Vurucu Bölüm 22
[Uzay mekiği]
Astronot olmak çok mu zordur ki? Herhalde. Elini kolunu sallaya sallaya astronot olamaz gibi kimse. Çok akıllı olmaları lazım. Matematik, fizik falan okuyacaklar.
Hangi üniversiteye giderler ki? Uzay bir şeyleridir. Uzay Bilimi. Uzay Mühendisliği. Uzay Doktorluğu. Dört senelik değildir o okul. Onlar da altı sene falan okuyorlardır. Kolay mı? Koskoca uzay. Çok şey öğrenmeleri lazım.
Çok da akıllı olmak gerekir herhalde. Başka türlü almazlar o okula. ‘Sen biraz aptalsın, Dünya’da çalış sen,’ derler.
Boyu kısa olanlar uzaya gidebiliyor mudur? Kesin o bölüme girmek için boy lazımdır. Çok kilolu da olmamak gerekir herhalde. 1.70 boy, 55 kilo mesela. Üçüncü sınıfta kilo alıp şişkolaşsan atacaklar mı peki seni okuldan? Yok canım… Kilo alanları uzaya göndermezler de yerde çalıştırırlar. Yerde istasyon falan vardır. Kilo alanları oraya koyuyor olabilirler. E tabi, onlar da yemesinler. Uzaya gitmek isteyen, yemesin.
Tam uzaya gönderecekler, bir bakıyorlar ki şeker hastalığı var. Vaz mı geçerler göndermekten? Şeker hastaları astronot olamaz mı acaba? Tabii ya, kendilerine nasıl iğne yapacaklar o kıyafetin içinde?
Sadece sağlık da yetmez herhalde. Fit olmak lazım. Sportmen. Kaslar kuvvetli olmalı. Barfiks falan… Uzayda güç gerektiren işler oluyordur mutlaka. ‘Kardeş bir el at da kaldıralım şunu,’ diyecek kimse olmaz orada. Mecbur kendileri yapacaklar. Evet, çok güçlü olmak gerekiyordur, kesin.
Eşleri çocukları da olmuyordur onların. Evli değillerdir. Markete gitsen, çocuklar arkandan ağlar, nerede kaldı uzaya gitmek… Yok yok, onları bekleyen kimse yoktur. Sevgili belki… Onlar nasıl olsa bekliyordur. Ama çocuk kesin yoktur.
Uzaya gidecek astronot akıllıysa sevgili bile yapmasın aslında. Tam yola çıkacaksın, ‘Sen beni sevmiyorsun!’ kaprisi. Mekiği de bekletemezsin… Barışmadan gittin mi, yol boyu aklın onda kalır, uzaydan da bir şey anlamazsın. Yok yok, sevgilileri olmasın.
Akılları arkada kalmamışsa çok güzel buluyorlardır herhalde uzayda olmayı. Dünya’dan kimsenin olmadığı yer. Eziklerin yaşamadığı duygular. Özgürlük… Hâkimiyet… Seni tutan hiçbir şey yok. Yerçekimi bile…
“Atmosferden çıktım Houston!”
“Her şey yolunda Houston!”
“Burası çok güzel Houston!”
“Sen ne kadar da küçüksün Houston!”
Dışarısı karanlık… “Artık kimse yok Houston.”
Dışarı çıkamaz. Dışarıda hava yok. Üstünü çıkaramaz, yerçekimi yok. Canı sıkıldı, konuşacak kimse yok.
“Uranüs’e el sallıyorum Houston! Muhteşemim! Özgürüm!”
Özgür ama anlamı yok. Burası karanlık. Burası uzak. Buradaki tek gerçek duygu yalnızlık.
“Vazgeçtim, dönüyorum Houston.”
“Arıza var, mekikten dışarı çıktım Houston.”
“Ayağım kaydı, ip koptu, yardım et Houston.”
Houston yok. Karanlık.
Kıpırdayamıyor. Tutacak hiçbir şey yok.
Konuşamıyor. Duyacak kimse yok.
Ama o duyuyor. Sessizlikte kendi nefesi… Alıyor, veriyor… Hızlı hızlı. Çok hızlı. Çünkü karanlıktan korkuyor. Daha da hızlı. Çünkü kaybolmaktan korkuyor. Çünkü geri dönememekten korkuyor. Çünkü bir daha kimseye sarılamamaktan korkuyor.
Karanlık. Hala karanlık. Çok uzun süredir hep karanlık.
Kırmızı?
Işık mı o? Bu karanlıkta? Birisi var! Houston değil, hayır. Houston onu çoktan unuttu. Bu başkası.
‘Buradayım! Hey buradayım! Gör beni!’
Kollar oynamıyor ki! Ses de çıkmıyor! Nasıl gösterecek kendini? Burada kaybolduğunu, ona ihtiyacı olduğunu nasıl söyleyecek?
Kırmızı! Söndü. Yandı, söndü. Yandı, söndü. Yanmadı.
Yandı! Söndü. Yanmadı.
Yandı, sönmedi. Söndü. Yandı, söndü. Yanmadı.
Yandı, söndü. Yandı, söndü. Yanmadı.
Yanmadı! Nereye gitti? Hey! Nereye gittin?
Karanlık. Kimse yok. Artık o da yok! Hayır!
Geldi! Geldi geri! Söndü. Yandı, söndü. Yandı, söndü. Yanmadı…
Gitmiyor. Yanıyor, sönüyor, duruyor ama gitmiyor.
Uzun yanıyor. Kısa yanıyor. Bir de uzun yanmıyor. Üç tane. Rutini yok. Değişiyor. Ama hep bu üçü. Tesadüfi mi, bilinçli mi? Hangisi?
Tesadüfi ise ondan haberi yok, bilinçli ise ona bir şey söylemek istiyor.
Evet! Onu gördü o zaman! Bir mesaj iletmek istiyor! Anlamıyor ki!
‘Sakin. Sakin. Bak, kaybolmadın. Yalnız değilsin. O ışık seni görüyor. O ışık seninle konuşuyor. Sakin. Derin nefes al ve anla. Anla.’
Dört grup, sonra uzun bir ara. Dokuz grup sonra uzun ara. Üç grup, ara. Altı grup, ara. On üç grup, sonra çok çok ara. Bundan sonra başa dönüyor, aynısı tekrarlanıyor.
Her grup bir kelime. O zaman beş kelime! Tekrarlanan beş kelime.
Harfler… Dört harf. Dokuz harf. Üç, altı, on üç harf.
Tamam. Sesli harfler, sessiz harfler. Sesliler tekrarlanıyordur. Ama böyle bulamaz! Bunu bulamaz o! O kadar akıllı değil! Zaten astronot da değil. Uzayda da değil!
“Ateşimizi bir ölçelim bakalım.”
Seda Abla’nın sesi bu. Kapı tarafına gölge düştü. İçeri giriyor.
“İyi sanki hemşire hanım. Biraz huzursuz ama ateş hissetmedim. Nefesi düzensiz.”
Houston kaçırır ama babası asla kaçırmaz. Canı, bir tanesi, babası…
“Merhaba Naz. Nasılsın tatlım?”
Sen söyle tatlım.
Şunu Seda Abla’ya söyleyebilse güleceklerdi. Eskiden öyle yaparlardı.
Üzerine eğilip gözlerine dikkatle bakan hemşirenin yüzünde her zamankinden farklı bir telaş vardı. Gözleriyle tavanı işaret etti sanki. Gizli gizli…
“Bir kısa E, iki kısa İ, üç kısa S.”
“Anlayamadım Hemşire Hanım?” Babası…
Gülümseyerek uzaklaştı Seda Hemşire. “Yok yok kendi kendime konuşuyorum. Bu gece unutmamam gereken bir listem var da. Her gelişimde böyle saçmalayabilirim. Siz bana bakmayın.”
Attığı kahkahayı kimse duyabiliyor mu? Ne babasından ne de hemşireden tepki gelmediğine göre duymuyorlardı. Onun içi kahkahalarla doluyken, kimse fark etmiyordu.
Olsun. E. İ. S.
Aslında hiç fena değildi. O, ışığın harflerle verilen bir mesaj olduğunu, Seda Abla söylemeden bulmuştu. Başka bir hayatta olsa, belki astronotluk bile okuyabilirdi. Adı bu muydu onu bile bilmiyordu. Ama uzaya kesinlikle çıkmayacağını biliyordu. Alp’i Dünya’da bırakıp hiçbir yere gitmezdi.
O ışık… Alp miydi? Başka kim olacaktı? Tamam ama… Alp. Gözlerinde fırtına esen adam. Neden? Yani. Otelde bile ona hiç iyi davranmamışken şimdi “Sen benim sevgilimsin,” diyordu. Ve bunu söylerken alay etmiyordu.
Alp.
Yüzyıllardan beri beklemekten vazgeçmişken, şimdi hemşirenin yeniden gelmesini ve ona biraz daha harf söylemesini bekliyordu. Hep Alp yüzünden.
Sevgilisi.
Naz’ın sevgilisi.
Naz kalp Alp.
İsimleri ne kadar uyumluydu. İkisi de üç harf. Ağaçta bankta estetik dururdu. Ya kalpte?
Alp Naz’ın kalbine çok yakışmıştı ama Naz Alp’in kalbine… Bilemiyordu. Herkesin sandığının aksine Alp’in muhteşem bir kalbi olduğunu biliyordu elbette. Çok yalnız bir kalp. Sadece kendisinin o kalbi doldurmaya uygun olup olmayacağını bilememişti. Ki artık Naz Ural konu dışıydı… Kayıt dışı… Tavana bakma yeteneğine sahip bir nevresimdi o. Yatak aksesuarı. Sonsuza dek… Ölene dek… Alp kalbine yakışacak başka bir üç harf bulacaktı. Ya da dört harf. Beş harf.
Öyle bakmamıştı ama. Sadece Naz varmış gibi bakmıştı. İnanamamıştı Naz. Anlamamıştı da zaten. Alp neden gelmişti? Onu nasıl bulmuştu? Hastanede olduğunu nasıl bilmişti? Artık her şeyin bittiğini bilmiyor olsa gerekti. İyileşeceğini sanıyor olmalıydı. Yakında öğrenirdi. Gitmeden belki bir kez daha gelir, ona bir kez daha bakardı. Onun gözlerinde olmak… hayattı.
“Ateş ölçer bozukmuş, bir daha ölçelim mi Nazcığım.”
Seda Abla… Yalan söylediği sesinin tonundan bağırıyordu ama babası bunu fark bile etmezdi.
Gözlerini bir saniye bile ayırmadı yüzüne eğilen hemşireden.
“Bakalım, iki uzun M, üç uzun O, bir uzun bir kısa N.”
Babası garip bakmış olmalıydı ki hemşire kenara doğru bakıp ona gülümsedi. Ardından yatağın bir o tarafına, bir bu tarafına dolaşıp kendi kendine konuşur gibi harflere devam etti.
“Bu gecelik bu kadar Nazcığım. Sen artık rahat rahat uyu canım. Tamam mı?” diyerek gittiğinde Naz artık yedi harfi daha biliyordu. Bu yüzden, hemşirenin ardından tavanda aralıksız yanıp sönen kırmızı ışık yavaşça kelimelere dönüştü.
SENİ
Naz’ın
SEVİYORUM
zihninde
NAZ
kelimeler
SENSİZ
bütünleşti.
YAŞAMAYACAĞIM
Naz gülümsedi. Onun gülümsediğini de kimse görmedi.
Bahçede çimlere oturup sırtını da ağaca yaslamış olan Alp, Reha’yı otele gönderdikten sonra bu mesajı defalarca yinelemişti. Yardım istediği hemşire harfleri Naz’a eksiksiz ilettiğini söyledikten sonra da durmadı. Yeminini, Atam Hastanesinin bahçesinden dördüncü kattaki odanın tavanına ip gibi uzanan kırmızı ışıkla oya gibi işledi.
Sonra…
Çok kaliteli bir çift ayakkabı belirdi çimlerin üzerinde. Alp durakladı. Ama son iki harfi de tamamlayana kadar dönüp bakmadı. Çünkü biliyordu. Döndüğü an devamını yazamayacaktı.
“Gülümsüyor.”
Kalbi bir takla attı o anda. Dönüp yanında dikilen adama baktı. Süreyya Ural sanki daha az gergin ama daha yorgundu. “Dudakları hareket etti mi bilmiyorum ama yaptığın bu şeyin Naz’ı gülümsettiğini biliyorum.”