Tünel Bölüm 65
İnerken motoru doğrudan yere attı Emre. Durmayı bile beklemedi. Yan yatmış siyah at, boşta dönen arka tekeriyle, korkuluklara koşmakta olan adama şans diler gibiydi.
Daha, aşağı bakmadan korkudan donakaldı. Çok derindi. Bakanın başını döndürecek kadar derin. Aşağıya düşecek bir aracın içinde kimsenin sağ kalamayacağı kadar uçsuz bucaksız. Ve Mira’yı Emre’den koparacak kadar acımasız.
Paniğin beynine hâkim olmasına izin verme lüksü yoktu.
Emre’nin Mira ile ilgili hiçbir konuda lüksü olmamıştı zaten.
Kenara yaklaşıp minibüse baktı. Mira, başını dışarı çevirmiş, aşağıyı seyrediyordu. Sakindi. Kabullenmiş gibi… Yine.
Ama bu kez, Emre’nin kabullenme lüksü de yoktu.
Zemini inceledi. Ağaca kadar beton, sonrasında topraktı. Ağaç betondan kaçmak istemiş, boşluktan önce bulabildiği tek toprak parçasına sığınmıştı. Şu anda düşman topraktı, çünkü üzerindeki her şeyle birlikte kendini aşağı bırakmak istiyordu. Ağacın gövdesine yaslanmış olan minibüsle birlikte, Emre’nin tüm varlığını da beraberinde götürecekti.
Minibüsü inceledi. Tamponundan sarkan bir halat, alay eder gibi yerde sürünüyordu. Sanki bağlanabileceği bir yer varmış gibi. Sanki o koca minibüsü tutarak Mira’yı Emre’ye getirecek bir gücü olabilirmiş gibi.
Hoş Mira’yı Emre’ye hiçbir şey getirememişti ki… Aşkın bile, bu halat kadar gücü olabilmişti ancak.
Kalabalıktaki adamlardan biri yanına gelip “Abem,” dedi… Cekecedik halatınan torpah kayii.”
Boş gözlerle baktı adama.
“Na şordaydı,” diye gösterdi bir yeri… “Cikavedik veledleri. Bacı kaadı. Cekecedik na şoraya.” Yolun bir bölümünü gösterdi… “Cöküvedi, gidivedi.”
Mira idi o… Giderdi. Onu kimse hiçbir yere çekemezdi. Adam nereden bilsindi…
Minibüsün tam yukarısına denk düşen alanı gösterdi adama. “Boşaltın burayı. Kurtarma aracı gelecek. Ben aşağı iniyorum.”
***
Çok mu derindi acaba aşağısı? Buradan tam görünmüyordu. Ama gökyüzünü görebiliyordu. Keşke bir kuş sürüsü geçseydi. O zaman, ruhu onların arasına karışıp gidebilirdi.
Bir kayma daha olunca bu sefer irkilmedi. Artık bedeni tepki göstermekten vazgeçmişti. Sadece bekliyordu. Son bir kez kayıp sonra bir kuş olmayı…
Bütün işlerini halledip bavulunu toplamış bir yolcu sakinliğindeydi. Ailesiyle vedalaşmıştı. Emre’den özür dilemişti. Onun sesini yüreğine biriktirmişti. Gidebilirdi.
Bu kez, aşkı bilerek ölecekti. Dokunmanın, tatmanın, koklamanın anlamını bütünleyen aşkı… Bu kez, eksik ölmeyecekti.
Keşke telefonun şarjı bitmeseydi. Emre’yi dinleyebilirdi… Yere çarptığında belki canı da acımazdı o zaman… Kuşların arasına süzülürken onun sesini duymaya devam edebilirdi…
‘Geliyorum,’ demişti Emre. Buraya gelinemeyeceğini bilemezdi. Mira buradan sonrasına tek başına gidecekti. Hem, yolculuğa yalnız çıkabilecek kadar da büyümüştü, değil mi?
“Mira!”
Emre’nin sesi… Kalbinde mi? Anılarında mı? Kendisini çağırıyordu. Gidebilseydi, bunu koşarak yapardı.
“Mira, bak bana. Buradayım.”
Emre?
Yapabildiği kadarıyla başını arkaya çevirdi. Emre! Dışarıdaydı! Gelmişti! Onu bulmuştu! Ve yüzü… sapsarıydı.
Canım. Ne güzelsin. Korkma aşkım. Önemli değil. Sadece öleceğim. Hem de seni bir kez daha görebilmiş olarak…
Ama keşke gelmeseydin. Aklında en son aşağı düşerken değil, sokakta yürüyüp giderken kalsaydım…
“Seni oradan çıkaracağım Mira!”
Yapamazdı. Ümidin zerresini barındırmayan gözleriyle başını salladı.
“Lukas gelecek birazdan. CaravE’de minibüsü yukarı çekip seni oradan çıkaracak her şey var Mira.”
Vakit yoktu ki. Ümidi boş verse… Susup sadece kendisine baksa…
Bunun yerine Emre aracın ve zeminin her noktasını inceliyor, eğiliyor, yere yatıyor, dönüyor, kalkıyor, küfür ediyordu… Çaresiz bir insanın denizde yılan araması gibi en olmayacak şeylere bile umutla atılıyordu.
Ve Mira susamışçasına onu seyrediyordu. Bırak hepsini. Bana bak. Gözlerini ver bana.
Yer bir kez daha hareketlendi.
Panik… Çaresizlik… Perişanlık… Emre durdu. Durup Mira’ya baktı. Önce kabulleniş geldi, ardından huzur… Zaman akmayı bıraktı, gergin kaslar yavaşça gevşedi. Mücadele etmeyi bıraktı. Ölüm buradaydı. Hemen yanı başında… Gözünü de Mira’ya dikmişti.
Tüm hücrelerine hâkim olan bir kararlılıkla minibüse doğru ilk adımını attı. Mira önce anlamadı, sonra dehşetle haykırdı. “Ne yapıyorsun!”
Gülümsedi Emre. Bir adım daha…
“Hayır, hayır, hayır, gelme!“
Bir adım daha.
“Gelme, lütfen gelme!” O güvende olmalıydı. Daha fazla yaklaşmamalıydı. Emre dinlemiyordu. Kendisi hareket edemiyordu. Çaresizlik canını acıtıyordu.
Kızın gözlerindeki yakarışı gördü adam. Yaşların inci gibi damlayışını… Hıçkırıklardan sesinin çıkmayışını… Ama onu Mira bile durduramazdı.
Yaklaşmıştı. Bir adım daha… Elini uzatıp kapıyı açtı.
İçerideydi.
Emre bekledi. Mira bekledi. Toprak bekledi. Bir adım sonrasında kız adamın kollarındaydı.
“Bensiz ölebileceğini mi sandın sen?”
Başını adamın boynuna gömüp kokusunu derin derin içine çekti Mira.
“Gitmelisin Emre, yalvarırım git.”
Yüzünü kavrayan parmaklarla başı geriye gitti. Emre’nin gözlerinde kayboldu.
“Senden başka gidecek yerim yok benim.”
Hiçbir şey düşünemedi. Gülümseyen dudaklar önce burnuna, sonra ağzına dokundu. Öpmedi. Dokundu. “Seninle yaşayamıyorsam eğer, ben de seninle ölürüm.”
Toprağın sarsıntısını bu kez hissetmedi Mira. Dudaklarının birbirine dokunuşundan başka bir şey yoktu. Sıcak, ait…
Sert bir metal sesi minibüsü sarstığında, irkilmediler. Dönüp bakmadılar. Sadece birbirine dokunan dudakları vardı. Yumuşak… istekli… sahiplenici…
Dünyanın en güzel tadıydı bu. Diliyle de dokunmak istedi kız, dokundu. Yumuşaklığı ağzının içinde istedi adam, sokuldu.
Dış dünya bitti. Ölüm bitti. O bir günü yeniden yaşamanın mutluluğuyla iki kelebek dans etti. Yalansız… Beklentisiz… Ölümsüz…
Toprak betondan ayrılıp kendisini aşağı bıraktığı an, ağaç kayboldu gözden… Ardından da minibüs heveslendi. Birbirine sımsıkı sarılan iki beden, ölümle ilgilenmedi.
Yana devrilen minibüsün betona sürtünürken çıkardığı yanık cızırtı… bacaklarında hissettiği acı… sürüklenme… sürüklenme… Sağa sola savrulurken Mira’dan ayrı düşmemeye çalışan Emre… Mavi gözlere gülümsemekten hiç vazgeçmeyen Mira… Sonra her şey durdu
Mavi gözler… Yeşil gözler… İçlerindeki hareler… Pırıltılar… Ölüm buysa zaten ikisinin de istediği başka bir şey yoktu.
“Seni seviyorum,” dedi Mira. Belki Emre duyardı.
***
“Çıkmayı düşünmüyor musunuz?”
Lukas?
Başını çevirip sesin geldiği yere baktı. Lukas yukarıda, camdan ikisine bakıyordu. Gözleri fal taşı gibi açılarak Emre’ye döndü. “Ölmemişiz!”
Emre’nin umurunda değildi. O Mira’ya sarılmış, kızı seyrediyordu.
“Yine mi becerememişiz?”
Gülümsedi Mira. Sonra eğilip Emre’nin dudaklarına bir öpücük bıraktı.
Belki de Emre ölmüştü, Mira’nın haberi yoktu.
O andan sonra Lukas kendisini yukarı çekerken, minibüse inip Mira’yı sıkıştıran demirleri keserken, onu kucaklayıp yukarıda bekleyen Emre’ye verirken, ambulansı beklerken… hep gülümsedi Emre.
Mira’nın bacakları ezilmişti. Çok değil… Morartacak ve bir süre ağrıyacak kadar… Umurunda değildi. Yine de eve göndermedi onu doktor.
Aslan geldi… Lukas geldi… Gamze geldi… Geç saatte Cihangir bile geldi.
Mira sadece Emre’yi gördü. Sessiz… Bekleyen… Ümit etmeye cesaret eden…
Herkes gittiğinde, oda bile sustu. Emre’nin salise olsun ayrılmayan bakışları altında utandı. Elleriyle çarşafı kırıştırdı, düzeltti.
Sonra yüzü kızardı… Boğazındaki gıcığı temizlercesine öksürdü. Derin bir nefes aldı.
“Hiç flört de etmedim ben.”
Ne?
“Onu da yapmam lazım.”
Flört etmek! Kiminle!
“Elele yürümek falan… Sinemaya gitmek.”
Kiminle!
“Akşam işten alınmak… Arkadaşlarla gittiğim barda çift olmak…”
Bunları kendisinden başkasıyla yapabileceğini düşünüyorsa çok yanılıyordu Mira Hanım.
“Yan yana sandalyelerde oturup masanın altından gizlice el tutuşmak…”
Adamın çatılan kaşlarına bakıp hemen kaçırdı gözlerini.
“Arada bir iki öpücük de olabilir tabii.”
Yok. Emre bu gece katil olurdu.
“Söz yüzüğüm olacağını düşünmüştüm bir de. Erkek arkadaşımda ve bende…”
Gözlerini ellerine indirdi. “Hani görenler anlardı… Bunlar kalplerini vermişler birbirlerine, diye.”
Sonra bakışlarını Emre’nin ellerine dikip sustu.
Gizliden bir gülümseme Emre’nin yüreğini ele geçirdi.
“Sen şimdi bana çıkma mı teklif ediyorsun ufaklık?”
Ve suratına yastığı yedi.
“Pis.”