana alacağı evin senin ikramiyen olduğunu düşün.”

“Hayır, olmaz öyle şey!”

Kadın sinirlenmişti. Yıllarını verdiği işin sahibi onu öylece ortalıkta bırakmazdı. Bu oğlan, adamın günahına giriyordu ve bu hiç de iyi değildi.

“Hele bir düşüneyim ben. Bir anlayayım ne yaşıyoruz, ne oluyor.”

Kalktı. Oğlunu öptü. 

“Sonra konuşuruz oğlum. Şimdi mutfak beni bekler. Sen de işinin başına dön de aldığın parayı hak et.” Patronuna ihanet etmeyeceği bedeninin kasılmasından bile belliydi.