Tünel Bölüm 64

Tünel Bölüm 64

Karşılıksız aşkı deneyimlemiş olan Mira, şimdi de terk edilmenin nasıl bir duygu olduğunu öğreniyordu. Çünkü Emre yaşamından çıkıp gitmişti.

Dayısıyla görüşüyordu ama. Lukas ile birkaç günde bir Ankara’ya gittiklerini de ondan öğrenmişti zaten. Bazı akşamlar üçünün birlikte program yaptıklarını da biliyordu. Ama ne onlar eve geliyor ne de Mira o buluşmalara davet ediliyordu…

İki hafta boyunca okulun kapısından her çıkışında siyah atı görme umudu vardı. Etek giydiği günlerde, her ihtimale karşı diye çantasında bir pantolon bile taşıdı. Ama Emre gelmedi.

Artık onun kendisini özgür bıraktığından emin olmuştu. Özgür olmak… ne demekse? Mira bir daha hiç özgür olmayacaktı ki. Yüreği her zaman Emre ile dolu olacaktı.

Öldüğünde, organlarını bağışlamalıydı. Belki o zaman kalbi başka birisini sevmekte özgür olurdu.

Terk edilmek, karşılıksız âşık olmaktan daha sarsıcıydı sanki. Karşılıksızda tek başına olduğunu bilirdin. Sevsen sana, sevmesen sana, ağlasan gülsen hepsi sanaydı.

Terk edilmek ise, yaşanma ihtimali olan zamanı elinin tersiyle itmenin bedeliydi. Keşkeler barındırıyordu. Acabalar hiç bitmiyordu. Gülse Emre de gülecekti, biliyordu. Oysa Mira yüzünden Emre de gülemiyordu.

Elinde bir yanda doğrular olacak, diğer yanda ideale en yakını bulma yolunda kenara atmış olduğun insanlar…

Hata yaptığını biliyordu. Emre ile bir hayatı paylaşma şansını çöpe atmanın yanlış olduğunu da… Sadece… Emre’ye duyduğu aşk onun için öylesine kutsaldı ki soru işaretiyle kirlenmesini göze alamıyordu.

Kutsal. Mutlak doğru… Öyle bir şey olabilir miydi gerçekten yoksa kendisini mi kandırıyordu? Kendisi aslında, aşkına kutsallığı yakıştıran ufaklık olabilir miydi? Büyümek, mükemmelden ödün vermek miydi? Ya da yetinmeyi seçebilmek?

Galiba mutlak doğru değil, mutlak yalnızlık vardı. Hatalarla harcanan hayatlar, bir hiç uğruna yitirilen insanlar…

O tünelde ölmek en büyük ödülü olurdu. Hayattan alabileceğinin en fazlasına o gün sahip olabilmişti. Sonrası anlamsızdı.

“Mira Hocam, Cihangir Hocam pazar günü dönebilecekmiş, yarınki programları siz halledecekmişsiniz.”

Düşünmekten yorulan beyni, günlük bir konuşmayı algılamakta zorlandı. Yarınki program. Tamam. Yarın sadece doğa gezisi vardı. Çocuklarla 200 km’lik bir turlama… Sekretere gülümseyip başını salladı. “Sabah onda çıkacak şekilde servisi organize ederim ben.”

Eve giderken yolun son kısmını yürümek istedi. Tesadüfen üç alt sokaktaki pansiyonun önünden geçen durakta indi. Önünde bir sürü insan vardı, Emre yoktu.

Emre yoktu. Emre yoktu. Her adımında bu gerçek beynine biraz daha yerleşti. Omuzları düşük, başı öne eğik sürünürcesine siteye ulaşmaya çalıştı.

“Mira.”

Emre?

Hızla arkasına döndü. Ah Tanrım. Taptığı o mavi gözler… Dili tutuldu, boğazı kurudu. Öyle yalnız, öyle çaresiz baktı ki, Emre bir an uzak durmaya karar verdiğini unuttu. Zaten onu pencereden gördüğünde de aklına gelmemişti ki! Koşmuştu peşinden.

Konuşmadı. O konuşsun, sınırları çizsin, istedi.

Burada bir yere uğradım.

Gamze bu sokakta oturuyor.

Sitedeki markette yangın çıkmış, buradakinden ekmek almaya geldim…

Ama Mira da konuşmadı. O kadar perişan görünüyordu ki, Emre korktu.

“Emre.”

Bekledi Emre.

Mira’nın gözünden bir damla yaş kurtulup attı kendini kızın kederinden uzağa. Hayır! Hayır, hayır, hayır! Ağlama.

“Bana birazcık sarılır mısın?”

Adam cümleyi algılayabildiği an kollarının arasındaydı kız. Onu kendisine nasıl çekip sarıldığını bile bilmiyordu. Mira’ın gözyaşları birbiri ardına sıralanırken hiç konuşmadı Emre. Tüm sevgisini sundu ona.

Senin için her zaman burada olacağım ufaklık.

Ne kadar sonra, ikisi de bilemedi, Mira çekildi geri. Onu bırakmak zordu. Kolları açılmamak için çığlık attı, yine de bıraktı. Gözlerini kurulayarak gülümsemeye çalışan kızı seyretti.

“Özür dilerim. Kötü bir günümdeyim.”

Emre’nin her günü kötüydü.

“Bazen seni özlemekten ölecekmişim gibi oluyor. Sen başkasına aitken kolaydı. Uzaktayken de kolaydı. Ama şimdi bazen dayanamayacakmışım gibi geliyor.”

Kavuşma içermeyen bir aşk cümlesi. Aksine ıstırapla yoğrulmuş…

Sustu Emre. Hiç konuşmadı. Baktı. Özlemle, acıyla. Arkasını dönüp giden kızın fısıltısı bütün gece kulaklarını dağladı.

“Teşekkür ederim.”

***

Öğlene doğru çaldı Emre’nin telefonu. Ekranında görmek istediği o isim…

“Mira?”

Oturduğu yatakta doğruldu adam. Ses gelmesini bekledi. Biraz sonra duydu. Kısık, boğuk…

“Merhaba.”

“Merhaba.”

Ağlıyor mu?

“Ben özür dilemek istedim Emre.”

Neden? Hayır!

“Dileme. Ben anlıyorum seni. Neden yaptığını anlıyorum.”

Biraz hışırtı var telefonda. Burnunu mu siliyor? Ne yapıyor? Huzursuzlandı Emre. Lukas kaşlarını kaldırıp ne olduğunu sorduğunda sessiz olması için işaret etti.

“Seni çok seviyorum Emre. Bize bir şans vermediğim için çok özür dilerim.”

Kalbi hopladı bir an. Değiştirmiş miydi kararını? Ama sesi neden kaybetmiş insanları andırıyordu?

“Ben hiçbir yere gitmedim Mira. Sen ne zaman hazır olursan burada olacağım.”

Bir hıçkırıktan sonra “Özür dilerim!” demeye çalışan ses hala hışırtılar ardından geliyordu.

“Özür dileme Mira. Ben senin özür dilemeni istemiyorum. Bana gelmeni istiyorum.”

Çok sessizdi. Ortalık çok fazla sessizdi. Ve Mira’da gelen değil, giden bir insanın çaresizliği vardı.

Kalkıp odada dolaştı bir süre Emre. Sanki yer değiştirirse daha net duyacaktı.

“Gelemem.”

Hayır hayır, yanlış bir şey vardı. Emre sırtından aşağı bir ter damlasının süzüldüğünü hissetti. Mira gelemeyeceğini söylemek için telefon açmazdı. İçi korkuyla buz kesti. Ne oluyordu?

“Neredesin Mira?”

Yine bir hışırtı duyuldu… “Okul servisindeyim.”

Rahatlamak istedi adam. Servisteydi. Normal bir yerdi. Olmadı. İçinde deli gibi bir tedirginlik, yüreğini sıkıştırıyordu. Mira’nın sesinde veda vardı.

Derin bir nefes alıp dikkatini yoğunlaştırdı.

“Servis nerede Mira?”

Biraz daha beklemesi gerekti. Sonra o lanet olası cümleyi duydu.

“Bilmiyorum. Bir ağaca dayalı.”

Ne!

“Mira! Nerede olduğunu söyle!”

“Kayıyor Emre. Sanırım aşağı düşecek.”

“Çık minibüsten!”

Hışırtı… Minibüs kayıyor. Aşağı. Aşağı.

“Bacaklarım sıkıştı. Çıkamıyorum.”

Lanet olsun! Lanet olsun!

 “Mira, bana konum at. Hemen at. Lütfen.”

“Tamam ama seni seviyorum tamam mı? Gelemediğim için de çok üzgünüm.”

“Mira konum at!”

Montunu alıp çıkarken bir yandan da deli gibi Lukas’a bağırdı. “CaravE’yi çıkar. Konumu atacağım!”

Garaja koşup montu kaskı giydiğinde konum gelmişti. Hemen Lukas’a da gönderip motorla garajdan fırladı.

Kaskının kulaklığından Mira’nın sesini duymaya çalışırken, bir yandan da trafikte yola çıkmaya çalışıyordu.

“Mira, konuş benimle!”

“Annemleri aradım ben. Vedalaşmak için. Ama onlara bir şey söylemedim. Sen söyler misin? Onları çok sevdiğimi söyler misin?”

“Mira hayır! Geliyorum bebeğim. Birazdan oradayım. Uzak değiliz.” Uzaktı, ama motorla değil… Emre hayatının en büyük hızını o anda yapıyordu.

“Dayıma da söyle. Onsuz ben kaybolurdum.”

Söylemezdi. Söyleyemezdi. Mira ile ilgili hiçbir veda cümlesi kuramazdı.

“Mira.”

Sakin olmalıydı. Sesindeki panikle kızı korkutmamalıydı.

“Birazdan yanındayım bebeğim. Sakın korkma. Bensiz hiçbir yere gitmene izin vermem.”

Cevap vermedi Mira.

Konum bir viyadüğü işaret ediyordu. Emre gözü navigasyonda, sağ şeridi kapatmış, dörtlülerini yakmış uçuyordu.

Neden hiç ses yoktu? Artık hışırtı da duyulmuyordu.

“Mira! Konuş benimle!”

Sessizlik.

“Mira! Bir şey söyle!”

Sessizlik.

Bir damla yaş, Emre’nin korkusuna karışarak çenesine damladı.

Ağlama… Ağlamak için çok yüksek hızdasın. Mira bekliyor. Sakin ol. Sensiz ölmez o.

Sessizlik.

Önüme araç çıkmasın. Duramam. Mira ölmesin. Lütfen! Lütfen!

Yaklaşmıştı. Hızını azaltıp aracın olduğu noktayı kaçırmaması gerekiyordu. Sonra yol üzerindeki alışılmadık kalabalığı gördü. Bir kamyon. Etrafında insanlar… Küçük büyük bir sürü insan, aşağı bakıyorlardı. Ve orada… derin uçurumun hemen öncesinde, bir ağaca dayalı duran minibüsü seçtiği an, son’un anlamını kavradı.

Hızını biraz düşürdü. Kalabalığı tehlikeye atmayacak kadar. Onların yanına ulaştığında durabilecek kadar. Yüzlerini seçebildiğinde ağlayan çocuklar, üzgün büyükler gördü. Hepsinin yüzünde korkuyu gördü.

O kamyonet tünelde yanarak üzerine gelirken böyle korkmamıştı Emre.

Tüpler patlayarak tavana çarptığında da…

Tavan üzerine çöktüğünde de…

Hayır, ölmekten hiç korkmamıştı. Şu an Mira’nın ölmesinden korktuğu kadar, hayatı boyunca hiçbir şeyden korkmamıştı.