Vurucu Bölüm 17

Vurucu Bölüm 17

[Refakatçi]

“Bebeğim, böyle bir riskin olduğunu hepimiz biliyorduk. Bir kumar oynadın, olmadı. Ne yapalım? Bununla yaşamayı öğreniriz biz de.”

Bir ışık. O güzel gözlerinde tek bir ışık görse Süreyya huzur bulacak, kuzusuyla birlikte savaşa hazır olacaktı. Ama yoktu. Ameliyattan sonra Naz hiç varlık göstermemekte inat ediyor, babasını da kahrediyordu.

“Sen çok yürekli bir çocuksun yavrucuğum. Kendin için bir şans istedin, bunu deneyecek kadar da cesurdun. Şimdi, olmadı diye pes etmemelisin. Bak, tıp her gün ilerliyor. Bir gün bir bakmışsın bir tedavi bulunmuş. Biz de bunu hemen uygulayacağız. Ama o zamana kadar, aklınla bedeninle mücadelene devam etmelisin. Önceden ne yapıyorsan yine hepsini yapabilmeyi hedeflemelisin.”

Sağ kulak in – sol kulak out.

“Beykoz’da inşaata başladık yavrum. Senin istediğin gibi. Hani bahçe tamamen senin olacak şekilde. Havuzun, odan, hepsi senin söylediğin gibi yapılıyor. Bir aya kalmaz hepsi bitecek prensesim. Hastaneden doğruca oraya gideceğiz.”

Hiç inanmamışlardı ki bu planları yaparken. Öyle bir olasılık asla olmaz sanmışlardı. Süreyya bunu şimdi anlıyordu. Aralarında bir oyun olmuştu sadece. “Her şey ters giderse de beni havuzda beslersiniz,” diye dalga geçerdi Naz. “Balık gibi…”

“Hadi ama Naz, bak üzüyorsun beni. Bir bakışın kaldı elimde, ondan da mahrum etme beni.”

Yok. Ne yalvarma, ne tehdit, ne anlayış… Hiçbiri işe yaramamıştı. Kendi doktoru, hastane psikiyatristi, Burak, hemşireler… Süreyya ne kadar çaresiz kalmışsa onlar da Naz’a teslim olmuşlardı.

Bunun kötü olduğunu sanırken, Naz bir anda gözlerini de açmaz olmuştu. Sanki kendini dış dünyaya tamamen kapatmıştı. Babası başında, ağzını kapatıp yemek yememekte direnen çocuğunu ikna etmeye çalışan bir anne sabrıyla bekliyordu. Ona da yazıktı. Adamcağız bir anda çökmüştü.

“Yok Süreyya Bey, Naz’a çok yüz vermişsiniz siz. Herkes hasta oluyor. Herkes bir şeyler kaybediyor ama kimse pes etmiyor. Ben nerelerden nereye gelen hastalarımı gördüm. Seçimlerini sahipleneceksin! Eğer nefes alıyorsan, mücadele edeceksin.”

Süreyya’nın söylenenlere katılsa bile çok da mutlu dinlemediği açıktı. Gözleriyle Burak’ı uyarıyor, daha yumuşak olmasını istiyordu. Ama yumuşaklık Naz’a sökmüyordu. Süreyya bunu biliyor, yine de kızına kıyamıyordu.

“Üç gün sonra bir mikroçip üretip koyarlar beynine, bir bakmışsın her şey düzelmiş. Ama sen şımarık bir kız olarak hiç çaba göstermediğinden, ne kolunu ne bacağını kullanamaz olursun. Kas bu. Kullanmadın mı unut gitsin. Biz yardım edeceğiz elbette sana. Ama bize esas senin beynin lazım. O katılmalı tüm bu mücadeleye!“

Hasta bir kızla kavga da edilmiyordu ki!

“Hadi sen biraz hava al Burak. Biz de Naz’la biraz sohbet edelim olur mu?”

İçindeki nefesi derince bir araya topladıktan sonra sıkıntıyla dışarı bıraktı genç adam. Havayı nerede alırsa alsın içindeki öfke gider miydi ki? Kapıyı ardından sessizce kapattı.

Yok artık! O piç kurusu muydu yine aynı bankta oturan? Ne demeye gelmişti ki bu geri? Üç günde Naz’ı çoktan unutmuş olması gerekirken… Hırsını çıkaracak yer bulmuş olmanın keyfiyle yürüdü banklara doğru. Alp de onu fark etmiş, oturduğu yerde dikilmişti. Yaklaştıkça adamın çok kötü göründüğünü fark etti. Kilo vermiş ve gözlerinin altı çökmüştü. Aslında… herif komple çökmüştü.

 “Hastanedeki hemşireleri sıraya dizmek dışında ne gibi bir nedenle burada olabilirsin ki?”

Tam karşısında durdu. Ayakta olmanın avantajıyla Kalaycı’ya üstten bakıyor, onu bir böcek gibi ezmek istiyordu.

Bekledi. Bir alaycı gülüş, sırıtış, kızgınlık, öfke, bir şey…

“Naz. O nasıl?”

Gerçekten mi?

“Bir bakalım… Naz nasıl.”

Öfke… Adım adım içi kavrulmaya başladı. Utanmaz haysiyetsiz pezevenk! Naz nasılmış!

“Bugün suyunu ve gübresini verdik, fotosentez için güneşte biraz bıraktık mı tamamdır. Serpilip köklenir iyice.”

“Yapma.”

Hah!

“Lütfen. Onun nasıl olduğunu söyle bana.”

“Günahımı vermem lan ben sana!”

“Lütfen Burak. Sadece Naz’ın nasıl olduğunu bilmek istiyorum.”

Şuna bak ya!

“Aynen söylediğim gibi. Ot. Dünyaya bakabildiği tek penceresini de kapattı.”

Oturduğu yerde sallandı sanki Kalaycı. Yüzü beyazken daha da beyazladı. “Kapattı derken?”

Eğilip girdi adamı burnunun ucuna kadar. “Gözlerini açmıyor. Karanlıkta… Kılını kıpırdatamadan öylece duruyor. Düşünsene. Ölüm gibi. Mezara koymuşlar seni, üzerini de toprakla örtmüşler. Ölü değilsin ama ölü olmadığını söyleyemiyorsun. O zaman ölüsün. Ne dersin? Naz nasıldır sence?”

Acı çekiyordu Alp Kalaycı. Şaşırdı Burak. İki kez İstanbul’a gelmişti bu adam. Naz’ın nasıl olduğunu öğrenmeye… Vicdanı mı sızlamıştı? Vicdanı var mıydı? Olsa ne işe yarardı? Yarın akşam başka bir kızın içine boşalacakken o vicdanın Naz’a ne faydası vardı!

Birden geçti bütün öfkesi. Naz’ın kendisine ihtiyacı vardı. Öfkeye değil, küskünlüğe değil… O küçük kızın sıkıştığı kapandan kurtulabilmesi için herkesin ilgisine ve sevgisine ihtiyacı vardı.

“Git buradan Kalaycı. Bu hastanede senin ilgini çekecek hiçbir şey yok. Ortalarda dolanıp Naz’ın babasına da kendini hatırlatıp durma. Git.”

Sonra arkasını dönüp odaya yöneldi.

Kendisine kapalı olan o kapıya çok uzun süre gözlerini hiç ayırmadan baktı Alp. Naz oradaydı. Bir duvar ötede. O duvarı aşmasına asla izin vermeyeceklerdi. Ama Alp babası kızını evlerine çıkarmadan önce Naz’a ulaşmanın bir yolunu bulmak için ne gerekirse yapacaktı. Çünkü eve çıkarlarsa, onu bir daha asla göremezdi. Bu yüzden önce hastanenin hemen yanında bir apart otel bulmuştu. Sonra oradaki görevlilere bolca bahşiş vererek bir refakatçi kartı temin etmelerini sağlamıştı. Artık gece ya da gündüz, onu bu kattan kimse ayıramazdı.

Yola çıkmadan önce Reha, “Burada üç aylık maaşım yatıyor. Sana ulaşabilmek istiyorum. Hep yanında olsun. Şarja takmayı da unutma.” diyerek ona bir poşet uzatmıştı. İçindeki Nokia 1011’i görmek Alp’in üzerine sinen o geçmişini terk etme havasını söküp atmıştı. Yalnız değildi, hayır. İkisi de Alp’in bir daha otele geri dönmeyeceğini biliyor olsa da, Reha onu hiçbir koşulda yalnız bırakmıyordu. Alp de Naz’ı bırakmayacaktı. Ne olur, nasıl olur, nasıl yapar bilmiyordu. Ama Naz’ın bilmesi gereken bir şey vardı ve Alp bunu ona söylemek için her şeyi yapacaktı.

Naz’ın odası sonraki gün hiç boş kalmadı. Ya babası vardı içeride ya fizyoterapist ya doktorlar ya da hemşireler. Odaya girip çıkanlar Alp’i o bankta görmeye alışmışlardı. Naz’ın babası ilk gördüğünde ona şöyle bir bakmış, bir daha da hiç ilgilenmemişti. Burak gelip geçerken duygu taşımayan bir bakış atıyor ama onunla konuşmaya ya da yanında durmaya yeltenmiyordu. Doktorlar onu görmüyor, hemşireler ise uzaktan ilgilerini esirgemiyorlardı.

Onunla tek konuşan, Naz’ın durumunu açıklayan hemşire olmuştu. O nedense kendisini sevmişti. Arada yanına gelip nasıl olduğunu soruyor, küçük bilgi kırıntıları paylaşıyordu. Naz’ın protestosunu ondan öğrenmişti mesela. Gözlerini hiç açmadığını… Bir aydan önce evlerine çıkmayacaklarını da o söylemişti. Alp rahatlamıştı. Naz’ın hastalığına ilişkin soruları yüzünden ona üç tane kitap getirmişti hemşire. Birisinde hastalığın anlatıldığı bölümleri işaretlemişti, bir diğerinde felç ile ilgili bölümleri. Sonuncusu ise beyin gücü ile enerji yönetimini konu alan bir kitaptı. “Oku,” demişti hemşire ona. “Oku bunları. Bilmediğin bir şeyle savaşamazsın.”

Bir hafta kadar Alp her sabah saat altıda banktaki yerini aldı. Gece üçten önce de kalkmadı. Yanında küçük bir paket bisküvi, termosta çay ve kitapları oldu. Naz’ın odasını göz hapsinde bulundururken bir yandan da önce hastalığı anlatan bölümleri okudu. Okudu ama anlamadı. Hemşireyi yakaladıkça sordu. Onun bilmediği şeyleri internlerin odasına gidip orada rastladığı doktorlara sordu. Omurilik, sinirler, tümörler, kanser, ameliyat, gamma knife, radyoterapi, kemoterapi… Tabii ki bunları öğrenemedi. Ama fikri oldu. En azından konunun ne olduğunu, riskleri, tedavileri anladı. Ardından aynı şekilde felç ile ilgili fikir edindi. Örneklerdeki başarı hikâyelerini okurken umutlandı. Naz’ın da onlardan biri olacağı umuduna dört elle sarıldı. Ama en çok, sonuncu kitaptan etkilendi. O, tıbbi bir kitap değildi. O yüzden diğerlerinden daha fazla anladı. İnsan beyninin isterse dünyayı yerinden zıplatacak bir enerjiye sahip olabileceğini, bunun için insanın kendisine inanmasının yeterli olduğunu anladı. Naz Alp’e inanıyordu. Alp Naz’a inanıyordu. Naz’a Naz da inanacaktı. Alp bunun için ne gerekiyorsa yapacaktı.

Yedi günün sonunda hemşire o kitapları alıp fizyoterapi ile ilgili bir kitap getirdi Alp’e. Artık o genç onun oğluydu. Yemesiyle içmesiyle, dinlenmesiyle ilgileniyordu. “Git yat, iki saat sonraya kadar odada hiç hareket olmaz,” diyordu. “İki saat sonra gelirsin.” Gidip duşunu alıyordu Alp. Bir saat uyuyor, sonra kalkıp koşa koşa yerine geçiyordu.

Odadakiler onun farkındaydılar ama sadece televizyon ekranındaki bir görüntü kadar… Alp o banktan kalkmadığı sürece, Burak’ın onu ellemeyeceği belliydi. Alp de kalkmaya niyetli değildi. Gidecek bir yeri yoktu. Otel bile onda klostrofobik duygular uyandırıyordu. Sadece burada nefes alabiliyordu.

Bilgi edindikçe soruları da bilinçlendi. Aldığı cevapları anladı. Naz’ın bütün hayatı boyunca o yatakta kalacağını, belki boynunu bile çeviremeyeceğini anladı.  Bunun ötesi sadece umuttu. İnsanlar yalvarır, dua ederlerdi, bu onları sakinleştirir, durumun umutsuzluğundan kaçmalarını sağlardı. Oysa Alp bununla sonuna dek yüzleşti. Naz, bir daha hiç yürümeyecek, konuşmayacak, hissetmeyecekti.

Sadece gözleri vardı. Havuzda ona bakan o gri-mavi gözleri… İçlerinde de onu Naz yapan, Naz’ı diğer bütün insanlardan farklı yapan duyguları… Alp o gözleri ne çok özlediğini düşünüp kendini dış dünyaya kapattı. Naz… Kendisine bakıyordu. Merakla. Heyecanla. Ruhunu Alp’in ellerine teslim etmiş, bunu yaparken de haberi bile olmadan Alp’in ruhunu ele geçirmişti. Naz. Alp Naz’a körkütük âşık olmuştu.

Odadan gelen huzursuz sesler birden bilincine dolup gözlerini açmasına neden oldu. Burak bağırıyor muydu? Elindeki her şeyi yere fırlatıp odanın kapısına koştu.

“Şımarık!” diye söyleniyordu Burak. “Bu kızı hiç dövmemişsiniz siz Süreyya Bey!”

O an gözü karardı genç adamın. Bu herif onun Naz’ı için mi söylüyordu bunları!

“Sanki biz dedik ona, git ameliyat ol diye. Şimdi babanı niye cezalandırıyorsun!”

Sinirle kapının kulpuna asılıp çekti. Açılan kapının ardında gözleri önce yatakta yatan Naz’a takıldı. Orada, o saniye donup kaldı sanki. Naz… Küçücük kalmıştı Naz’ı. Gözleri kapalı, rengi soluk, ölü gibi… Oh Tanrım!

“Senin ne işin var bu odada? Defol git pislik!”

Bir an dikkati dağılıp kendisine bağıran adama, sonra da yanındaki adama takıldı gözleri… Biri öfkeli, biri kederli iki erkek…

“Çık dışarı dedim sana!”

“Bir daha Naz’a bağırırsan seni öldürürüm.”

Bir sinek uçtu odanın içinde. Vız… Vız… Bakmadan da söyleyebilirdi üçü de sineğin nerede olduğunu. O kadar sessizleşmişti oda.

“Güvenliği çağırıyorum. Hastane ile hiç alakası olmayan bir adam günlerdir dışarıya kamp kurdu, kimsenin umurunda değil! Bu nasıl bir hastanedir!”

“Tanrım!”

İki adam bilinçsizce derinden gelen bu fısıltıya döndü. Süreyya Bey yatağa dönmüş, titreyen eliyle kızını gösteriyordu.

“Bakın!”

Burak dönüp Naz’a baktı. Bir daha da hiç kıpırdamadı.

Alp korku içinde iki adama bakıyor ama gözlerini yatağa çeviremiyordu. Sonunda, birkaç kez yutkunup nefesini tuttu ve baktı.

Naz.

Naz ağlıyordu.

Yatağa doğru bir hamle yaptığı an Burak tarafından durduruldu. Adam önünde perde olmuş, yatağa yaklaşmasına engel oluyordu.

“Naz!” Alp’in sesiyle birlikte gri-maviler açıldı. Üç adam da yatakta ağlayan kızı seyrederken Burak Alp’i neden bırakmadığını bilmiyordu. İçgüdü belki. Refleks… Adı neyse. Çünkü aslında o an Alp umurunda bile değildi.

Ve sonra, Naz’ın başı yavaşça kapıya doğru döndü. Çok az. Çok çok az. Gri-maviler grilerle buluşana kadar.

O an…

Alp’in kendisini yalnız hissetmediği ilk andı.