Vurucu Bölüm 2
[Örümcek ağı]
Büyükbaba Kanlıca’da beş buçuk dönümlük arsasına dört katlı villayı henüz ikizler annelerinin karnında birer fasulyeyken inşa etmeye başlamıştı. Evin oturduğu alan bir dönümden biraz fazlasıydı. Arsanın eğimli oluşu, kotta bir kat yapma imkânı vermişti. Bu yüzden evin iki girişi vardı. Biri bodrum kattaydı -ki aslında ev o kattı-; anne ve babasının yaşadığı, mutfak ve spor odasının, sıcak su havuzunun, bir de hizmetli odasının bulunduğu kat. Salon ve odalar, ucu bucağı yokmuş gibi görünen bir bahçeye açılırdı. Soğuk olmadığı sürece bahçede yenir, içilir, oturulur ve yüzülürdü. Bu kısım, sadece aile üyelerini ağırlardı. Yani büyükbaba, ikizler ve Reha’nın ailesi.
Aile dışında kalan her türlü misafir için ev zemin katından ibaretti. Bu kez tam ters yöndeki bahçe kapısından araba yolu geçilerek girilir, sırayla garaj, bahçe ve girişe ulaşılırdı. Gelenler bu kattaki bahçede, salonda, mutfakta, çok gerekliyse misafir odasında ağırlanırdı. Reha, karısı Neslihan ve kızı Başak da kalmaya geldiklerinde odaları bu kattaydı. Gelirlerdi de. Çünkü her zaman sevgiyle, mutlulukla karşılanırlardı.
Birinci kat tamamen ikizlere ayrılmıştı. Kat ortadan ikiye bölünmüş, her bölüme gereken yaşam alanları yapılmış, ortada da birlikte paylaşılabilecek bir salon ve teras bırakılmıştı. Havuzun olduğu tarafta, her ikisinin kendilerine özel balkonları da vardı ama ikizler o balkonlar yerine anneleriyle olmayı tercih ederlerdi.
Çatı katı büyükbabanındı. Tek kişi için tasarlanmıştı. Evde asansör olduğundan, daha sonraki yıllarda da burayı kullanmak Süreyya Bey için sorun olmayacaktı. Burada sevdiği herkese hem yakın, hem de uzaktı.
Süreyya Ural bu villayı kızı için yapmıştı. Kocası ve çocukları ile burada yaşasın, kendisinden de uzak olmasın diye… Naz’la vakit geçirebilmek için sıraya girmesi gerekeceğini hiç düşünmemişti.
Eğer Alp evdeyse, Naz her zaman onun tekelindeydi. Adam, kadının yanından bir saniye olsun ayrılmıyordu. İkizlerle paylaşıyordu annelerini elbette ama yanlarına gelmelerine izin verdiği her şekilde belli oluyordu… Başından beri böyleydi bu. Alp Kalaycı için önce çocuklarının annesi, sonra çocukları geliyordu.
Naz Ural, kocası evde değilse ikizler tarafından kapışılır, onlar da yoksa babasına ancak kalırdı. Bu kez de Süreyya Ural bu sevgiden nasiplenirdi.
İkizler bu durumu hiç sorun etmeden büyümüşlerdi. Belki evin dışında babalarının tek önceliği olduklarından… Süreyya Ural gibi sevgi ve ilgi dolu bir büyükbaba ile büyüdüklerinden… Babaları kadar kendilerine düşkün Reha gibi bir amcaya sahip olduklarından…
Anneleri mi? Onun sevgisi gözlerinden taşardı. O hepsini severdi. Hayattaki tek varlık nedeni çocuklarını, kocasını, babasını sevmekmiş gibi… Ölümüne severdi. Gözlerinde sevgiden başka tek bir duygu belirmezdi. Naz mutsuz olmaz, Naz kırılmaz, Naz hayal kırıklığına uğramaz, küsmez, öfkelenmezdi. Naz baktığı her gözü sevgiyle sarmalardı. Onun yanında hepsi güvendeydi. Kocası, çocukları, babası. Onun sevgisi bitmezdi.
Herkes gitmişse, Naz ona kalmışsa, Süreyya Ural pamuk gibi bir adama döner, kızıyla saatlerce sohbet ederdi. Naz, babasından en çok kanserden ölen annesini dinlemeyi severdi. On iki yaşındaydı onu kaybettiklerinde, babası ise otuz yedi. Baş başa kalıvermişlerdi bir anda. Bir daha da ikisinden başka kimse olmamıştı aralarında.
Babasının yanında bir kez bile bir kadın görmemişti Naz. Ağzında bir kadın ismi dillenmemişti. Akşam eve geç gelmemişti. Süreyya ve Naz Ural idi onlar. Hayat baba kızı hiç yenememişti.
Sonra Naz âşık olmuştu. Hayatlarına Alp, onunla birlikte de Reha girmişti. Sonra da ikizler. Kızının gözlerindeki ışıltıyı gördükçe, kırk üç yaşına gelmiş olsa da hala on sekizindeymiş gibi hissettiğini bildikçe her şeye katlanırdı Süreyya Ural. Alp ve ikizlerin ardından sıraya girmeye bile… Kızı mutluydu. O halde Süreyya mutluydu.
Aslında şu an o kadar da mutlu sayılmazdı. Bugünkü gibi bir tartışma ortamı, daha önce bu evde hiç yaşanmamıştı. Doğa’nın yüksek perdeden çıkan sesi herkesi huzursuz etmişti.
Doğa da yaptığından çok hoşnut değildi. Annesinin soru dolu bakışları, babasının çatılan kaşları, büyükbabasının uyarısı… Hoş olmamıştı. Aslında Doğa da bağırmak istememişti. Gerçekten. Ama Irmak’ın o hali… O yıkılmış, vazgeçmiş hali… Canını çok yakmıştı.
Doğu ile kendi katlarında, salonda konuşmak istedi. Orası tarafsız bölgeydi. Hışımla iki katın merdivenlerini çıktı, çantasını öfkeyle koltuğa fırlatıp kardeşine döndü. Ne görmeyi beklediğini bilmiyordu. Pişmanlık belki. Biraz pişmanlık Doğa’ya kendisini iyi hissettirebilirdi. Ama yoktu. Doğu, Irmak’la yatıp sonra tek bir kelime etmeden onu evde bırakıp gitmiş olmaktan hiç pişman görünmüyordu.
“Ben senin diğer insanlarla ilişkilerine hiç karışmadım Doğa. Sen bu hakkı kendinde nasıl buluyorsun?”
Adamın dişlerini sıktığını çenesindeki kasılmadan belliydi. Onun gözlerinde de öfke vardı. Duyduğuna inanamadı Doğa. Bu muydu? Bir kardeşin diğerine karışması mıydı konu?
“Herhangi bir insandan bahsetmiyoruz! Irmak’tan bahsediyoruz! Senelerdir benim en gizli sırlarıma ortak olmuş, kardeş kadar yakın olduğum insandan!”
Yine yüksek ses. Bu konuşma tarzı Doğu’yu iyice geriyor, saldırgan hissetmesine neden oluyordu.
“Evet, dokuz sene boyunca kendini kollarıma atmaya hazır olan arkadaşın Irmak’tan bahsediyoruz.”
Bel altı vurmuştu, biliyordu. Doğa’nın nutku tutulmuştu. Neden bu kadar çirkinleştiği hakkında kendisinin de bir fikri yoktu. Ama ancak bu şekilde güvende kalabileceğini hissediyordu.
“Sana âşık o Doğu. Bunu sen de biliyorsun. Herkesin kollarına atılmıyor, sadece seninkine atılıyor.”
Bir örümceğin ağına takılmış sinekti o an. Irmak o ağı yıllar içinde özenle örmüştü. Doğu’yu her yanından sarmalamış, bir hafta önce de yakalamıştı. Şimdi, hem ağdan kurtulamıyor, hem de çırpındıkça daha fazla dolanıyordu. Doğa da Irmak’a yardım ediyordu.
“Hayır tatlım, sadece benimkine atılmıyor. Unuttun mu? Sevgilisinden ayrıldığı için sana ağlamaya gelmişti ve ayrıca ben onun ilk sevgilisi falan da değildim.”
O güne kadar birbirlerini çok kızdırmışlardı ama Doğu kardeşinin sinirden titrediğini ilk kez görüyordu.
“Bu mudur Doğu? Bu kadar mısın sen?” Hayal kırıklığı. “Bir kadının ilk sevgilisi olmakta ne var? Önemli olan onun son sevgilisi olabilmek.”
Irmak’ın son sevgilisi olmak… hayır.
Irmak ‘ı hayatına almak… hayır.
O, ilk görüşte çarpıldığı kadın değildi. Onca yıl istediği an yatağına girebilecekken uzak durmayı seçtiği kadındı. Asla annesinin babasına yaşattığı gibi bir aşkı uyandıramazdı kendisinde. Çünkü o… hep vardı. Dişlerindeki tellerle… Yıllarca yüzünü asla terk etmeyen sivilceleriyle… Şimdi bile bir iki tane vardı. Biliyordu. Geçen hafta onları defalarca öpmüştü.
‘İğrenmedin.’
Hayır, yani onlar Irmak’a aitti. İğrenç değildi yani. Onun teninin devamı gibiydi. Yani… iğrenç değildi işte. Irmak’tı o. Doğu öptükçe utanmış, elini üzerine kapatarak gizlemeye çalışmıştı. “Saklama benden,” demişti kıza. “Hiçbir şeyini saklama.”
Onun gözlerindeki şaşkın aşk hala zihnini dolduruyordu. Ağlamaktan şişmiş kırmızı âşık gözler…
Önce, Doğu kardeşinin şehir dışında olduğunu ama kendisine gelebileceğini söylediğinde şaşırmıştı. Doğu… “İçeri gel,” diyordu ona. İtmiyor, çekiyordu. Salonda koltuğa oturduğunda tedirgindi. Sıcak çikolata yapmıştı Doğu ona. Ve içerken dudaklarına yayılan kakao tadını merak etmişti.
Neden ağladığını sormuş, neredeyse zorla anlattırmıştı kıza. Pisliğin tekiyle birlikte olduğunu zaten biliyordu ve o heriften nefret ediyordu. Irmak’a hiç yakışmıyordu piç kurusu. İyi olmuştu bittiği. Öyle ki, kızın o herifin ardından ağlamasına sinirlenmişti. Ne yani? Irmak’ın onu sevdiğine inanması mı gerekiyordu? Hayır. Irmak kendisini seviyordu. Onu şimdi öpse, o piçi anında unuturdu.
“Yalancı,” demişti kıza durup dururken. “Gözyaşların bir komedi.”
Kendisine önce anlamadan, sonra inanamayarak bakmıştı Irmak. Uzanıp yanına çekmişti kızı. Gözlerinin büyümesini, dilinin tutulup tek bir kelime edememesini seyretmişti.
Kucağına almış, bunları yaparken itiraz edebilmesi için ağırdan almıştı. Nefesi sıklaşan kızın yaşadığı ana inanamadığı o kadar belliydi ki gülmek istemişti. Irmak o an Doğu’ya kendisini bir tanrı gibi hissettirmişti. Tapılan, ne denirse tartışmadan yapılan, sorgulamadan teslim olunan bir üst varlık… İlk tanıştıkları andan beri hep böyle hissetmişti işte Doğu. Irmak onun kuluydu. Irmak elinin altındaydı. Canı ne zaman isterseydi. İşte şimdi istiyordu. O herife ağladığı için özellikle istiyordu.
Kızı öpmek, bir mücadele olmamıştı. Daha ona uzanırken Irmak kendisine gelmişti. Yalansız, hesapsız. Gözlerinin ardında heyecan ve şaşkınlık dışında tek bir duygu yoktu. Ten tene dokunduğu an her şey değişmişti. Doğu bir verip bin almıştı. Sonra aldığından çok vermişti. Sonra ne verdiğini bile bilmemişti. Galiba o da sonuna kadar kendini vermişti.
Sabaha kadar doymamış, bitmemişti. Günün ağarmasını istememişti. Yeni günün kendilerine iyi gelmeyeceğini bilmişti. Ve sabah… onu uyandırmadan giyinip gitmişti.
Sıradan bir sevişme olsa önemli değildi belki ama o kadar özel bir gecenin ardından bu gidiş gerçekten de hakaret etmekle eşdeğerdi galiba. Ama o ağdan kurtulmak zorundaydı. Örümcekten kaçmak için son şansıydı bu. Doğu da bu şansı kullanmıştı.
“Anlamama yardımcı ol. Irmak’ın ruhunu parçalamak sana ne kazandırdı Doğu?”
Sadece sonuçsuz bir konuşmayı yapmak değil, Irmak ile yaşadıklarının derinliğini hatırlamak da Doğu’ya hiç iyi gelmiyordu. Sinirlerinin iyice gerildiğini ve artık patlama noktasına yaklaştığını Doğa anlamalıydı. Anlamalı ve artık susmalıydı.
“Kendi geldi bana. Benden alabileceği her şeyi aldı. Ama benim verebileceklerim sadece bu kadardı. Daha fazlasını beklediyse, bu onun sorunu.”
Korkaklıkta zirve. Tamamı ile zırva. Bunu Doğu da biliyordu ama artık kimsenin kimseyi ikna edemeyeceği bu kadar açıkken bu anlamsız konuşmayı sürdürmenin bir gereği de yoktu.
“Gece beraber olduğun kadına verebileceklerinin arasına bir günaydın ve medeni bir veda sığmadı mı?”
“Doğa!”
Bitsindi bu konuşma artık.
“Kendisini benim kız arkadaşım sanmasını istemedim! ‘Seni seçmem’ demek istemedim! ‘Babamın anneme duyduğu gibi bir aşkı sana duymuyorum’ demek istemedim! ‘Ben öyle bir aşkı’ bekliyorum demek istemedim! Anladın mı? Bir hata yaptım, daha fazlasını yapmadan gitsin istedim!”
Bağırmıştı. Çok bağırmıştı. Sesinin bahçeden bile duyulduğuna emindi.
Peki ya Doğa? O duyabilmiş miydi? Yüreğindeki korkuyu… çaresizliği… kapana kısılmışlığı görebilmiş miydi? En çok da… imrendiği o sevgiyi yaşayacağı bir kadına asla rastlayamamaktan korktuğunu anlamış mıydı?
“Babamın başka kadınlarla birlikte olduğunu biliyor musun?”
Öyle kısık bir sesle söylemişti ki, bir an yanlış duyduğunu sandı Doğu.
“Anlamadım?”
Doğa’nın yüzündeki yaralı bakış, bunu söylemenin çok zor geldiğinin kanıtıydı. Koşup kız kardeşini kollarına almak ve teselli etmek istedi. Kollarını uzattı. Doğa’nın kendisini durduran eli, onun buna hazır olmadığını gösteriyordu. Kardeşi şu an söylediği şeyi konuşmaya da hazır değildi aslında. Bu yüzden kelimeler ağzından zorlukla çıkıyordu.
“Haftanın bir günü, işten erken çıkıyor. Bir otelde, kadınlarla birlikte oluyor. Şirkete dönüyor, duşunu alıyor, ondan sonra eve gelip anneme sarılıyor. Bunu yaparken de yüzü asla kızarmıyor.”
Of. Taşlar beyninde tıkır tıkır yerine oturuyordu. Bir senedir Doğa’nın babalarına karşı alaycı olmasının nedeni bu muydu? Eve gelmek istememesinin… Gündüz babası yokken annesiyle zaman geçirme süresindeki artışın…
“Doğa bak… O bir erkek. Erkekler için bir kadınla birlikte olmak duygu yüklenmeyi gerektirmez. Seks bittiği an eylemi de partneri de kafalarından silip atabilirler.”
İğrenme duygusu kardeşinin yüzünde öyle belirgindi ki, daha fazla konuşmak gereksizdi.
“Bunu sana babam adına bana bahane üret diye söylemedim. Nedenleri beni ilgilendirmiyor. Sadece gözünde o kadar büyüttüğün o aşka fazla bel bağlama demek istedim.”
“İkisi aynı şey değil!”
Buruk bir gülümsemeyle çarpıldı Doğa’nın yüzü. “Aynı şey canım. Aynı şey. Başka bir kadına dokunabilen bir erkeğin sevgisine inanmamı bekleme. Aşk bitti desin, kabul ama başka bir kadının yatağından gelip burada âşık rolü yapmasın. Bunu kaldıramıyorum.”
Cümlesi bittiğinde çantasını alıp odasına gitmeye yeltendi. Bunun yerine, bembeyaz kesilen yüzüyle merdivenlerin olduğu yöne bakakaldı.
“Bu gece. Anneniz uyuduktan sonra. İkiniz. Reha’nın odasına gelin.” Sadece bu kadar konuştu Alp Kalaycı. Sonra gitti.