Vurucu Bölüm 19
[Piç Alp]
Bazı şeyler yapılmak zorundadır. Böyle anların sonunda, insanın kendisiyle yeniden barışıp barışamayacağının cevabını kimse bilemez. Süreyya da bilmiyordu ve kızının hayatla olan tek bağının her an vazgeçebilirmişçesine tedirginlik uyandıran nefes sesi olması onu kahrediyordu.
Odaya döndüğünde büyülenmiş gibi Naz’a kilitlenmişti gözleri. Kalbinin diğer yarısının yadigârı. Bebeği. Kıymetlisi. Elinden kayıp giden can parçası. O küçük, hırpalanmış, savunmasız bedeninde bir can taşıyordu. Her şey yolunda olsa, anne olabilirdi. Kendisi de dede… Asla aklına gelmeyen, hayalini bile kurmadığı bir isim. Dede…
Burak Süreyya Bey’de her zamankinden farklı bir bakış olduğunu fark etmiş ama sormaya cesaret edememişti. O, bunun Kalaycı ile konuşması yüzünden olduğunu düşünüyor olmalıydı. Süreyya ise cehenneme daha yaşarken gitmenin bunaltısıyla ayakta durmaya çalışıyordu. Sanki hayat hepsiyle alay ediyordu.
Kalaycı duymuştu Naz’ın doktorunun dediğini. Çünkü kendisi nasıl bakıyorsa o da öyle bakmıştı doktora. Bir mucizeye bakar gibi… Doktorun sonraki cümlelerini algılayamamıştı bile Süreyya. Artık ne düşüneceğini bilmiyor, sözcükleri anlayamıyordu. Bu çok fazlaydı. Çok çok fazla.
“Hazır olduğunuzda odamda olacağım,” diyen doktora başını sallamıştı ama neye hazır olacağını bilmiyordu. Bir baba… çocuğunun felç oluşuna hazır olabilir miydi mesela? Rahminde kendisinden bir parçayı büyütemeyecek oluşuna hazır olabilir miydi? Bunu ona söylemeye hazır olabilir miydi? Ona bir darbe daha vurmaya…
Yavrusu henüz on sekiz yaşındaydı. On beşinden beri ağrıyla, ölüm riskiyle yaşıyordu. Hiç partiye gitmemiş, tepinerek dans etmemişti. Yaz tatili için planlar yapacak arkadaşları olmamıştı. Sahilde koşmamış, kıyıdan açılmamış, güneşin altında uyuyup kalmamıştı.
Tek bir kez yaramazlığa yeltenmişti… tek bir kez. Bu, her çocuğun hakkıydı, öyle değil mi? Onda da bir kurdun pençelerine düşmüştü.
Doktorla konuşmalıydı. Durumu tam olarak anlamalı, önerisini duymalıydı. Avukatını aramalıydı. Bebeğin babası bunu bir avantaja dönüştürmeden sorunu derhal çözüme kavuşturmalıydı. Cengiz’i aramalıydı. Çocuğunu korumak için onun çözümlerini duymalıydı.
Ama önce…
“Naz. Kızım.”
Hiç tepki vermedi Naz.
“Bak bana bebeğim. Aç gözlerini.”
Açmadı.
“Ben sana ne yaptım da beni senden mahrum bırakıyorsun bebeğim? Kalbim daha fazla dayanmıyor artık bu acıya. Lütfen. İlacım ol. Aç gözlerini.”
Kirpikler yavaşça oynadı ve Naz’ın gözleri bir ödül gibi döküldü Süreyya’nın önüne.
“Yavrum. Canım. Teşekkür ederim bir tanem.”
Sarılmak istiyordu kızına, yapamıyordu. Onu incitmekten korkuyordu. Gözlerine dolan yaşları geri itse de sesindeki titreme duygularını olduğu gibi ortaya koyuyordu.
Naz önce tavana baktı, sonra gözlerine doğru eğilen babasına… Bir süre mutlulukla hıçkırıklarının önüne geçmeye çalışan adamı seyretti.
“Hemşireyi çağırayım mı bebeğim? Ya da Burak burada bak. Ne yapabiliriz, anlaşmaya çalışalım mı?”
Döndü Burak’a umutla.
“Onun bizimle konuşabilmesinin bir yolu vardır, değil mi? Burak, bir şey söyle. Ne yapmam lazım?”
Çaresiz bakışlarını Süreyya Bey’in yüzünden uzaklaştırıp Naz’da tuttu Burak. Söyleyebileceği hiçbir şey yoktu. Hele ki Süreyya Bey kendisinden o anda bir mucize gerçekleştirmesini beklerken… Yine de bir şeyler geveledi. Umutlar, temenniler, ilahi güçlerden gelebilecek yardımlar, bunun için sürekli olarak onlara sunulması gereken yakarılar… Öyle boştu ki kendisi bile söylediklerini dinlemedi.
“Naz’ım… Göz kırpabilirsin. Evet ya da hayır diyebilirsin. Değil mi?”
Naz babasına baktı… baktı… ve sonra gözlerini bir kez kapatıp açtı.
“Burak! Gördün mü sen de? Evet dedi! Naz evet dedi!”
Naz gözleriyle sadece evet demekle yetinmedi. Odanın görebildiği her noktasında dolaştı. Ayakucu… Pencere yönü… Tavan… Babası… Kapı yönü… Azar azar, sindirerek görüntüyü sanki beynine işledi. Ve sonra, babasında durdu. Kapıya baktı, tekrar babasına bakıp durdu. Biraz bekleyip tekrar kapıya baktı, babasına döndü. Bir daha da gözlerini adamdan ayırmadı.
Süreyya kızının ne dediğini adı gibi biliyordu. Alp diyordu Naz. Alp. Gelmesine izin ver. İşte bunu yapamazdı, bu yüzden de anlamamış gibi yaptı. Babasının yüzündeki sessizliği seyretti bir süre bebeği. Ve sonra, gözlerini yeniden kapattı.
Yenilgiyi yüreğinin en derininde hissederek soluğunu dışarı bıraktı Süreyya. Kızı için her şeyi yapardı. Ama… Bunu değil. Hayır. O adamın kızını kullanmasına, duygularıyla oynayarak servetine ortak olmaya çalışmasına izin vermeyecekti. Çünkü Alp Kalaycı istediğini elde ettiği an, Naz’a ne olacağını asla umursamayacaktı. O yüzden, eğer kızı üzülecekse şimdi üzülsündü. Onu üzen sevgilisi değil, babası olsundu. Bunun hazmı daha kolaydı.
O sırada, Naz’ı çirkin emellerine alet etme potansiyelinde olan adam, hayatının belki de en büyük sınavını elindeki telefonla veriyordu.
“Kahretsin! Kahretsin! Lanet olsun! Nasıl kullanılıyorsun sen!”
Çaresizce çırpınışı kat hemşirelerinden birinin dikkatini çekince dayanamayıp adama yanaştı. Elinde telsizden daha küçük bir alete öfkeyle saldırıyor, tuşlara basıyor, kulağına koyuyor, sonra yeniden küfretmeye başlıyordu. Gözleri kendisini merakla seyreden hemşireye takılınca, “Lütfen,” dedi. “Bir telefon etmem lazım. Çok önemli.”
Hastanedeki, hatta şehirdeki… yok be valla ülkedeki en yakışıklı erkek kendisine yalvarıyordu da Selma ona yok mu diyecekti? “Gel benimle,” diyerek seri adımlarla doktorlar odasına yürüdü. İçeride kimsenin olmamasından yararlanarak masadaki ahizeyi kaldırdı, santralden dış hat alarak hayatının geri kalanındaki fantezi karakterine uzattı. Teşekkür eden karakter, hızla numaraları çevirip bekledi.
“Rüya, Alp ben. Reha’yı bul ve bana ulaşmasını söyle!”
Evet. Artık sakinleşebilirdi. Artık Reha onu bulurdu. Güvendeydi. Konuştuklarında içinde savrulup durduğu bu bilinmezlik anaforundan da kurtulacaktı. O ne yapılacağını bilir, kiminle konuşulması gerekiyorsa onu bulurdu. O kaybolmamıştı. Yolunu bir şekilde hep buluyordu.
Hemşireye teşekkür edip koridora geri döndü. Banka oturdu. Artık sadece bekleyecekti. Duyduğu ısrarcı sesin biraz önce kırmayı planladığı telefondan geldiğini anlaması uzun sürdü. Ama anlar anlamaz yeşil tuşa basıp kulağına dayadı.
”Reha! Kırmızı kod! Uç buraya oğlum! Uç!”
Uzatmadı adam, telefonu kapattı. Zaten Alp’in de bir yardım çığlığından fazlasına gücü yoktu.
Naz… Hamileydi. Nasıl olabilirdi ki? Aslında olamazdı. Başka bir kadın olsa, şu anda yürür giderdi Alp. ‘İlişkimiz olmadı, babası ben değilim,’ derdi. Ama Naz’dı o. Alp biliyordu. Ukalalıktan değil, kendisine fazla önem vermekten değil… Naz yüzünden biliyordu. Naz’ı kendi kadar bildiği için… O Alp’ten başkasını kendisine dokundurtmazdı.
Ama nasıl olmuştu? Yani havuzda boşalmıştı Alp ama Naz’ın içinde değildi ki. Penisin başı Naz’ın bacaklarının arasına dayanmıştı. Biraz girmişti de galiba içeri doğru. Ama sadece biraz. Zara bile erişememişti belki de. Kendisini ona nasıl bastırdığı aklına gelince, o an Naz’ın canını yakmakta olduğu bir kez daha bilincine doldu. Nefesi kesildi. O, hayatın en büyük zevkine tırmanırken Naz acı çekiyordu. Ah Naz… Bilseydi… Ne? O an bilseydi durur muydu? Hayır. O an… Alp bir hayvandı. Hayvan oğlu hayvandı! Kıza sonrasında nasıl bağırmıştı! Git tedavi ol, demişti! Ah Naz… Neden Alp’e söylememişti ki?
Yavşak, söylese arkanı döner giderdin, ondan söylemedi.
Onca zalim olabilirken, bunu nasıl görebiliyordu ki şimdi? Ne türlü bir uyanıştı yaşadığı? Sanki kendinden tamamen soyutlanarak dışına çıkmış, Alp’i Naz’ın gözünden görür olmuştu.
Annesine de zalimdi. Onun hatırasını, ona babasının gözüyle bakmakla kirletmişti. Ona da, Naz’a da, kendisine de hiç şans tanımamıştı. Zalimlik. Evet, bu babasından öğrendiği şeydi.
Ya bebek? Gülümsedi. Naz ve Alp’in bebeği. Anne, baba, çocuk. Aile miydi şimdi onlar yani? Tabii. Çekirdek aile hem de. Naz dünyanın en harika annesi olurdu. Alp nasıl bir baba olurdu ki acaba? Hah. Kendi babasına kıyasla o da harika bir baba olurdu. O an, bu bebeğe sahip olmayı deli gibi istedi.
Alışkanlık. Yine sadece kendisini düşünüyordu. Naz? Naz bu bebeği ister miydi? İstese de tıbbi olarak bir bebeğe sahip olabilir miydi? Ya canı acırsa? Ama o acıyı hissetmiyordu değil mi? Peki… Ya ruhu acırsa? Doktora sormalıydı. Eğer Naz için tehlike yaratacak en ufak bir durum varsa… Onu incitecek, hırpalayacak… Alp bebeği istemeyecekti.
Birkaç saat sonra iki iri yapılı adam Naz’ın kapısının önünde dikilmeye başladı. Süreyya Bey savaşı başlatmıştı. Alp ise onun düşmanı olmayacaktı. Çünkü bu Naz’ı üzerdi. O yüzden yerinden kalktı, adamlara yürüdü, önlerinde durdu. İki adam da Alp’in üzerine çökmeye hazırdı.
İçerden duyulacak kadar yüksek bir sesle, “İyi günler,” dedi. “Ben Alp Kalaycı.”
Adamlar istifini bozmadan ona bakmaya devam ederken odada iki gri-mavi tavanla buluştu.
“İçeriye girmeye çalışmayacağım, bu yüzden işiniz kolay. Ama burada olduğumu Naz’ın bilmesini istiyorum.” Sonra dönüp bankına oturdu.
Süreyya kızının tek bir hareketini kaçırmazken, bir yandan da hata yapıyor olma ihtimalinden korktu. Naz’a şu anda en büyük teşvik bu genç adama olan duyguları ise, bunu ondan esirgemek ne kadar doğruydu? Bilmiyordu. Doktorla konuşana kadar da hiçbir şey bilmeyecekti. O yüzden, kızının yeniden kapanan gözlerinin ardından kendisi de biraz olsun uyuyabilmeyi diledi.
Birkaç saat sonra ortam daha da hareketlendi. Önce Süreyya Bey yaşlarında bir adam gelip girdi odaya. Asansörden indiği andan itibaren Alp’e dair ne varsa gözleyip bir kenara not etmiş gibiydi. Ardından ikisi birlikte doktorun odasına gittiler.
Reha’nın tam da o sırada gelmesi Alp’in ruh sağlığı açısından çok iyi oldu çünkü onların peşinden gidip kapı dinleme dürtüsünü engellemesi hiç de kolay olmamıştı.
Reha kaygılıydı. Alp’in gözlerinde farklı bir şey görmüştü ve bunun adını bilmiyordu. Kapıdaki adamlar onun da dikkatinden kaçmamıştı. İşlerin sertleşmekte olması kimseye yaramayacaktı.
“Gel kantinde kahve içelim,” diyerek ayaklandı Alp. Konuşmaları gerekiyordu ve bunu, arkasını kollamak zorunda kalmadan yapmak istiyordu.
Alp’in sadece birkaç hafta içinde geçirdiği değişim Reha’yı inanılmaz etkiliyordu. Üzerindeki bencil, umursamaz, kaybolmuş görüntü gitmiş yerini tedirgin ve ayakta kalmak için varını yoğunu ortaya koyan bir ifade gelmişti. İnatçıydı. Sadıktı. Cesurdu. Saklanmıyordu. Bütün duyguları gözlerinden apaçık okunuyordu. Ve şu anda da içlerinde şaşkın bir mutluluk vardı.
“Baban biliyor.”
Kahretsin!
“Bebeği mi?”
Ne bebeği?
“Ne bebeği?”
Sırıttı Alp. “Benim bebeğim. Naz’la ikimizin.”
Siktir.
“Siktir!”
Muzip bir baş sallamasında Alp’in mutluluğunu yakaladı Reha.
“Oğlum kız felç lan!”
İşte mutluluk da bu kadarlık bir şeydi zaten. Birkaç saniyelik.
“Söylediğin çok iyi oldu. Hiç haberim yoktu. İki dakika sevinmem gözüne mi battı pezevenk! Babayım lan ben! Baba! Anladın mı? Doğar doğmaz, olur olmaz, ama babayım ben, anlayabiliyor musun bunu?”
Aslında… anlamıyordu.
“Hissedebiliyorum. Sevinebiliyorum. Hayalini kurabiliyorum Reha. Bunun ne demek olduğunu göremiyor musun? Naz ile… normal bir erkekmişim gibi. Onun bedeni felçse benim ruhum felçti oğlum, göremiyor musun? İyileştiğimi… Normalleştiğimi… fark edemiyor musun?”
Hayır, çünkü aslında Alp’in ne kadar yaralı olduğunu fark edememişti Reha. Bunu şimdi görüyordu. Naz’ın Alp’e ne yaptığını şimdi şimdi anlıyordu. Belki Alp de Naz’a bu kadar iyi gelmişti, kim bilir? Ne büyük bir şanssızlık ve dramdı aslında yaşanan.
“Senin adına mutluyum. Gerçekten. Ama nasıl olacak? Nasıl doğar o bebek? Yani bak, sakat falan olabilir, biliyorsun Naz çok büyük bir ameliyat geçirdi.” Alp’in yüzündeki kararmaya rağmen devam etti. “İlaç verdiler kıza durmadan. Benim bildiğim hamile kadına sigara içilen ortamda bile durma derler oğlum!”
Çok uzun sustu Alp. Gözlerinin içi boşalmış gibiydi. Sanki yeniden kaybolmuş gibiydi.
“Onun da mı canı yanar?”
Bir an için duyduğuyla sarsıldı Reha. Onun için sadece bir sperm olan bebek Alp için çoktan cana ve kana bürünmüştü. Alp baba olmuştu. Baba ve eş… Vay canına!
“Doktora sormak lazım, ben bilmiyorum ki.”
Hay Allah!
“Alp, sen bu bebeği istiyor musun?”
Pırıl pırıl bir gülümsemeyle aydınlandı genç adamı yüzü. “O Naz ile benim bebeğimiz. Elbette istiyorum.” Sonra dindi o gülümseme. “Naz da isterse ama. Bebek onu incitmezse. Doktorla konuşmamız gerek. Bir de avukatla… Babası beni Naz’ın yanına yaklaştırmıyor.”
Ops. “Nihat Ağabey’i arayamayız. Anında babana uçurur haberi.”
Babası…
“Artık duyması umurumda değil. Ne yapabilir ki? Nasıl bir zarar verebilir bana? Parasını istemiyorum. Adını da istemiyorum. Reddeder beni en fazla. Nüfusundayken kabul mu etmişti ki? Boş ver.”
Hep bu hata yapılırdı değil mi? Kötü bir insanın neler yapabileceği hayal edilemediği için, daha başka bir şey yapılamaz sanılırdı. Bu yüzden de kötülük karşısında hep savunmasız kalınırdı.
“Ya Naz’ın babasını senin aleyhine çevirirse? Sorunlu bir çocuğa sahip bahtsız ve çaresiz babayı ne denli iyi oynadığını gayet iyi biliyoruz.”
Naz’ın babası yeterince Alp’in karşısındaydı zaten. Ziya Kalaycı ona daha fazla ne diyebilirdi ki?
“Sadece Naz önemli Reha. Onu da benim aleyhime kimse çeviremez.”
Epey bir süre susup Alp’i izledi Reha. Aklı çok karışıktı. Gördüğü değişime ne kadar güvenebileceğini bilmiyor ama nedense arkadaşına inanıyordu.
“Naz’a nasıl bu kadar inanıyorsun?”
Kısa bir an susup kendini dinledi Alp. Ruhunu… Naz’a nasıl inanıyordu?
“Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Ama o da bana aynen böyle inanıyor. Neden oldu, ne yaptık… Biz birbirimizle hiç konuşmadık. Yine de benim için bütün cevaplar onun gözlerindeydi. Kendimi değer verilen, özel, istenilen, sevilen, inanılan ve bunların hepsine değen biri olarak gördüm onun gözlerinde ben. Gerçekten, seni ikna edebileceğim bir cevaba sahip değilim. Ama dünya değişti, ben değiştim ve galiba o da değişti. Belki ruh eşi durumlarıdır. Hani var ya… Önceki hayatımızda büyük bir aşk yaşamışızdır, şimdi birbirimizi yeniden görünce o zamanki duygularımıza kaldığımız yerden devam ediyoruzdur. Bilmiyorum. Eğer illa bir neden bulunması gerekiyorsa, böyle bir şeyler düşünüp ikna edebilirsin kendini. Ben buna bile ihtiyaç duymuyorum.”
Vay be. Piç Alp’e bak sen. Her güne birden fazla kızı sığdıran, kendinden başka kimseyi umursamayan, sığ erkek müsveddesi. Eğer annesi onu görebiliyorsa, oğluyla gurur duyuyor olmalıydı. Çünkü eğer Alp’in annesi ile ilgili varsayımı doğru ise, Ziya Kalaycı’yı oğlu da yenmişti.
“Pekâlâ. O zaman Nihat Ağabey’den İstanbul’da bize önerebileceği bir avukat adı alalım, gidip onunla konuşalım, sonra onunla birlikte gelip doktorla konuşalım, sonra da kızın babasıyla… Plan bu.” Güzel plan. İçinde Naz’a dair bir şeyler barındıran her plan güzeldi zaten.