Tünel Bölüm 60
Gece uyuyamadı Mira. Aklında kendisi için en önemli insanlarla yaşadıkları vardı.
Gamze ile olan arkadaşlığı zedelenecek miydi? Arkadaşı o ana kadar hiçbir şey anlamadıysa bile, kendisinin masadan kalkıp gitmiş olması ona yeterli ipucunu vermiş olmalıydı. Arada bir aile bireyi vardı. Dostlukları bu sınavı geçebilecek miydi?
Ya Emre? Bugün okula gelecekti. Ona ne diyecekti?
Sabah, kargalar uyanmadan kalkıp okula gitti. Orada da aklını hiçbir şeye veremedi. Öyle dolaştı boş sınıflarda… Yaz okulundaki öğrenciler ya havuzda ya spor salonundaydı. Mira kimseye ilişmedi.
Öğlen geldi Gamze’nin mesajı. ‘Akşam sende kalabilir miyim?’
Gülümsedi. ‘Harika olur.‘ Üç tane de gülümseyen surat dizdi arkasına… Üç tane sırıtan surat aldı.
Öğle yemeğinde tabağını didikleyip durdu. Aklında Gamze yoktu. Abisi Tuna da yoktu. Aklında ne olduğunu sorsalar, buna verecek bir cevabı bile yoktu.
Cihangir’in soru dolu gözleriyle karşılaştığında sadece gülümseyip başını tabağına eğdi.
“Ne kavga ediyorsun kendi kendine?”
Bilmiyordu ki. Kendine verebildiği bir cevap yokken Cihangir’e ne diyebilirdi?
O anda, Cihangir’in Emre’ye ne kadar çok benzediğini fark etti. Karakter olarak ama… Sakinlik, yumuşaklık, olgunluk, içindeki fırtınaları anında fark etmesi…
Düşünceler arka arkaya beynini istila etti.
İşte böyle oluyordu. Emre’ye âşık olan kadın, Cihangir’de aynı havayı görüp onunla evleniyordu mesela. Aradığı Emre idi. Yatıştırmaya çalıştığı, ona olan özlemiydi. Benzerine duyduğu yakınlığın adı, aşk oluyordu. Sonra da hayal kırıklığı… Evlilikler böyle başlıyor, böyle bitiyordu.
İhanet insanoğlunun her nefesinde kol geziyordu.
“Burnumda bir şey mi var?”
İrkilip toparlandı. “Yok, dalgınım bugün.”
“Erken git istersen.”
“Yok, gerek yok.”
Bir süre daha süzdü onu adam.
“Neyin var Mira?”
Yutkundu. Emre’den bahsetmek istemiyordu. Yalan söylemek de istemiyordu. Çünkü Cihangir’e değer veriyordu. Ama Emre onun özeliydi.
“Kavramlarla başım dertte.”
Gülümsedi adam. “Sıradan bir derdin olabileceğini nasıl düşünebildim ki zaten?”
Sevimli bir suskunluk yaşandı aralarında. Adam ilgili, kız düşünceli.
“Sanki insanlara olan saygımı kaybediyorum. Onların sevgi ya da aşk dediği şeylerin gerçekliğini sorguluyorum. Birisi diğerini sevdiğini söylediğinde, bunun bir kandırmaca olduğundan başka bir şey düşünemiyorum. Üstelik bu kandırmacanın kendi içlerinde yaşanmakta olduğunu hissediyorum.”
Bu kız kaybolmuştu. İnsanlara ve ilişkilere olan güveni yerle bir olmuştu. Bunu ona yapan kocası mıydı? Belki. Ama Mira kendi evliliğini değil, gerçekten kavramları sorguluyordu.
“Mutlak doğru mu arıyorsun Mira? Ya da mutlak gerçeklik? Hatasız, yanılgısız…”
“Bilmiyorum. Belki de.”
Bunun mümkün olmadığını en iyi Cihangir bilirdi. Mira da zamanla öğrenecekti. Yeter ki öğrenene kadarki kayıplarıyla elleri bomboş kalmasın…
“Senin aradığın o mutlak doğrunun mümkün olmadığını insanlar çok uzun süre önce keşfetmişler. Sonra da bu eksiğe bir çözüm bulmuşlar. Adını da Tanrı koymuşlar…”
Bu sarsmıştı. Asla elde edemeyeceği bir şeyin peşinde mi koşuyordu? Saf bir sevgi yok muydu? Her aşk biraz yalan, her sevgi kandırmaca mıydı?
“Bu çok acımasız olmadı mı?”
“Yaşamda acımasız olmayan herhangi bir şeye rastladın mı?”
Bilmiyordu. Kafası artık daha da karışmıştı.
“Mutlak doğru yok ise, ideale en yakına ulaşmaya çalışmak hata mı? Bu da mı boş bir çaba?”
Değildi ama dengeyi kurabilmek zordu.
“Bunun cevabını seneler sonra yine sen vereceksin Mira. Elinde bir yanda doğrular olacak, diğer yanda ideale en yakını bulma yolunda kenara atmış olduğun insanlar… Bunların arasından herhangi biri sıyrılıp senin yanında kalmayı başarabilecek mi? Sen buna izin verecek misin?”
Bilmiyordu. Kimseden bir Tanrı mükemmeliyetine sahip olmasını bekleyemeyeceğini anlıyordu. Ama sadece kendisine ait bir sevgiyi istemek yanlış olabilir miydi?
Kızın kendi düşüncelerini duymaya ihtiyacı olduğunu anlayan adam masadan kalkıp kapıya yürürken, Mira arkasından baktı.
Nasıl bir heybet… Nasıl bir hâkimiyet… Özgüven, hücrelerinden fışkırıyordu sanki. Bazılarında itici dururdu bu. Cihangir ile bütünleşmişti oysa. Adama ait bir aura olmuştu. Altındaki alçak gönüllülüğü de birlikte yansıttığından, tartışma isteği uyandırmıyordu.
Peki, Cihangir’in elinde ne vardı? Karısı, sevgilisi yoktu. O da kenara attığı insanların ardında yalnız mı kalmıştı?
Ya kendi elinde ne kalacaktı? Emre, ‘konuşacağız’ demişti. Tavırlarından, neyle karşılaşacağını aşağı yukarı tahmin edebiliyordu.
Emre onun burnunun ucunu öpmüştü. Herkese çok komik gelebilirdi bu. Ama Emre onun burnunun ucunu, bir erkeğin bir kadını öpüşü gibi öpmüştü. Dokunarak… Hissederek… Tenlerinin birbirine değişinin tadını alarak…
Aslında Emre ona, ‘Seni istiyorum,’ demişti. ‘Hayatımda, yatağımda…’
Oysa ihanet, Emre’nin nefesinde kol geziyordu. Berna’ya olan sevgisi her zaman onun yüreğinin bir yerinde kalacaktı. Emre ile birlikte bir geleceği kabul ederse, diğer evliliklerin aksine, Mira bunu başından itibaren biliyor olacaktı.
İstediği bu muydu? Başka bir kadına yüreğini adamış bir adamın ona vereceği kırıntılar mı? Kendine verdiği değer bu mu olacaktı?
Mutlak doğruyu bulamayabilirdi. Buna en yakınına da ulaşamayabilirdi. Ama eğer konu sevgiyse, içinde kırıntı yerine, biraz olsun kendisine ait bir şeyler olmasını istiyordu.
Bugün konuşacaklardı. Bugün Mira, yüreğini hayatının sonuna kadar kanatacak o kelimeleri söylemeye katlanacaktı. Ve Emre’yi hayatından çıkaracaktı.
Ama önce, onun yanındayken sesini çıkarmayı başarmalıydı. Adam kendisine öyle bakınca dili tutuluyordu. ‘Hayır, yok, yapma…’ Tek heceden fazlasına gücü yetmiyordu. Bu üç kelimeyle Emre’yi hayatından çıkarmak biraz güç olacaktı…
Motosiklet sesini duyduğunda kapıdan çıkmak üzereydi. O yerinde donup kalırken, Cihangir merdivenlerden çoktan inmişti.
Kaskını çıkaran Emre, gülümseyerek gelen adamı hemen tanıdı. Cihangir Avcı. Bütün bedeni gerilirken onun motosiklete sevgiyle bakışı karşısında zihnine tek bir şey doldu… “İyi bir adam…” Gerginlik yine de bedenini terk etmedi.
Mira merdivenlerden indiğinde, Cihangir motoru göstererek, “Bak,” dedi. “Bir Siyah at daha geldi.”
Emre’nin yüzünün karardığını Cihangir görmedi. Mira gördü. Mira Emre’yi ilk kez kızgın gördü.
‘Kızma,’ demek istedi. ‘Ona şövalye demedim.’
Bir süre öylece ikisine baktı Emre. Birbirlerine yakınlardı. Sevgili değil ama birbirlerinin farkındalardı. Aralarında güven vardı. Ve sıcaklık… Ve adamda özlem…
‘Ama sana ait olan benim Mira.’
Ve bundan başka Mira’ya verebileceği bir şey yoktu. Sadece kendisi… Sonuna kadar.
Bunu ona anlatana kadar, her bir adımı sabırla geçmesi gerekecekti.
‘Bana gel Mira.’
Önce sağ, sonra da soldaki yan çantanın kilitlerini açtı. Ama çantaları açmadı. Gözlerinde meydan okuyan bir bakışla kıza baktı.
‘Gel ve sana ait olanları al.’
Cihangir o bakışı gördüğü an, karşısındaki adamın soyadının Kıraç olduğuna tüm mal varlığını ortaya koyacak kadar emin oldu. Önünde sessiz bir savaş yaşanıyordu. Kendisi ise sadece bir seyirciydi.
Mira bir süre kararsız kaldı, sonra motosiklete yaklaşıp çantalardan birini açtı. Sarı kaskı, bandanası ve montu… Diğer tarafa dolaşıp oradakini açtı. Pantolonu, botları, eldivenleri…
İçindeki mücadele dayanılmazdı. Bakışları Emre ile çanta arasında gidip geldi. Onun ne dediğini biliyordu. Bir zamanlar ödünç aldığı o hayatı sahiplenmesini istiyordu.
Emre’yi şimdi, burada reddedebilirdi. Ama bu, Emre’ye ait olduğunu da reddetmek olurdu. Oysa bu doğru değildi. O her zaman sadece ona ait olmuştu. Bundan da utanmıyordu.
O Emre’ye ait olmadığı için değil, Emre ona ait olmadığı için başlamayacaklardı onlar. Başlamadan biteceklerdi…
Elini uzatıp çantanın içinden montunu ve pantolonunu çıkardı. O pantolonu giyerken, Emre’nin gözlerine yerleşen doyumu gören Cihangir, Mira’nın bir seçim yapmış olduğunu biliyordu. O seçimin ne olduğunu bilmiyordu, evet… Sadece Mira’nın kocasına ait olduğunu biliyordu.
Selam verip yanlarından ayrıldı. Odasının camından baktığında Mira kask ve montunu giymiş, adam da onun önünü ilikliyordu. Kaskın kilitlerini sabitleyip eldivenlerini giydirirken, Cihangir bunların yapılışındaki özeni sevdi. Sonra da pencereden çekildi. Doğru kadın, yanlış zamandı. Hep öyle olmaz mıydı?