Vurucu Bölüm 15

Vurucu Bölüm 15

[Dördüncü kat]

Herkes bir şeylerin peşinde yaşamını sürdürüyordu. Para, seks, aşk, güç, şöhret… Mutlu olanlar vardı, bedbaht olanlar… Boş vermişler… Vazgeçmişler… Ama hepsi de kimi kapıların ardındaki gerçek duygunun acı ve korku olduğunu bilirdi.

Atam Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi o kapılardan biriydi. İçeri girenler… çıkanlar… Elinde dosyalarla sağa sola koşanlar… Çiçekçiler… Börekçiler… Ve park yerinde bir arabada son üç saattir cesaretini toplamaya çalışanlar…

Reha direksiyondaydı, Alp yanda. Reha Alp’i bekliyordu, Alp ise korkudan hiçbir kasına hükmedemiyor, bedenine söz geçiremiyordu.

“Alp. Hadi artık.”

Derin nefesler aldı adam. “Kaçıncı kattı?”

“Dört. 428 numaralı oda.”

“Tamam.”

Tamam.

“Su versene bir tane daha.”

Verdi Reha. Sanki deminden beri litrelerce su içmemiş gibi bir şişe suyu daha dikti kafasına Alp.

“Yoğun bakıma giremiyor muyuz?”

“Yasak oraya girmek.”

“Peki.”

Durmaksızın terliyor, durmaksızın kuruyordu.

“Önce bir tuvalet bulmam gerek.”

“Girişte var. Sola dönüp düz gidince.”

“Tamam.”

Tamam.

“Babası mıymış odadaki?”

“Öyle diyor Cemal.”

“Tamam.”

Tamam.

“Gidiyorum.”

Git Alp. Git artık. Gidemeden öleceksin burada!

Çıktı arabadan sonunda Alp Kalaycı. Hiç bu kadar yalnız, bu kadar korku dolu görünmemişti Reha’nın gözüne. Reha da korkuyordu ama Alp içindi onun korkusu. Merdivenlerden yukarı çıkıp içeri girmesini bekledikten sonra o da gitti peşinden. Uzaktan kollayacaktı onu. Alp, kendini koruma yetisine sahip değildi şu an.

Tuvalette de bir yarım saat saklandıktan sonra çıktı genç adam. Galiba artık kaçacak yeri kalmamıştı. Asansörü es geçip merdivenlere yöneldi. Dördüncü katın kapısını itip içeri girdi. Nöroloji. Oda numaralarına bakarak yürüdü. Sonunda, 428 numaralı odanın kapısında durdu. Kapı açıktı.

Amerikan futbolunda topun havada süzülüp oyuncunun kucağına düşmesi kadar şiirsel bir hamleyle Burak’ın Alp’e uçuşunu gördü Reha. Alp yere yıkıldı, Burak üstüne… Alp durdu, Burak vurdu. Alp baktı, Burak vurdu. Reha yaklaştı. İçerideki adam dışarı çıktı. Alp baktı. Burak durdu. Adam durdu. Reha durdu.

Süreyya Ural, Ziya Bey’in yaşlarında ama yakışıklıdan çok karizmatik olarak tanımlanabilecek bir adamdı. Şişman değildi. Yağlı değildi. Kısa değildi. Cildi bozuk değildi. Çirkin değildi. Burnu eğri değildi. Kemikleri iri değildi. Göbekli değildi. Omuzları düşük ya da bacakları kısa değildi. Onu karizmatikten daha da iyi yansıtabilecek kelime, asil olabilirdi. Evet, Süreyya Ural bir asildi ve Reha, hayatı boyunca ilk kez bir adamın tarzına imrendi.

“O piç bu işte!”

Öfkeyle kaskatı kesilmiş olan Burak Özer, Alp’in üzerinde onu parçalamak için sahibinden emir bekleyen bir Doberman kadar tetikteydi. Solukları düzensiz, yakıcıydı. Öfke doluydu. Alp’i sadece görmenin bile onu sinirden titrettiği belli oluyordu. Üstelik şu an sarhoş da değildi. Burak Özer Alp Kalaycı’yı yok etmekten başka hiçbir şey istemiyordu.

O piç bu… Süreyya Ural’ın canlılığını yitirmiş olan gri-mavi gözleri Alp’e sabitlendi. Sanki Alp’e Naz bakıyordu. Ama kırık bakıyordu. Sanki… Kıymetlisini elinden almış olan adama bakar gibi bakıyordu. Hiçbir mahkeme böylesi bir yargılama gerçekleştiremezdi. Alp ne yaptığını bilmese de suçlu olduğunu bilmişti. Naz’a benzeyen o gözler Alp’e sitemini Naz yerine etmişti.

Daha fazla bakmaya tahammül edemezmiş gibi arkasını dönüp giden adam “Bırak onu.” dedi. Burak üzerinden kalkıp odaya girdi ve kapı arkalarından kapandı.

Ziya Kalaycı dâhil kimse canını bu kadar yakamamış, Alp’e kendisini bu kadar değersiz hissettirememişti. O aşağılıktı. O yüzüne bakılmaya, yanında durulmaya, yaşadığı fark edilmeye değmezdi. O bir böcekti. O kadar böcekti ki ezilmeye bile değmezdi.

“Kalk artık,” diyen Reha’yı duyana kadar orada öyle yatıp ağlamakta olduğunu bilemedi. Ses yoktu. Hıçkırık yoktu. Sadece gözyaşı. Öyle yalnız… bir başına akıyorlardı ki. Reha Alp için ağlamak istedi.

Oyalanmanın anlamı yoktu. Bir şey yapmalıydı. Asansörlere yakın banklara yürüyüp Alp’i oraya oturttu. Naz yoğun bakımdaydı. Oraya gitse de kimse ona bilgi vermezdi. Danışmaya gitse… Hasta yakını değildi ki. Günahlarını vermezlerdi.

Yanlarından geçen hemşirelerin ilgisiz bakışları Alp’i yakaladığında bir duraklama geçiriyor sonra yola devam ediyorlardı. Yarım saat sonra hemşire odasındaki herkesin Alp’ten haberi olmuştu. Çıkıp çıkıp bakıyorlardı. “Dışardaki muhteşem şeyi gördün mü?” “Çok üzgün ama ya, hastası kim acaba?” “Ay yıkılmış adam. Kim ex oldu ki bugün?” “Ben teselli ederim onu, getirin bana.” Elbette konuşmalarını adamlara duyurmuyorlardı ama Reha’nın bu ilgiyi fark etmemesi mümkün değildi.

Bakmıyor gibi görünerek hepsini incelemeye başladı. Onlar için Alp’in pek çok adı vardı. Hayırlı bir kısmet ilk maddeydi. Ama bir tane yaşı büyük olan vardı ki gözlerindeki şefkatte annesini gördü Reha. Yine odalardan birinden geri dönerken yakaladı kadını.

“Bakar mısınız?”

Zaten merak içindeki kadın gönüllü olarak durdu yanlarında.

“Buyurun?”

“Yoğun bakımda olan bir hasta hakkında nasıl bilgi edinebiliriz?”

“Hasta ismi?”

“Naz Ural.”

Hemşirenin bu adı bildiği belliydi. Gözlerine yerleşen keder Reha’nın gözünden kaçmadı.

“Babası 428’de. Akrabaysanız odaya geçin, doktoru uğrayacak birazdan.”

Alp’in kulaklarının dikilişini ona bakmadan hissetti Reha. Yüzüne acıklı bir bakış yerleştirdi.

“Arkadaşım,” Alp’e baktı, kadın da baktı, “maalesef baba tarafından istenmeyen nişanlı.”

Şaşkınlık ve merak duyguları kadının gözlerinin içindeki dansına başladığında Reha konuşmaya devam etti.

“Biraz önce gittik yanına ama Burak isimli şahıs bizi içeri sokmadı. Sanırım arkadaşımın nişanlısında gözü var.“

Kadının ağzından fırlayan kahkahaya galiba önce kendisi şaşırdı. “Yok be, o bizim Ateş’teki fizyoterapist.”

Hoba.

“Ateş?”

“Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi.”

“Ha tamam, ama yine de sokmadı işte bizi odaya.”

“Ben konuşurum onunla. O yavrucak on beş yaşından beri onun bakımında.” Sonra kaşları çatıldı. “Ne ara nişanlısı olmuş ki kuzunun o durumda?” Şüphe kadının içine yerleşmeden müdahale etmesi gerekiyordu.

“Aşk işte. Bir anda oldu. Kalyon Otel’de. Naz’ın durumunu arkadaşım hiç umursamadı.” Kaşlar indi, merakla Alp’e bakıldı. Yüze yine o anne şefkati hâkim oldu.

“Kısa bir sürede birbirleri için yaratıldıklarına karar verdiler ve her zorluğa birlikte göğüs germeye ant içtiler.”

Kadının gözlerinden geçen ifadeler muhteşemdi. Sanki acıklı bir film seyrediyordu.

“Tüh tüh tüh, görüyor musun?”

“Naz arkadaşıma her şeyi de söylememiş. Ameliyat olacağını bilmiyordu mesela.”

“Vah vah vah.”

“İyileşip dönmeyi planlamış olmalı ama arkadaşım tesadüfen öğrendi bu ameliyat işini. Hemen koştu hastaneye.”

Bu kez ne vah vardı ne tüh. Suskun bir keder… O kadar.

“Lütfen.”

Alp’ti. Sessizce yanlarına gelmiş, hemşireye yalvarırcasına bakıyordu.

“Lütfen söyleyin. Naz’ın neyi var?”

Hemşirenin gözleri bir süre Alp’in ruhuna süzüldü. Baktı… Gördü… Üzüldü.

“Gelin benimle.”

O önde, iki erkek arkada… Umutlu olmayan bir yürüyüş sonunda içinde bir kanepe bir masa bir dolap ve iki sandalye olan bir odaya girdiler. Adamlar kanepeye, hemşire masanın arkasındaki sandalyeyi iterek yanlarına oturdu. Nereden başlayacağını bilmiyordu. Aslında hiç başlamak istemediği hikâyelerdendi Naz. Ama bu oğlan… Onun bilmeye ihtiyacı vardı.

“Naz on beş yaşında geldi bize. Annesini de kanserden kaybettikleri için babasının belirtileri tanıması en büyük şansıydı.”

Kanser… Naz kanser mi?

“C5-C7 de kitle saptandı. Ependimom.”

Korku bütün hücrelerini felce uğratırken Alp kadını durdurdu. “Onlar ne?”

“Omurgada yedi tane boyun omuru var. C5 ve C7, adres gibi, bunların hangi omurlar olduğunu anlarız öyle. Ependimom da merkezi sinir sistemi tümörü demek.”

Eliyle uzanıp Alp’in boynunda bir yeri tuttu. “İşte tam burada.”

Kadın elini çektiği an Alp götürüp yokladı boynunu. Sanki anlayacak, sanki anlarsa çaresini bulacaktı. Naz kanserdi. Naz’ın boynunda… tam burada tümör vardı. Tümörler alınınca geçerdi, değil mi? İyileşilirdi. Yani bir personel için de göğüs kanseri demişlerdi, tümörü almışlardı, kadın yaşamaya devam etmişti. Yani tamamen iyileşiliyordu… Değil mi? Kadın on sene önce ameliyat olmuştu. Şimdi evlenmişti. Çocuğu bile vardı. Değil mi?

“Gamma Knife tedavisi uygulandı. Tümörün büyümesi durduruldu ama tabi ki bu, hastanın normal yaşama sahip olması anlamına gelmedi. Sadece normale benzetildi. Bacaklarda spastisite nedeniyle bakım gerekiyordu. Aile tam zamanlı bir fizyoterapist ile anlaşıp hastanın yaşam kalitesini iyileştirmeye çalıştı. Ağrı dayanılmaz olmadığı ya da tümör büyümediği sürece ameliyat yapılmayacaktı. Çünkü hem tümör tekrarlayabilirdi hem de hasta ameliyatta ölebilir ya da felç kalabilirdi.”

Anlamadığı kelimeler vardı. Ama zaten anladığı kelime yoktu. O yüzden sorup da sonucu öğrenme anını geciktirmek istemedi.

“İki gün önce ameliyatı yapıldı.”

“Hani… hani yapılmayacaktı?”

“Hasta fikrini değiştirdi. Ameliyat çok başarılıydı ama…”

Ama?

“Hasta anoksik kaldı.”

“Anoksik?”

“Beyin oksijen alamadı.”

İyi değildi. O iyi bir şey değildi. Her canlı oksijene ihtiyaç duyardı. “Yani?”

“Oksijensiz kalmak beyinde hasara neden oldu. Şu anda Naz Ural’ın kontrol edebildiği tek uzvu gözleri.”

“Anlamadım?”

Anlamamıştı gerçekten. Reha’nın dehşet içerisinde kadına baktığını da görmemişti. O ne demekti ki? Kontrol edebildiği tek uzuv…

Kadın Alp’in şok öncesi kendisini korumaya aldığını anlıyordu. Alp duymuştu. Kelimeleri bilmişti. Sadece bilincine işleyene kadar zaman kazanıyor, fazladan birkaç nefes alıyordu. Bu yüzden başka bir açıklama yapmadan bekledi. Adamın yüzünden bütün kanın çekilmesini… Ağzının açılıp kapanmasını… Nefesin durmasını… Gözlerin içindeki anlamın boşalmasını içi acıyarak seyretti.

“Ama düzelecek, değil mi? Şu anda dediğinize göre… geçici bir şey?”

Reha’nın cılız sorusuna da uzunca bir süre sessiz kaldı. Bundan sonra hasta yakınları söylenen cümleyi yumuşatacak, önemsizleştirecek, dışlayacak şekilde sorulara yönelirlerdi. Bu, onların durumu kabulden önceki son çırpınışları olurdu. “Tıpta kesin konuşmak çok doğru değil. İyi bir bakımla Naz Ural’ın boyun bölgesine hareket kazandırılabilir sanki. Daha fazlası için dua etmekten de vazgeçmeyin. Allah’tan umut kesilmez.”