Vurucu Bölüm 10

Vurucu Bölüm 10

[Ajan]

Alp aradığında, Aron Kohen onu hemen hatırlamıştı. Babasının tüm malları üzerine yapmaya karar verdiği o otelde hayatı değiştiğindendi belki. Vefat eden ablasının kocasını iki sene önce o otelde tuş etmiş, çocukların hakkını babaları iç etmeden onlara teslim edeceğine babasını orada ikna etmişti. Şimdi her şey kontrolünde ve yeğenleri de güvendeydi.

Bütün bunlar olurken Alp Kalaycı bilmeden destek olmuştu Aron’a. “Size imreniyorum,” demişti restoranda otururken. “Baban seni seviyor, sen her adımında önce onu düşünüyorsun.” Bir yabancı hakkında sıradan bir gözlemdi yaptığı ama o sırada tekerlekli sandalyesiyle restorana getirilen baba Kohen duymuştu bu sözleri. O gün, “Torunlarım sana emanet oğlum,” demiş ve avukatına gerekli talimatı vermişti. “Onları babalarından anneleri kadar özenle koruyacağına inanıyorum.”

Genelde yüzeysel sohbetler yapmış olmalarına rağmen Aron Alp Kalaycı’nın yalnız bir adam olduğunu görmüştü. Babası ile ilişkilerinde kök olmadığını, dünya üzerinde tek başına yeşermeye çalıştığını… Ona bakmak, ne kadar şanslı olduğunu tekrar tekrar görmek demekti. Bu yüzden, telefonun ucunda onu bulduğunda, kendi ailesine duyduğu koruyucu güdüler Alp Kalaycı’yı da içine almıştı.

Hayatını değiştirmeye karar verdiğini ve bunu farklı bir ülkede yapmak istediğini söylemişti Alp ona. Sağlam bir insandan sağlam bir öğüt alabileceğini düşündüğü için aradığını da eklemişti. Başlamak için hangi ülkeyi önerirdi?

Hiç düşünmedi Aron Kohen. “Adresi gönderiyorum. Hazır olduğunda doğrudan bana gel. Evin, işin, ailen. Hepsi olacak burada.”

Telefonu kapattıktan sonra dakikalarca oturduğu koltuktan kalkmayı başaramamıştı Alp. Bir adam. Dünyanın herhangi bir ülkesinden herhangi bir adam. Ne kan bağı, ne hemşerilik, ne borç harç… Alp’e babasının bir kez olsun uzatmadığı eli vermişti. Böyle bir yüce gönüllülüğün olduğu ailede insanlar mutlu olmayı öğrenerek büyüyor olmalıydılar. Mesela düşse, birisi kaldırırdı mutlaka. Ya da kavga etse, sırtını kollayan biri çıkardı herhalde. Gece üstü açılsa örten biri olurdu. Hoş bir şey olmalıydı. Yumuşak bir el. Üstünü örtüp saçlarını da okşasaydı… Gözyaşlarını silseydi… Uykuda hisseder miydi?

Hoş, gözyaşını tanımamıştı Alp. Ağlamayı bilmezdi. Ağlayarak bir şey elde etmeyi umanlar ağlardı sadece. Kıvırcık gibi. O alışık olmalıydı istediklerini gözyaşıyla elde etmeye. Nasıl ağlamıştı o gün… Arsızca değil, sessizce. Damlalar dolu dolu inmişti yanaklarından aşağı, burnu da hemen kızarmıştı.

Neyse ki on gündür yoktu ortada da kurtulmuştu Alp’in gazabından. Hoş şimdi düşünüyordu da… Onunla biraz eğlenmek güzel olurdu aslında. Ağlatıp ağlatıp öperdi kızı. Öyle yaptığında dünyaları vermişsin gibi hissediyor, hemen sokuluveriyorlardı. Önceden karşı çıktıkları ne varsa hepsini gönüllü veriyorlardı.

Alp sekste eşitliği tercih ederdi ama kadınlar eşit kalmayı başaramıyorlardı. Sadece zevk almaya yönelik yaşamadıkları için belki, oyun oynamaya başladıkları an ezilmeyi hak ediyorlardı. Alp de dürüst olmayan herkesi zevkle eziyor, tüm açıklarını kullanıyor, istediğini alıp sonra onları yok ediyordu.

Naz’a da bunu yapacaktı. Kız almamıştı Alp’i içine. Bekâreti kıymetli gelmişti son anda. Tabii Alp salak gibi önceden boşaltmıştı onu. Bir dahaki sefere, kız yine aynı oyunla kendisine geldiğinde ikiyüzlü bekâretini hoyratça parçalayacak, sonra da kanı daha bacak arasında kurumadan çekip gidecekti.

Alp o anda Naz’a bunu hemen yapmayı çok ama çok istedi. Dudaklarının tadını, genç olmanın gururuyla havaya dikilmiş göğüslerini ve ona dokunurken laciverte dönen gözlerini unutmamıştı. O bedende doyuma ulaşmadan unutmazdı.

Kız yoktu ortada. Otelle ilişiğini kesmiş olabilirdi. Alp inatla bakmamıştı kayıtlara. Ama artık sadece havuzda sevişiyordu kadınlarla. Gözü etrafta… Öğlenleri yemek yemese de restoran girişine yakın işi oluyordu çoğunlukla. Akşamları erkek güzelinin kulüpte olup olmadığını mutlaka kontrol ediyordu. Sorun çıkarmasın diye tabii. O da yoktu ama. İkisi de yoktu. Gitmişlerdi.

Alp yüzünden olmalıydı. Garezi olduğu kişiye babası gibi bakıyorsa eğer, kız arkasına bakmadan kaçmış olmalıydı. Bazen babasının kendisine de öyle baktığını hissederdi. Düşman gibi. Ne düşünürdü acaba o an? Annesini mi? Oğlunu ona mı benzetirdi? Annesinin fotoğrafına çok bakmazdı Alp ama galiba o babasına çekmişti. Yine de Ziya Kalaycı gurur duymazdı bundan. Nefret ederdi. Gözleri karşılaştığı an başını çevirip suratını düzeltir, sonra kayıtsız gözlerle dönerdi yeniden. Sanki ilk defa o an görmüş gibi başıyla selam verirdi oğluna.

Oğluna… Başıyla selam… Oysa Aron Kohen eğilip gözlerinin içine bakıyordu babasının… Gülümsüyordu adama… Adam da ona gülümsüyordu. Yürüyemese de gülümseyebiliyordu.

“Kim rezervasyon yaptırdı bil bakalım.”

Alp’in yanındaki koltuğa kendisini bırakan Reha’nın yüzünde muzip bir gülümseme vardı. Geldiğinde sevineceği kimse olmadığından sadece baktı adama. Reha da devam etmek zorunda kaldı.

“İkizler.”

Gözlerini devirdi.

“Seni ikna turu düzenlemiş olmalılar.”

Alp’in aradığı diğer beş kişiden biriydi ikizlerin babası. Aron Kohen ile kararını çoktan vermiş olsa da, Reha onun elinde başka seçenekler de olmasını istemişti. Bir kez yurt dışına çıktıktan sonra geri dönüş olmayacaktı çünkü. Gemiler yakılacaksa, öncesinde suya birkaç kurtarma botu bırakmanın sakıncası yoktu.

“Beni görebilirlerse denerler.”

“Haftaya buradalar. Seninki de giriş yaptı biraz önce yine.”

Göğsünün ortasına biri vurdu sanki. Ardından uzun bir sessizlik oldu ve yavaşça normal ritminde atmaya geri döndü kalbi. Numara yapıp sormadı, sessizliğini korudu. Kim olduğunu biliyordu.

Demek Japon balığı da geçmişe gömülmüştü. Alp kızla işini halletmiş olmalıydı. Ama yine de gözlerinde olması gereken muzipliğin olmadığını Reha kaçırmadı. Bir süredir genç adam fazla düşünceli görünüyordu zaten. Hayatı değişecekti, evet. Amerika’ya gittiği an tamamen tek başına olacaktı. Parasız, Reha’sız… Ama parasız olması bile Reha’nın bildiği anlamda parasızlık değildi ki.

Reha için bu, ekmek alamamaktı. Oturduğu evden çıkarılmak. Faturayı ödeyemediği için elektriğin kesilmesi. Ya da… Dişi ağrısa bile annesinin doktora gitmemesi.

Alp ise yıllardır babasının kendisine uyuşturucu ve kumar için cömertçe verdiği parayı bir kenarda biriktirmişti. Bunu da Reha ile planlamışlardı. “Al,” demişti Reha arkadaşına. “O adam sana ne verirse al. Bu senin hakkın. Ama harcama. Onun beklentisini görüntüleyerek yaşa ama aslında ne olduğunu ona gösterme.”

Ortamlara girdikten sonra peşini bırakan korumalar Alp’in içeride sadece insanları seyrettiğini bilmemişlerdi. Ya da uyuşturucudan sızmış gibi kapandığı bir odada ders çalıştığını… Reha yurt dışında bir banka hesabı açtırmıştı ona. Biriken her kuruşu kendi hesabına yatırır, oradan Alp’inkine gönderirdi. Bu kadar önlem gerekli miydi bilmiyorlardı aslında ama bir paranoyak gibi yaşamak ikisine de güvenli gelmişti. Çünkü Alp’in tek bir zayıf anına bakardı mahvolması. Bazı şeylerin dönüşü olmazdı ve onu artık Reha da kurtaramazdı.

Şimdi, Reha ve annesine hayatlarının sonuna kadar yetecek bir miktar olan o para ile Alp yurtdışında bir ev alabilir ve kalanını güvence olarak kenarda tutabilirdi. O yüzden onun aklını kurcalayan şey gelecek kaygısından farklı bir şey olmalıydı.

Sormayacaktı. Yine de şu an genç adamın bedenindeki enerjinin bu oda için fazla olduğunu hissedebiliyordu. Aklını kurcalayan her neyse, onu çözmeden rahat etmeyeceği belliydi. On dakika kadar sonra “Biraz hava alacağım ben. Görüşürüz.” diyerek odadan çıkması bu yüzden hiç sürpriz olmadı.

Tıpkı Reha’nın tahmin ettiği gibi kabına sığamıyordu Alp. Kıvırcık söz konusu olduğunda beklemekten sıkılmıştı. Onunla hesabını görmeli ve sisteminden sonsuza dek atmalıydı.

Reha’nın kendisine merakla baktığı gözünden kaçmış değildi. Adam tam bir kontrol manyağıydı ama Alp bundan rahatsız olmazdı. Bir ailesi olsa nasıl bir hayatı olacağına dair ipuçlarını onun bu davranışlarında bulur, derinlerde bir yerde kendisini güvende hissederdi.

Geleceği konusunda Reha’nın sandığı kadar kaygılı da değildi ama Alp ne dese arkadaşını ikna edemeyeceğini biliyordu. Reha’nın hayatı korku üzerine kuruluydu, Alp’inki ise aldırmazlık üzerine… Başına gelebilecek en kötü şey ölmekse, bu Alp’in umurunda olmazdı. Ama Reha ölemezdi çünkü bakması gereken bir annesi vardı. Hangisinin daha iyi olduğunu bilemedi. Ölümü umursamayacak kadar yalnız olmak mı, korku içinde yaşayarak sevmek mi?

Resepsiyona yürürken kimi aradığını biliyordu. Otelin teknik müdürünün oğlu Umut. Henüz on dört yaşında olsa da otelin tüm girdi çıktısına hâkimdi. Kendisine verilen işleri yapar, kaptığı bahşişlerle de harçlığını çıkarırdı.

Patronun kendisini çağırdığını gören Umut’un içi neşeyle doldu. Alp Kalaycı’yı severdi. Onun için çok komik işler yapar, sıkı da bahşiş alırdı. Adamın hangi misafirlerle karşılaşmak istemediğini Umut bilir, ona rota çizerdi. “Restoran ve havuz 2 kırmızı alarm! Çift havuz serbest!”

Ama Alp Kalaycı’nın bulunduğu yerlere girmesi yasaktı. O neredeyse, Umut onun olmadığı yerlerde olmak zorundaydı. Anlaşmaları böyleydi. Nedenini anlamasa da bunun için ayrıca bahşiş aldığı sürece umurunda değildi.

“S1’deki kıvırcık.” dedi patron. Yani…

“Kucak kızı.”

“O ne lan!”

Hayda, sinirlendi mi patron? E ne demişti ki? Kucak kızıydı işte o.

“Arnold onu hep kucağına alıyor ya, ondan.”

“Arnold kim oğlum?”

“Sevgilisi yok mu?”

Niye böyle yiyecek gibi bakıyordu ki şimdi patron?

“Sen müşterileri mi dikizliyorsun!”

Ya ne alaka!

“Yok abi, ne duyduysam o.”

“Ne duydun?”

“Arnold kızı çok yoruyormuş, kız da bu yüzden hep uyuyormuş, Arnold o uyurken gidip başka kızları yoruyormuş.” Patronun buna gülüyor olması gerekmiyor muydu?

“Arnold onu her yerde kucağına alıyormuş, kız indir dese de indirmiyormuş.” Soluk almak için durakladığında patronun tepkisine baktı. Asık bir suratla devamını merakla bekliyordu. “Kulüpte dans ederlerken Arnold yine kızı kucakladığı gibi dışarı çıkarmış. İşin aslını o zaman İsmet Abi anlamış. Öğleden sonra yorduğu kadınlardan biri daha pistteymiş. Bizimki mağara adamına bağlayıp kızı ortamlardan böylece uzaklaştırıyormuş.”

E hadi, neden gülmüyordu? Komikti ama bu!

“Kıvırcığın da Arnold’un da her saniye nerede olduğunu bileceksin.”

Hops. İkisi birden nasıl olacaktı? Yanına adam alması lazımdı. Kime güvenebilirdi ki? Belki Mine Teyze’nin oğlu Samet. Ama bahşişi paylaşmazdı!

“Tamam, kızın olduğu yer kırmızı alarm.”

Başını iki yana salladı Alp Kalaycı.

“Bu sefer değil oğlum. En azından şimdilik değil.”

Vay. Keman sesleri miydi o? Patron paçayı kaptırıyor muydu?

Where do I begin to tell the story of how great a love can be.[1]

“Tamam patron. Sen ne dersen o.”

“Peki, neden hala buradasın?”

Yerinden fırladığı an patron arkadan bağırdı. “Telsiz al yanına!”

Umut için karlı bir iş oldu kucak kızı… Prenses üç gün odadan çıkmadı. Samet süit odanın kapısında bir avuç çikolataya beklemeyi kabul etti. Çikolatalar açık büfedendi. Umut sıfır maliyetle işçi çalıştırmanın tadını aldı. Arnold üç gün boyunca gündüz kızı akşam başka kızları yordu. Tabii Umut bu yorulma olayına şahit olamadı çünkü odaya ya da kulübe girmesinin yolu yoktu. Kulüpte içeriden bilgi aldı.

Dördüncü gün kahvaltıya inmek için odadan çıkan kızın güzelliği karşısında bir süre neden orada olduğunu bile unuttu. Arnold kızı hiç boş bırakacak gibi görünmüyordu. Hemen sülük gibi yanaştı o güzelliğe. Patron önce bu adamı öldürse iyi olurdu.

Onlar asansörle inerken Umut merdivenlerde rekor kırdı. Kahvaltı salonuna yetiştiğinde nefes nefeseydi. O yüzden Alp Kalaycı’ya haber vermek için telsizin mandalına bastığında sadece “Kahvaltı” diyebildi.

On dakika sonra Alp Kalaycı bir sarışınla birlikte restorana girdi. Kadının elleri yürürken bile Alp’in üzerinden ayrılmıyordu. Onlara bakarken Umut’a fenalık geldi.

On dakika sonra kapıdan başını uzatıp içeriyi kolaçan etti. Patron kucağındaki o sarışınla kahvaltı edebiliyorsa bravoydu. Iykk. Kadın elleriyle patrona peynir falan yediriyordu.

Yan masada da Arnold ile kucak kızı oturuyorlardı. Arnold’un arkası dönüktü, yüzü görünmüyordu ama kız galiba hasta falandı. Yüzü çok beyazdı. Ve patronun masasına bakıyordu. Patron da ona bakıyor, bir yandan da artık kucağına tünemiş olan sarışının elinden kahvaltısını ediyordu. Umut kesinlikle büyümek istemediğine karar verdi.


[1] Bir aşkın ne kadar büyük olabileceğinin hikâyesini anlatmaya nereden başlayayım? Love Story – Aşk Hikâyesi filminin şarkısı.