Vurucu Bölüm 18

Vurucu Bölüm 18

[Yetersiz]

Değişim öyle kendiliğinden olur ki öncesi artık belleğimizde kendisine yer bulamaz. O an Alp’e ‘ikizler’ dense ‘Onlar kim?’ değil, ‘O ne?’ derdi. Naz’dı artık tüm soruların cevabı. Oradaydı. Kabloların, göstergelerin arasında. Sağına soluna flasterler yapıştırılmış… Orasından burasından kablolar çıkarılmış… İncitilmiş… Kırılmış… Ama kimse gözlerine dokunamamış. Rengi solmuş teninde parlayan nadide bir mücevher gibi… Gri-mavi. Ve içlerinde de tıpkı havuzdaki gibi şaşkınlık… merak…

Alp hep o meraka kapılmıştı zaten. Otelde de öyle ilgiyle izlerdi ki Naz, o bakarken kendisini daha anlamlı, daha gerçek hissederdi. Şimdi, artık aralarında yabancılık da yoktu. Aitlik vardı. İkisi de Alp’in neden burada olduğunu biliyordu. Naz içindi. Sadece Naz için. Art niyetsiz, beklentisiz, zorlamasız. O yüzden gerçekti.

Yer çekimi ortadan kalkmış olmalıydı çünkü artık Alp’i tutan bir şey yoktu. Burak yoktu. Süreyya Bey de. Koridorda kimse kalmamış, belki hastane bile boşalmıştı. Naz vardı sadece. Naz ve Alp.

Yatağa yürüdü. Havuzdaki gibi. Sadece bu sefer fethe gitmiyor, kavuşuyordu.

Yanına geldiğinde, Naz’ın başı olması gerektiği gibi dönmedi kendisine. Kapıya dönük kaldı. O an, midesine inen bir yumrukla nefesi kesildi genç adamın. Bir sonraki yumruk, hemen bunun ardından, Naz’ın gözlerinden geldi. Utanmıştı Naz. Başını çeviremediği için… Alp’e bakamadığı için… Gözlerinde parlayan yaşlar arttı, pıtır pıtır dökülmeye devam etti.

Alp eğildi. Önce bir gözü öptü, sonra diğerini. Dokunmaya korkuyordu. Ameliyat yeri, kablolar, hortumlar dilini bilmediği bir dünyada Naz ile arasına giriyordu.  Avcunu kızın yanağına dayadı, tüy gibi bir dokunuşla başı yukarı çevirdi. Bir kelebeği kendinden bile korur gibi özenle tutuyordu onu. Başparmaklarıyla yaşları kuruladı. Özlemle okşadı o güzelim yüzü. Kızaran minik burnu, kuruladıkça yaşaran gözleri seyretti.

“Sana söylemem gereken bir şey var.”

Gri-mavilerin içinde dans eden parıltılarda kendi coşkusunu buldu. İnanamıyordu Naz, şaşkındı. Alp gelmişti. Alp onu bulmuştu. Çok geçti ama olsundu… Yaşanacak tek bir an daha varsa eğer, o bu andı. Hiç de adil olmayan bir hayattan en son olarak onu çalabilirdi, değil mi? İşte sırf bu yüzden kızın gözlerine umut yerleştiğinde, Alp gülümsedi. O hiç böyle gülümsememişti ama oradaki kimse bunu bilmiyordu.

“Sen benim sevgilimsin.”

Yumuşacıktı sesi. Mahrem. Sadece ikisi arasında.

Naz için, film bittikten sonra hikâyenin seyredilmeyecek kısmını özetleyen bir açıklama cümlesiydi bu. Hani bir buçuk saat boyunca şahit oldukları tüm zorluklara değdiğini anlatan, amaca ulaşıldığı mesajını veren cümle… Esas kadın yanılmamıştı. Kimse onaylamasa da esas adamın gözlerinde bulduğu ve erkek karakterin bile habersiz olduğu duyguların gerçek olduğunu final sahnesinde tüm dünyaya haykırmıştı yönetmen. Şimdi de sonsuza kadar mutlu oldular kısmı geçiyordu ekrandan.

Sonsuzluk, bu odada yaşanacak o tek andı. Satırı yudum yudum içecek, sonra sinema salonundan çıkıp gidecekti Naz. Mutlu sonu hayatının sonuna dek zihninde saklayacaktı.

Alp ise anne rahminden çıktığı ana geri dönmüştü. Saf, tertemiz, umut ve sevgiye hazır.

“Senden başka kimse olamazdı zaten.“

Güzeldi. Güzel bir sondu. Naz şu an çok mutluydu. Ama biraz sonra çok mutsuz olacaktı. O yüzden Alp’in gitmesini istedi. Bu cümleyi takip edecek olan, ‘ama’ ile başlayan hiçbir cümle ağzından çıkmasın istedi.

Naz o an kalbi dursun istedi.

“Biz her şeyin yolunu buluruz, tamam mı? Konuşmanın, anlaşmanın… Oradasın ya, bu bana yeter. Sen sadece bak bana. Tamam mı? Yüz çevirme benden. O zaman dünyayı yerinden oynatır, sen nereye dönüksen oraya getiririm. Tek… yüz çevirme benden.”

Bu…

Bu fazlaydı.

Bu Naz için de, Süreyya için de, Burak için de fazlaydı. Vaat barındırıyordu, tehlikeliydi, can yakardı. Naz’ın canını çok yakardı. O yüzden Süreyya Alp’in kolunu tutup kendisine bakana kadar bekledi. Artık gözleri çelik sertliğindeydi. Yumuşak, medeni, asil adam gitmiş, yerini yavrusunu canı pahasına korumak isteyen vahşi bir hayvan gelmişti.

“Dışarı.”

Alp doğrulduğunda, “Burak sen Naz’ın yanında kal,” diyerek bütün sınırları belirledi Süreyya. Alp’in gözleri Naz’a döndü. Donup kalan gri-maviler, son kez içiyordu kendisini.

“Merak etme. Buradayım. Bundan sonra asla senin olmadığın yerde olmam.”

Naz’ın babası tarafından odadan çıkarılırken, kulağına dolan cılız bir inlemeyle kaskatı kesildi. Onu bırakmak istemiyordu. Naz arkasında bir başına kalsın istemiyordu. Ama ikisi adına mücadele etmesi gerekiyordu. Süreyya Ural. Naz ile arasında durmaması için onu ikna etmesi gerekiyordu.

Genç adamın kolunu ancak odanın dışına çıkıp kapıyı kapattığında bıraktı Süreyya. Aklı karmakarışıktı. Yaşamayı düşünebileceği en son şeyi yaşıyordu ve ne düşüneceği hakkında hiçbir fikri yoktu. Önce, neler olduğunu anlamak zorundaydı.

“Genç adam. Şimdi gitmeni istiyorum. Yarın. Seninle hastane dışında bir konuşma yapacağız. O zamana kadar, Naz’dan, hatta hastaneden uzak duracaksın. Birbirimizi anladık mı?”

İnatçı… Kararlı… Güven dolu. Öyle bakıyordu Alp Kalaycı. “Tamam efendim. Nasıl isterseniz. Yarına kadar hastanenin dışında olacağım. Ama beni nereye iterseniz itin, ben kesinlikle Naz’ın hayatında olacağım.”

Bu tavırdan rahatsız oldu Süreyya, evet. Ama huzursuz olmadı. Bu çocukta ne gördüğünü bilmiyordu. Yüzü gözü bereli, dikişli, serseri görünüşlü. Ama Naz’a bakışı… Aklını karıştırmıştı.

Bir süre daha gözlerinin içine korkusuzca bakan Alp Kalaycı, başıyla bir selam verip arkasını döndü ve daha önce oturduğu banka yöneldi. Eşyalarını topladı. Dönüp yeniden baktı kendisine. Ve gitti.

Bedenindeki bütün kas, sinir ve kemiğin gerginlikten kurtulmasıyla neredeyse olduğu yere çökecek kadar güçsüzleşmişti Süreyya. Duvara dayanıp gözlerini kapattı, derin nefesler alarak toparlanmaya çalıştı. Bu genç adamın Naz üzerindeki gücünden dehşete düşmüştü. Sadece onu görebilmek için Naz başını oynatmıştı. Tamam, hareket etmek, başını çevirmek, iyileşme sürecinde olmak değildi bu. Bunu elbette biliyordu Süreyya. Ama Naz’ın ruhunu elleri arasında tutuyordu bu adam. Çok tehlikeli olabilirdi. Ya da…

Odaya girip kızına baktı. Kapalıydı gözleri. Yine. Kahretsin.

Burak’a gittiğini işaret edip çıktı hastaneden. Şirkete ulaşana kadar, aklında sadece Naz’ın yataktaki görüntüsü vardı. Sekreterine gereken talimatları verip odasının mahremiyetine sığındı. Kapısını kilitledi. Ve sonra… Dakikalarca ağladı.

Bir saat sonra, görmek istediği tek adam olan Cengiz geldi. O ana kadar içindeki gerilimi özgürce boşaltmış, herkesin alışık olduğu sakin ve sarsılmaz görüntüsüne geri dönmüştü.

Cengiz’le tanışıklıkları eskiye dayanırdı. Orduluydu o da. Birlikte okumuşlardı. Sonra yolları ayrılmış, Cengiz hiç dile dökülmeyen görevlerin adamı olmuştu. Şu an Süreyya’ya yardım edebilecek tek kişi oydu.

Karısını kaybettiğini biliyordu Cengiz. Cenazeye gelmişti. Kızının hasta olduğunu ise şimdi öğrenmiş, kahrolmuştu. O da bir oğul kaybetmişti. Trafik kazası. Evlat acısının birleştirdiği iki dost, şimdi Naz’ı koruyabilmek için birleşmişlerdi.

“Sadece kâğıt üzerindeki bilgiler bana yetmez Cengiz. O ailenin ruhunu bilmek zorundayım. Anladın mı beni?”

Anlamıştı adam. Gereken yerleri aramıştı hemen. İsim vermesi yetiyordu. Yirmi dört saate kalmaz, küçük ayak parmağındaki nasırın çapını bile önüne getirirlerdi. Nitekim ertesi gün öğlen saatlerinde Süreyya Bey Alp hakkında Alp’in bile bilmediği şeyleri biliyordu.

Hemşireler odaya garip yüz ifadeleriyle gelip tekrar tekrar Naz’dan kan aldıklarında Alp ile konuşmak üzere çıkmaya hazırdı Süreyya. İçini saran huzursuzlukla bir an için gitmemeyi bile düşündü. Ama bazı şeylerin ertelenmesi kronikleşme gibi daha büyük bir soruna dönüşebilirdi.

Dışarıda, bahçe duvarına oturmuştu Alp. Dalgın bakışları yerdeydi ve çevresinde olan hiçbir şeyin farkında değildi. Sabah çok erken saatte gelip yerini almıştı. Ama içinde bir yerlerde bu bekleyişin hiçbir yere varmayacağını biliyordu. Böyle olmazdı. Alp ve Naz ayaküstü bir konuşmaya sığmazdı. Zaten ne diyecekti? Kızınızı seviyorum mu? Felçli olmasına rağmen onun hayatında olmak istiyorum mu? ‘Neden?’ diye soracaktı adam. Ne diyecekti Alp? Kendisi daha yeni çözebilirken nasıl ikna edecekti kızın babasını? Kim yerdi bunu? Kim ikna olur, inanırdı?

Kahkahalarla gülen bir Ziya Kalaycı geldi gözlerinin önüne. Felçli olmasa bile, Süreyya Ural’ın kendisini kızına uygun görmeyeceği gerçeğine gülüyordu adam. Tıpkı onun istediği gibi gerçek hayatlara sahip insanların dışında kalmasını garantileyecek şekilde yetişmişti Alp. Aile bilmeden, sevgiyi tanımadan. Eğitimi bile derme çatmaydı. Gizli saklı… Ve gerçekte yetersiz. Gerçek buydu. Alp yetersizdi. Naz için, herhangi bir düzgün aile için… Tamamen yetersiz. Bir babanın nasıl davranacağını bilmezdi. Bir annenin nasıl seveceğini. Kadına saygıyı öğrenmemişti… Aile olmayı… Kendinden başkasını düşünmeyi, korumayı, kollamayı…

Şimdi kendisini kime ve nasıl anlatabilirdi ki? O bile gülerdi kendi sesine. Başını kaldırıp da adamı karşısında gördüğünde umudu çoktan tükenmişti bile.

“Kızıma ameliyat olmasını sen mi söyledin?” diyen adama belki de bu yüzden cevap veremedi. Söylemişti, öyle değil mi? ‘Tedavi ol gel,’ demişti. Başını salladı.

“Ameliyat başarılı olsa… ne verecektin ona?”

Hiç… Hiçbir şey vermeyecekti. Öyle değil mi? Otelde olmayacaktı bile.

“Efendim… Ben bu soruların cevaplarında bulacağınız kişi değilim.”

Derin bir tiksinti kapladı adamın yüzünü. Sanki Alp’e bakmaya dayanamıyordu. Cengiz’den öğrendikleri oğlanın dış çerçevesini çizip vermişti Süreyya’ya. Nasıl bir aile, nasıl bir çevre, ne tür koşullar… Bunları kullanacak değildi. Bir kısmıyla bu herifi çökertebilecek bile olsa, o öyle bir adam değildi. Ama Burak’tan öğrendikleri… Tavrını belirlemeye onlar yeterdi.

“Ama Naz bu sorular sayesinde o ameliyata girdi. Öyle değil mi?”

Havuzda, Naz’ın gözlerine yerleşen o bakış geldi gözlerinin önüne… Ameliyat olmaya karar verdiği an. Bunu şimdi biliyordu. O an… Naz’ı aslında o an yok etmişti Alp.

“Bilmiyordum.”

Kendi kulağına bile öyle çirkin geldi ki söylediği, adama bakamadı.

“Bizden uzak dur Kalaycı. Eğer seni öldürmemi istemiyorsan kızımdan da benden de.”

Gidiyordu. Naz’ın babası arkasını dönmüş gidiyordu. Onu asla ikna edemez, kendisinin bile henüz anlamaya başladığı duygularını, düşüncelerini ifade edemezdi. Ziya Kalaycı’nın kahkahası beyninin derinlerinde yankılanırken içindeki kayıp duygusunun ağırlığından yere düşeceğini sandı. Naz’ı kaybediyordu. Hem kendisi yok olacaktı hem Naz.

“Hayır!” diye fırladı yerinden. Süreyya Ural’ın asansöre bindiğini uzaktan bile görebiliyordu. Kendisini merdivenlere attı. Her basamak Naz’dı. Aldığı her nefes onun içindi. Birinci kat. İkinci kat. Nefesi artık yetmiyordu. Kaybedilen tüm fırsatlar için koşuyordu. Annesi için. Onu tanıyamadığı için. Sarılamadığı bir baba, oynayamadığı kardeşler için. Okuyamadığı okullar, gülümseyemediği kızlar için. Sırtını dayayamadığı erkek arkadaşlar için… Kalbini pamuklara saramadığı Naz için… Dördüncü katta artık yürüyemiyordu. Sürüklenerek kapıya gitti. Naz’ın babası hemen kapının yakınında bir doktorla konuşuyordu. Adama yaklaşmadan önce nefesini düzeltmeye çalıştı. Karnındaki kramp biraz sonra geçerdi.

“…tüplerin karıştığını sanmış hemşire.”

Nefes aldı. Artık daha iyiydi sanki.

“…hata yok. Hastamız hamile.” Dikleşti. Derin bir nefes aldı. Artık mücadeleye hazırdı. Ne olursa ols… Hastamız hamile mi? Hangi hastamız hamile?