Vurucu Bölüm 24
[Fanus]
“Seni sevmiyorum Kalaycı.”
Gerek yok. Naz seviyor.
“Normal zamanda kızımın yanına beş metre bile yanaştırmam seni.”
Ben bir yolunu bulurum.
“Yüz bulup bir daha buraya girebileceğini sanma.”
Hala kararsızdı Süreyya. İyi mi yapıyordu, kötü mü? Bir bilse…
“Eğer bebek konusunda Naz’ın aklına girebile…”
“Süreyya Bey. Doktor ona söylemediği sürece ben de bebeği söylemeyeceğim. Yanlış bir şey yapmayacağım. Söz veriyorum. Şimdi artık lütfen… Naz’ın yanına girebilir miyim?”
Of. Yanlışsa ya. Bu çocuğu görmek Naz’a iyi gelmek yerine daha kötü olursa…
“Ona da sadece bir kerelik olduğunu söyleyeceğim.”
Tabii ya. Ya Naz bu herifi bekler de o gelmekten vazgeçerse? Kızının bir de böyle yıkılmaya hiç ihtiyacı…
“Süreyya Bey, lütfen.”
Gözlerini kıstı adam.
“Nedir bu acelen Kalaycı? Kızımın bir yere gideceği yok.”
Gözlerini kapattı Alp. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştı. Sonra fırtınaya dönen grilerini içindeki sertliği gizlemeden adamın Naz’ı andıran gözlerine dikti.
“Ama Naz içeride yalnız. Korkuyordur. Lütfen bırakın gireyim.”
Adamın bembeyaz kesilen yüzüne aldırmadan döndü ve odadan içeri girdi. Hiç beklemeden yatağa ulaştı ve Naz’ın yüzüne baktı. Kapalıydı gözleri.
Acaba uyuyor muydu? Ona yanında olduğunu uyandırmadan nasıl hissettirecekti? Dokunsa… elini tutsa… Lanet olsun. Naz bunu bilmeyecekti ki!
Kararsız kaldığı o sürede, Naz’ın her tarafından çıkan kabloları, boyun bölgesindeki kahverengi antiseptik izini, saçlarındaki cansızlığı, tenindeki solgunluğu inceledi. Ona hiç dokunmaması mı gerekiyordu acaba? Geçen sefer yüzünü çevirmekle onu tehlikeye mi atmıştı? Babasına sorsa bilir miydi? Yok, doktora sormalıydı. Nereye ne kadar dokunabilir? Ona ne kadar yaklaşabilir? Hatta belki steril kıyafet falan giyse miydi? Yok, o işler yoğun bakımdayken oluyordu galiba. Naz’ı oradan çıkardıklarına göre…
Ağrısı olsa daha çok tutarlardı onu orada belki de. Ameliyattan sonra herkesin ağrısı olurdu. Hele ki Naz gibi sadece doku değil kemik kesilen ameliyatlarda deli ağrı olması beklenirdi. Hemşire o gün öyle söylemişti. Belki Naz’ın da vardı, ama o bu ağrıyı hissetmiyordu. Yine de bedeni aslında ağrıyor, bu da onu güçsüz düşürüyor olabilir miydi? Alp bunu da doktora sorsa iyi olacaktı.
Dönüp kapıya baktı. Süreyya Bey kapının dışında durmuş, atmaca gibi Alp’i izliyordu. Neyse bari Arnold yoktu. O olsa, Süreyya Bey’in bu kararına kesin karşı çıkardı. O da kendisini sevmiyordu. Eh. Haklı olmadığını da kimse söyleyemezdi.
Babasının kendisini rahatça denetleyebilmesi için yatağın öteki tarafına geçti. Cam kenarına. Artık o Naz’a bakarken Süreyya her şeyi görebilirdi.
Sonra… Naz’ın nefesini duydu Alp ve o ses dışındaki her şey yeryüzünden silindi. Ne güzel bir sesti o. Naz’ın hala hayatta olduğunu müjdeliyordu. Başlangıç için bu yeterliydi. Sonrasına Naz ile birlikte ulaşmaya çalışacaklardı.
“Aşkım.”
Aslında fısıldamıştı. Kendi kendine. Bu kelimeyi ona söylemek çok hoşuna gitmişti. Biri duysa, dünya ters yüz oldu sanabilirdi. Ama o… Naz için bundan başka bir kelime düşünemiyordu.
Naz’ın gözleri anında açıldı. Tavan. Beyaz. Gözlerini pencere tarafına döndürüp Alp’i yakaladığı an da…
Hiçbir şey olmadı. “Alp!” diyemedi mesela. Elini saçlarına götürüp düzeltemedi. Gülümseyip mutlu olduğunu gösteremedi. Baktı.
Ama bu Alp için yeterliydi. Hemen Naz’ın üzerine, gözlerinin tam karşısına eğildi.
“Merhaba.”
Cevap beklemedi. Beklemediğini göstermek için de konuşmasına devam etti.
“Nasıl başardığımı sakın sorma ama babanı ikna ettim. Seni gülümsettiğimi düşünüyor.”
Gri-mavilerin içinde şöyle bir dolaştı…
“Evet, gülümsetiyormuşum. Şimdi de gülümsüyorsun.”
Tek bir kımıltı yoktu Naz’ın yüzünde ama Alp de Süreyya da duyuyorlardı Naz’ın şen kahkahalarını.
“Ne kadar iznim var bilmiyorum. Babanı kızdırmadığım sürece burada kalabilirim bu gece.” Kapıya baktı… Adam dinliyordu. “Umarım yani.” Sonra onu yine unuttu.
Bir süre gözlerini hiç ayırmadı Naz’dan, sonra hırçın bir sesle “Umurumda değil!” diye söylendi. “Üstelik bunu sanki dünyanın sonuymuş gibi söyleyemezsin!”
Süreyya o anda daldı içeri.
“Ne?”
Şaşkınca kızına baktı.
“Bir şey mi dedi? Nasıl?”
Alp’in Naz’ı neredeyse azarlamakta olan bakışları hiç değişmedi. “Hiç iyileşmeyeceğini söyledi.”
Canı yine acıdı Süreyya’nın ama şaşkınlık daha baskındı.
“Nasıl söyledi?”
Alp o an, Süreyya’nın çaresizliğini iliklerine kadar hissetti. Adam, kızıyla nasıl iletişim kurabileceğini bilmiyordu.
“Gözleriyle. Mors gibi.”
Gözleri hayretle açıldı adamın. “O hemşire Naz’a harfleri mi söylüyordu?”
Alp’in o anda gurur duyması gerekiyordu. Evet, adamın arkasından iş çevirmişti ama o herkesin arkasından iş çevirirdi. Çünkü kimseyi sallamaz, işine ne geliyorsa, nasıl geliyorsa öyle yapardı. Ama o an… Adamın çaresiz kaldığı bir konuya çözüm üretmiş olsa bile anlamsızca utandı.
“Reha’nın fikriydi.” Aman Tanrım! Şimdi de Reha’yı mı satmıştı? Hadi be! Çocukken bile yapmadığı şeyler şu an neden bu odada oluyordu? Kafa tutmadığı, alay etmediği bir konuşmayı nasıl sürdüreceğini bilmediğini öyle kuvvetle hissetti ki, akışına bırakmaktan başka bir şey gelmedi elinden. Naz’dan başka hiçbir şey düşünmek istemedi.
“Yani çözümü o buldu. Her konuda çok pratiktir.” Belki bu durumu biraz olsun kurtarırdı.
“Görmek istiyorum.”
Naz’a döndü Alp. Önce göz kırptı. Sanki birlikte bir şey başarmışlardı.
“Babana bir şey söyle bebeğim.” O bebeğim kelimesine Süreyya sinirlendi, Alp umursamadı. Naz onun bebeğiydi. Buna herkes alışacaktı.
Naz’ın gözlerinde bütünleşen kelimeleri tek tek dillendirdi. “Havuza… yem… siparişini… versin.” Kaşları çatıldı. O ikisi bir olup Alp’i dışarıda bırakmışlar gibi hissedip Naz’a hesap sordu. “Ben bunu niye anlamadım?”
“Her şey ters giderse, beni bir balık gibi havuzda beslersiniz, diye şakalaşırdı benimle.”
Ah. Tamam.
“Japon balığı.”
Bu kez Süreyya irkildi. Bu herif bu konuyla dalga mı geçiyordu yoksa?
“İkiniz de bunun tekrarı olmayacağını bilin. Ne konuşacaksanız konuşun, sonra herkes ait olduğu yere dönecek.”
Oysa Alp Süreyya’yı çoktan unutmuştu. Onun odadan çıkıp kapının yanında duvara yaslandığını fark bile etmedi. Naz’la konuşan sesi yumuşacıktı.
“Küçük mavi Japon balığım diyordum ben sana.”
…
“Çok basit. Gözlerine tapıyordum. Rengine… Bakışına… Mavi gibi… Gri gibi… Ve seni sıradanlaştırmaya çalışırken aslında kendime özelleştiriyordum. Çünkü gerçek mavi renkli Japon balığına çok nadir rastlanır.”
…
Diklendi. “Beslerim. Hem de ellerimle.”
…
Kızdı. “Unut bunu.”
…
Kızdırdı. “Boşa çabalıyorsun bebeğim. Ben ne istersem onu yaparım.”
Süreyya bir an kendisini röntgenci gibi hissetti. Başkasının özeline giriyordu. Başkası dediği… kızı… ve sevgilisiydi. Asla yapmayacağını sandığı bir şeyi şu an heyecanla yapıyor, onları gizli gizli dinliyordu.
“İstesen de beni gönderemezsin ki. Yalnız kalırsın.”
Süreyya yine irkildi.
“Bak, ağlama. Sen sakatmışsın gibi dikkat ederek konuşamam ben seninle. Havuzda nasıl konuşuyorsam öyle konuşurum. Ben gidersem yalnız kalırsın. Yalan mı? Beni seviyorsun.”
…
Yumuşacık. “Çok güzel seviyorsun.”
Öpücük sesi mi o! İçeri daldı Süreyya. Alp yine fark etmedi onu. Naz’ın burunun ucunu öpüyordu.
“Hissediyor musun bunu?”
…
“Hiç mi?” Suratı da asılmıştı.
…
“Olsun. Ama en azından görüyorsun. Hissettiğini hayal edebilirsin.”
Öptü.
“Ettin mi?”
…
“Güzel. Söz veriyorum, bir gün hissedene kadar hep öpeceğim seni.”
“Siktir!”
Burak’tı. Süreyya Bey’in kapıya yaslanmış neden ağladığını bilemediğinden asansörden odaya kadar korkuyla koşmuştu. İçeride cansız bir beden görmeye hazırdı, sevgilisiyle cilveleşen bir Naz değil. O herif yatağa Naz’ın yanına uzanmıştı! Ameliyatlı kızın yatağına! Başını eline dayamış, Naz’ın yüzünü de belli ki hafifçe kendi tarafına çevirmişti. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Alp konuşuyordu. Sonra susuyordu. Sonra cevap veriyordu. Neye? Ne oluyordu? Naz’ın kirpikleri çılgın gibi hareket ediyordu.
“Canın yanıyor mu?”
…
“Ağrı da mı hissetmiyorsun?”
…
“Gözlerine hâkimsin. O gün de başını bana çevirdin, gördüm.”
…
“Tamam ama yine de yaptın. Sana söyledim. Bensiz yapamıyorsun.”
Güldü. Piç piç. Ama nedense bu kez Burak rahatsız olmadı.
“Bence yavaş yavaş olacak hepsi. Her ne olacaksa… Olabileceğin hepsini oldururuz tamam mı?”
…
“Tek sen bak bana, başka bir şey istemem.”
…
“Devirme gözlerini. İnanmıyor musun sen bana?”
…
“Biliyorum. Sadece sen inandın zaten.”
Nedense o an, onların özeline Burak şahit olsun istemedi Süreyya. Kapıyı kapattı, “Kantine gidip kahve içelim,” dedi. “İçerideki kovalasam da gitmeyecek bu gece.” Sersemlemiş bir Burak… Anlamsızca mutlu bir Süreyya… Bir fanusun içinde Alp ve Naz… Dünya üzerinde belki de sadece bu iki Japon balığı, bulundukları yerin yuvaları olduğunu biliyordu.