Vurucu Bölüm 21

Vurucu Bölüm 21

[Kaplumbağa]

Aynı amaç için senden başka insanların da çaba harcaması… Senin bilemeyeceklerini bilip seninle birlikte düşünmesi… Eksik kaldığın yönleri tamamlayıp hedefe giden zamanı kısaltması… Ve tüm bunları yaparken kararı sana bırakması…

Alp’e çok harika hissettiren bu duygular, aslında bir ebeveynin evde, bir öğretmenin okulda, bir koçun antrenmanda yaşattığı doyumlardı. Saniyelerle ölçülebilecek bedensel bir orgazma kıyasla, ömürlük doyumlar… İnanılmazdı.

Yine de korku hayata bir kez sinmişse hiç gitmiyordu. Onun hayatı buydu. Arkasını kollamak. Canı daha az yansın diye bir kaplumbağa gibi kabuğunun içine saklanmak.

Eser Kozak, babasının avukatlarından biri olan Nihat Bostancı’nın okul arkadaşıydı. O halde adam ellili yaşlara yakındı. Ama boyalı saçları, sportmen vücuduyla kırklara oynuyordu. İlk başta hepsi bir aradayken son derece resmi ve uzak görünen adam, Nihat Ağabey gittikten sonra sanki kabuğundan çıkmıştı. Gülümsüyor, yumuşak ve anlayışlı bakıyor, güven vermeye çalışıyordu.

Bu adam bunu neden yapıyordu? Altında ne gibi bir niyet olabilirdi? Buradan babasının kendisine verebileceği zarar ne olabilirdi? Ne?

Daha ne olacak ki? Parasını mı keser? Otelden mi atar? Süreyya’ya kendisini kötüler de adamı kendisinden nefret mi ettirir? Naz’ı görmesinin önünü mü keser? Ne?

Alp için bu dünyada tek bir cehennem vardı, o da Naz’ın gözlerine bakamamak… Eh Alp de çoktan oradaydı zaten.

Avukat Kozak eylem adamıydı. Alp’in şüphelerinin farkındaydı ve onu kelimelerle ikna etmeye uğraşmadı. Bunun yerine bir doktor arkadaşına gittiler. Seslerdeki tınıdan ikisinin arasında ten tanışıklığı olduğunu düşündüren bir yakınlık hissediliyordu. Alp ve Reha, orada sorulara cevap vermenin dışında hiç konuşmadılar. Dinlediler, seyrettiler.

Konu doktor hanımın çok ilgisini çekmişti.  Arkadaşlarını aradı. Sorular sordu, yanıtları dinledi. Yetkin uzmanların isimlerini araştırdı. Ortak arkadaşlara ulaştı. Yüzüne yavaş yavaş bir zafer pırıltısı yerleşti. Tam iki saat kırk beş dakikanın sonunda, gülümseyerek odasındaki üç adama döndü.

“Şimdi beyler…” diye başladığı konuşmasını tamamladığında Alp artık bebeğin Naz’ın bedeninde ne gibi değişikliklere sebep olacağını, ona neler kazandırıp neler kaybettireceğini, olasılıkları, şans olarak adlandırılan umutları, en harika rüyayı, en kötü kâbusu biliyordu.

Kimse söylememiş olsa da Alp artık erkek olmanın doğada ne anlama geldiğini de biliyordu. Erkeklik kadınların bacak aralarında dolanıp zevk almak değildi. O bacakların arasından süzülerek tohumu yerleştirdiği kadını ve dünyaya gelen nesli korumak, bakmak, büyütmekti. Çükle değil yürekle erkek olunuyordu ve ne yazık ki Alp’in koşullarında yürek de yeterli gelmiyordu.

Naz’a ve hatta doğum anında bir sorun olacak olursa bebeğe hayatları boyunca özel bakım gerekecekti. Hadi bebek doğmasın… Naz. Bedenine profesyonel bakım gerekecekti. Fizyoterapi. Havuz. Engelli teçhizatı. İlaçlar… Denenecek olası tedaviler… Hastaneler…

Alp’in böyle bir gücü yoktu. Tek kuruş parası, bunu kazanabileceği bir işi, güvenebileceği bir yakını… Hiçbir şeyi yoktu. Ziya Kalaycı zaferini kutlayabilirdi. Yirmi dört yaşındaki oğlu ne kadınına ne çocuğuna bakabilecek yeterliliğe sahipti. Hiçti. Tam da onun istediği gibi, piçti.

Yenilginin kokusunu beş metre öteden alabilen Eser Kozak, Alp’in omuzlarında bunu görmekten hiç hoşlanmadı. O yenilmezdi. O kazanırdı. O kazanırsa, müvekkili kazanırdı.

“Alp. Pes etme. Naz’ın babası senin bebeği istediğini ona söylemeyecektir ama ben, avukatın olarak Naz’ın bundan haberdar olmasını sağlarım. O zaman da o, bebeği doğurmayı düşünebilir. Biz daha mücadele etmeye başlamadık bile.”

Bomboş bakıyordu o güzel çocuk.

“Mücadele yok Eser Bey. Savaş yok. Kaybedilecek her şey kaybedilmiş zaten. Naz’ın üzerinden can yakmak istemiyorum. Şu anda benim kaybetmemin Naz için en iyi sonuç olacağını sanıyorum. O yüzden ilginize çok teşekkür ederim. Ama bu bir aile sorunu. Çözümü de ailede olmalı.”

Yenilgi kisvesinin altından nasıl bir heybete yöneldiğini Alp Kalaycı bilmiyor olabilirdi. Ama Eser Kozak sadece birkaç saattir tanıdığı bu genç adama hayran olmuştu. Onun görmeye alışık olduğu iğrenç dünyada Alp Kalaycı pırlantaydı. ‘Keşke…’ diye geçirdi içinden. ‘Keşke ben de baba olsaydım.’

Dışarı çıktıklarında Alp ve Reha suskundu. Başıboş sokak köpekleri gibi yol boyu yürüdüler.

“Aç mısın?”

Değildi herhalde.

“Bilmem. Sen yersen yerim.      

Reha biraz da arkadaşının yüzünü görerek konuşmak istediği için bir kafeye oturdular. Tost… Çay… Baş başalık. Üniversitelilerin uğrak yeri olduğu belli olan mekânda sanki onlar da iki havalı öğrenciydi. Blucin… Gömlek… Bot… Havalı gözlükler… Dünyaya metelik vermeyen, baktığını görmeyen bakışlar…

“Ne var aklında?”

Gözlüklerini çıkarıp göz çukurlarını elleriyle ovuşturdu Alp. Ne tarafa dönse kendisine bakan bir göz vardı. Kimi utangaç, kimi arsız. Ama hepsi ısrarcı. Asla yalnız kalamayacaktı.

“Bu siktiğim hayatın kalanını nasıl tamamlayacağım ben Reha?”

Vov vov vov. Kötü. Çok kötü. Alp’i hızlıca toparlamak gerekiyordu ama Reha bunu nasıl yapacağını hiç bilmiyordu.

“İşletme mezunları kaç lira maaş alır sence?”

“İş bulursa… asgari ile başlar.”

“Peki şu Burak Naz’a bakmak için kaç lira alıyordur?”

Konu anlaşılmıştı.

“Asgari ücretten yüksek olacağı kesin.”

Başını salladı Alp.

“Belki de doğrusunu babam yapıyordur. Cebin boşsa sevgi, aşk, iyilik de boştur. Sadece kötülük kazanır. Kötü olursan güçlüsün. Sevmekte de özgürsün. Ama kötü olursan zaten sevmezsin.”

Sinirlendi Reha.

“Saçma! O zaman biz yaşamayalım!”

Görmeyen gözlerle etrafını seyrediyordu Alp.

“Ben babamın benden ne istediğini biraz önce anladım biliyor musun?”

Bunu bilmeyi Reha da çok isterdi.

“Odasında yerde bir mama kabı durur onun. Çelik. Dışı lacivert. Üzerinde beyaz pati izlerinden bir figür bulunur ve yanında da Good Dog yazar. Cici köpek.”

Ne alaka.

“Ben çocukken de vardı, hala var. Hep aynı yerde durur. Babamın kilitli dolabının altında.”

Yorum yapmadı Reha çünkü lafın buradan nereye gideceği hakkında hiçbir fikri yoktu.

“Şu ana kadar, babamın bir köpeğinin olmadığını hiç düşünmemiştim.”

Konu Reha için ne kadar anlaşılmazsa, Alp için o kadar netleşmiş görünüyordu.

“İtaat Reha. Kayıtsız şartsız itaat. Benim pederi bu sertleştiriyor.”

Oha!

“Odasına giren bütün kadınlara ondan yemek yediriyor. Ve beni de yıllardır buna hazırlıyor. Mecazi anlamda o kaptan yemeye…”

Siktir!

“Herif benim itaatimden cinsel haz alacak.”

Hassiktir!

“Kurtulmak üzereydim.” Buruk bir gülümsemeyi andırdı dudaklarındaki kıpırtı. “Naz hayatıma girmemiş olsa… yılbaşında kurtulmuş olacaktım.”

“Hala gidebilirsin. Kurtulabilirsin.” Çığlık atmakla eşdeğerdi ses tonu. Ama aslında anlamıyordu. Onun anlamadığını Alp çok iyi anlıyordu.

“Nefes alamam ki Reha. Buna da kurtulmak diyemeyiz.”

Nefes almak… Nefes almak… Neydi bu? İçerdiği mecazı Reha anlayamıyordu!

“Açıkla şunu!”

“Babamın bir sonraki kurban olarak kendisine anneni seçtiğini düşün.”

Refleks olarak oturduğu sandalyeden fırladı Reha. Yüzü kıpkırmızı, kalbi hareketsiz, nefesi bitikti.

“Şu andan itibaren, annenin yanına gidip de onun güvende olduğunu gözlerinle görene kadar huzur bulamayacaksın. Ona sarılacak, iyi olup olmadığını soracak, cevabını gözlerinde arayacaksın. Sana iyi olduğunu söylese de dakikalarca ikna olmayacaksın. Kanın damarlarında donmuş olarak bir süre daha annene bakacaksın. Sonra bedenini terk eden gerilimle birlikte sen de çökeceksin. Toparlanabilmek için derin bir nefes alacaksın. Bütün ciğerlerine dolacak, seni yeniden hayata döndürecek bir nefes. Anladın mı Reha?”

Anlamaktan öte, o nefesi aldı Reha ve Alp için bir kez daha kahroldu. Sevgiyi tarif ediyordu bu adam. En safından, en kutsalından sevgi.

“Gidebilseydim kurtulurdum evet. Ama bana sorsan… ‘O güne geri döneceksin. Havuza gidip Naz’la her şeyi yeniden yaşayıp bugüne geleceksin… Ya da kapıdan dönüp onunla hiç tanışmadan üç ay sonrasında Amerika’ya gideceksin. Babandan kurtulup hayatını kuracaksın,’ desen…”

Gülümsedi.

“Koşa koşa giderdim Naz’a.”

Alp’in söylediği her kelimede Reha’nın içi kanıyordu. Zaten bir süredir hayatlarının her anında hissetmeye başladıkları bozgunda Ziya Kalaycı damgası ilk kez bu kadar netleşmişti. Alp haklıydı. Psikopatın özenle hazırladığı kapan, avının etrafına kapanmaya başlamıştı.

İlk kez… Gerçekten ilk kez işin varabileceği boyuttan dehşete düştü Reha. O adam bir şeytandı, etrafındaki herkes de kurban. Alp kadar kendisi de potadaydı. Annesini de alıp uzaklaşmak zorundaydı.

“Pekâlâ. Yapabileceğin ne var Alp? Avukatın yardımını da istemedin. Meczup gibi kızın bahçesinde yatıp kalkacak değilsin herhalde. Senden sonra ben de kalamam artık orada. Hiçbirimiz güvende değiliz. Bu yüzden, ister tek kişi, ister üç kişiymişsin gibi düşün. Ama bir amacımız, buna uygun da bir planımız olmalı.”

“Evet, benden sonra otelde güvende olmayabilirsiniz gerçekten de. Konuş annenle. Benim hesabımdaki parayı sana aktarırım. Ev alabilirsiniz onunla. İş bulman da kolay olur senin. Annenin çalışmasına gerek kalmaz artık.”

“Yok ya? Sen ne bok olacaksın?”

“Ne bok olacağım anlaşılana kadar bir odada kalmama izin verirsin belki?”

Şaplağı da yedi alnına.

“Zevzekleşme. Her şeyde birlikteyiz. Annem bize bakar, biz anneme bakarız. İki oğlu var nasıl olsa. Sırtımız yere gelmez aslanım. Hele bir yenge ve yeğenin durumu netleşsin de…”

Yenge ve yeğen… Ne kadar yabancı ama ne kadar güzel iki kelime. Keşke… Keşke.

“Dönelim mi? Ben hastanede olmak istiyorum.”

“Tamam. Ben de bir emlakçıyla görüşeyim. Fikrimiz olsun.”

“Farklı isim kullan Reha. Ne olur ne olmaz.”

“Eser Kozak adına araştırma yapıyor olacağım.”

Avuçlar havada birbirini buldu.

Alp hastaneye döndüğünde hemen yukarı çıkmadı. Bahçede durup binaya baktı. Kapıdan girse… Asansörden dört kat çıksa… Sola dönse… Bir… İki… Üç… Şu oda. İşte. Naz o pencerelerin ardında olmalıydı. Ya da belki şunun… Yok, bunun bunun. Gülümsedi. Naz oradaydı. Bebeği de. Gözlüklerini çıkarıp aralarındaki engellerden bir tanesinden daha kurtuldu. Artık daha da yakındı onlara.

‘Buradayım ben!’ diye bağırdı sessizce. ‘Buradayım! Sakın korkmayın.’ Kimse duymadı.