Tünel Bölüm 59

Tünel Bölüm 59

Türkiye’ye geldiğinden bu yana, Emre Mira’nın tavrını çözmeye çalışırken, bir yandan da CaravE’nin ülkeye girişiyle ilgili ayrıntılarla uğraşıyordu. Dün uçakla Ankara’ya gidip gelmiş, bugün ise sınırdan geçen Lukas’ı karşılamak için Edirne’ye yollanmıştı.

Akşama doğru tüm işlemler sonlanıp İstanbul yoluna çıktıkları an avuçlarını birbirlerine vurup bir kahkaha attılar.

“Bu kadar uzamazdı, ama çok çabuk getir, dedin.”

“Harika bir iş çıkardın Lukas, teşekkür ederim. Seni sıkıntıya soktuğumu biliyorum.”

Tam cevap verecekken ara yoldan sinyal vermeden çıkan bir araç Lukas’ın ani fren yapmasına neden oldu.

“Ne oluyor? Benim geçmemi beklemedi! Sinyal de vermedi! Ben anayoldayım!”

Dehşet içinde kalan adamın omzuna vurup, “Çek kenara, ben kullanayım,” dedi Emre. “Medeniyete alışıksın, İstanbul trafiğinde iyice telef olursun.”

Yaklaşık iki saatin sonunda, Lukas kafasını sallayarak “Katil bunlar!” sonucuna varıp arkasına yaslandı. “Sınırdan çıkana kadar bir daha elimi sürmem direksiyona.”

İstanbul’a girdiklerinde, tam iş çıkış saatiydi. Lukas her şeyi bırakmış, trafiği seyretmeye yoğunlaşmıştı. Yanlarından geçen motosikletin önüne kıran araca okkalı bir küfür salladı.

“Emre, sen bu katillerin arasında nasıl motosiklet kullanıyorsun?”

Medeni çaylak. Herkes sana öncelik tanırken o motosikleti kullanmak kolaydı tabii. Yiyorsa bu cangılda kullansındı.

“İnsan her koşulda hayatta kalmayı öğreniyor oğlum. Ama sanırım en çok da şans…”

Kendisine başını sallayarak bakan arkadaşına gülümsedi.

“Nerede kalıyoruz?”

“Küçük, temiz bir pansiyonda. Hem merkezi hem arkadaşlarımın evine yakın.”

“Ooo, arkadaşlar. Güzel kızlar var mı?”

Bir anda irkildi Emre. Ve Lukas bunu kaçırmadı.

“Burası Almanya değil Lukas. Aletini pantolonunun içinde tut.”

Sonra söylediği şeyi kendi duyup şaşaladı. Normalde kuracağı bir cümle değildi.

Pansiyonun garajında hem Emre’nin hem de Lukas’ın motosikletine yer buldular. Her zamanki gibi, Lukas’ınki daha çok dikkat çekmişti. Siyah, Honda VTX 1300S. “Motosiklet dediğin benim!” diye bağırıyordu. Emre’nin siyah atından daha yere yakındı ve parıldayan kromajları ile göz alıyordu.

CaravE’yi de parka çektikten sonra Lukas’ı yemeğe çıkardı Emre. İstanbul’u ilk kez gören adam hangi yöne bakacağını şaşırmış, böyle bir medeniyetin içerisinde yaşayan insanların nasıl olup da trafikte katile dönüştüklerini anlayamamıştı.

Emre yemek boyunca ortağına İstanbul’u anlatırken, gözünün önünde hep Mira’nın yeşil gözleri vardı. Özlemişti. Görmek istiyordu. Onun gözlerini kendisinden kaçırışını hazmedemiyordu.

Onu aramamıştı. Ama Mira da Emre’yi aramamıştı.

Hoş o kendisini hiç aramamıştı ki… Bir kere, evden hışımla çıktığı zaman hariç… Emre’ye yük olmamaya, kendisini belli etmemeye uğraşmıştı hep. Ya da hatırlatmamaya…

Oysa Emre onu her saniye hatırlamak istiyordu. Çalan telefonu onun adını göstersin, düşen mesaj ondan haber getirsin…

Mira imkânsızdı. Her şey olabileceği gibi hiçbir şey olmayı da başarabiliyordu. Onun gücü Emre’yi ürkütüyordu. Belki asla onun kadar güçlü olmayacağı için… Belki onun duvarlarını asla yıkamayabileceği için… Emre Mira’ya ulaşamamaktan korkuyordu.

Lukas’ı dinlemediğinin farkında değildi. Lafının orta yerinde telefonu eline alıp Aslanı aradığında adamın kendisine garip bakışlarının da…

“Merhaba Aslan.”

Lukas’ı fark etti o anda. Gülümseyerek beklemesini işaret etti.

“Lukas geldi Almanya’dan. Seninle ve Mira ile tanıştırmak istiyorum. Evde misiniz?”

Yüzüne küçük bir gülümseme oturdu.

“Yemekten sonra uğrarız. Hoşça kal.”

Kapatıp adama döndü.

Kendisini seyrediyordu Lukas. Aptal değildi, baktığını görüyordu.

“Beni hiç dinlemedin.”

“Özür dilerim, aklım karışık bu ara.”

Neden apar topar Türkiye’ye gelmişlerdi? Bu adam neden bu kadar diken üstündeydi? Emre’yi dört yıla yakın bir zamandır tanıyordu ama onu hiç böyle huzursuz görmemişti. Bir kadın? Mira? Mira kadın ismiydi her halde. Neyse bakalım, nasılsa görecekti.

Gittikleri evde orta boylu, kırklarına dayanmış bir adam ile yirmilerinde kırmızı yanaklı bir kız karşıladı onları. Ama ne kız. Çok tatlıydı. Çok, çok, çok tatlıydı.

Emre, arkadaşlarım demişti. Demek atış serbestti. Yine de dikkatli olmakta fayda vardı. Emre’yi kızdıracak bir şey yapmak istemezdi. Saldırmayacaktı kıza da, sinyal alırsa hayatta affetmezdi.

Hem sinyal de alıyordu sanki. Baksana, kız Emre’ye bakmadan sadece kendisiyle konuşuyordu. Ama Emre de sadece kızı seyrediyordu. Bir dakika ya… Burada bir işler dönüyordu. En iyisi bu kıza hiç bulaşmamaktı.

Bu Türkler gerçekten babasının anlattığı gibiydi. Adamla kız ikram üzerine ikram çıkarmaktan yerlerinde oturmamışlardı bile. Onu sevdin mi, bunu yedin mi… Çay demlendi, tadı da ne güzeldi. Lukas’a Türkiye’yi beğenip beğenmediği soruldu. İstanbul’un güzel yerlerinden bahsedildi. “Emre beni gezdirmez,” diye sırıtarak arkadaşına laf atınca, kız “Ben vaktim oldukça gösteririm,” dedi. Emre dikildi. Gözleri kendisine kilitlendi… Yok yok… Kız yasak bölgeydi.

Lanet olsun! Kıskanmak da neyin nesiydi! Emre hayatında bu kadar sinirlendiğini hatırlamıyordu. O Lukas’ı bilirdi. Bir kaçan… bir uçan… Gerisi hep Lukas’ın sevgilisiydi.

Adam kadınları seviyordu. Gittiği yere kadar biriyle takılır, gitmediği yerde değiştirirdi. Yalanı dolanı yoktu. Hayatı paylaşır gibi yatağı da paylaşırdı.

Lukas’ın Mira’dan hoşlandığını biliyordu. Görür görmez gözleri parlamıştı. Kendisine gereğinden fazla hiç yolu düşmeyen o yeşil gözler, Lukas’ı ihya ediyordu. Mira kendisine neden bakmıyordu? Onlar ne zaman yabancı olmuştu? Boğulacağını hissetti. Nefes alamıyordu.

“Mira bir saniye gelir misin?” diye mutfağa geçtiğine en çok kendisi şaşırmıştı. Ama artık dayanamayacaktı. Kızın çekingen adımlarla içeri girişini seyretti.

Tanrım, mükemmeldi. Üzerinde bir blucin ve koyu yeşil kolsuz gömlek vardı. O gömleğin düğmeleri bile sevimliydi. Ayağındaki terliklere ilişti gözleri, kıskandı. Pofuduk kumaşın tenine değişini kıskandı.

Yanına gelip önünde durdu Mira. Önce gözlerine baktı, sonra gözlerinden başka her yere. Heyecanlıydı. Hızlı nefesler alıyor, ciğerlerinden sakinleşmeleri için yardım istiyordu. Saçı önüne düşünce eliyle kulağının ardına itti. Emre’nin gözü o kulağa gitti. Tekrar yeşil denizlere döndü.

Yüzünün her bir parçasını özlemle inceledi. Mira… Mira. Mira. Mira.

“Sen benden kaçıyor musun?”

Hop. Kalpte bir takla. Gözler Emre’ye kalktı, duraladı, yeniden kaçtı.

“Hayır.”

Yaklaştı kıza. Eğildi. Gözlerini aynı hizaya getirene kadar… Burnunun dibine kadar…

Şaşı oldu Mira.

“Ufaklık dememe mi bozuldun?”

Ah tanrım. Kırmızı. Daha kırmızı. Daha ne kadar kırmızı olabilir o yanaklar? Daha ne kadar tatlı olabilir?

“Yok.”

Burnunun ucunu onunkine dokundurup gülümsedi.

“Yalancı.”

Şaşı Mira. Kırmızı Mira. Utangaç Mira.

“Nefes al.”

Nefes aldı Mira.

“Ver.”

Verdi.

Gülümsedi Emre. Kızın burnunun ucunu öptü.

“Özledim seni.”

Bir damla yaş… Hayır. Hayır, hayır, hayır! Yapma! O sınırı aramıza koyma!

“Özledim. Çok hem de.”

“Yapma.” Kırgındı yeşil gözler. Ama kaçmadı bu sefer. Mavilerden ayrılmadı.

“Elimde değil.”

“Yapma!”

Lanet olsun! Burada olmazdı. Burada, bu mutfakta, içeride birileri varken olmazdı.

“Yarın konuşacağız.”

“Okul var.”

Ne okuluydu bu hala temmuzda? Gözleri soru işaretleriyle dolunca, “Yaz okulu,” dedi Mira. Yalan söylediğini sansın istemedi.

“Kaçta çıkacaksın?”

“Üçte.”

“Pantolon giy.”

Ne?

Gülümsedi Emre. Burnunu bir kez daha dokundurup çekildi, mutfaktan çıktı.

Ve Mira nefes aldı.

‘Ne yapacağım? Ne yapacağım? Ah Emre!’

Ellerini yanaklarına götürdü. Sımsıcaktı.

‘Yarın konuşacağız.’

Neden gitmiyordu? Neden gelmişti? Neden kendisine böyle davranıyordu? Sanki o bir kadınmış gibi, o da kendisinden hoşlanırmış gibi…

Konuşacak bir şey yoktu ki. O, Emre’nin Berna’ya olan aşkını görmüştü. Emre’nin yok oluşunu da görmüştü. Bir daha öyle sevemezdi ki. Mira ikinci olamazdı ki… Onun her zaman Berna’yı düşüneceğini bilerek onunla olamazdı ki…

İlk defa, o gün, babasının şiddetli itirazlarına rağmen dayısı ve annesinin yumuşak yüzünü kullanarak, acemi olmasına rağmen arabayla Bolu’ya gitmeye kalkışmış olmaktan pişman oldu.

İlk defa, o gün o tünele girmiş olmaktan pişman oldu.

Ve ilk defa…

Hayır. İstese de gönlüne söyletemedi bunu. Emre’ye âşık olmuş olmaktan asla pişman olmayacaktı.  Mutsuz olacaktı, ama pişman olmayacaktı.