Tünel Bölüm 52
Kilo vermiş. Saçları biraz daha uzamış sanki. Ece’ye ne de güzel bakıyor.
Parmağıyla ekrandaki görüntüyü biraz daha büyüttü Emre.
‘Hüzün var gözlerinde. Bebeği düşünüyorsun, değil mi? Saklayamazsın benden ufaklık.’
Buruk bir gülümseme yerleşti dudaklarına. ‘Hoş ufak bir halin yok ya artık… Büyüdün Mira. Görebiliyorum. Harika bir genç kadın oldun. Gözlerinden belli. Bakışların değişti.’
Bakışları neden değişti? Birisi mi var? Sınıfındaki o çocuk mu? Fotoğraflarda hep üçü bir arada. Bu oğlan, bir kız ve Mira. Aslan’ın profiline kadar girebildiyse piç kurusu, hayatına da girmiş demektir… Peh. Ağzı süt kokuyor daha bunun. Mira’ya ne verebilir ki?
Dudaklarına takıldı gözü… ‘İlk öpücüğünü yaşadın mı onunla?’ Canı acıdı… ‘İlk öpücüğün benim ama.’
Berna’ya ilişti gözleri sonra. Berna, ama Berna değil. Başka biri, adı Berna.
Görüntüyü kapatıp Aslan’ın profiline girdi. Orada sadece Mira ile fotoğrafları vardı, o da Mira dayısını etiketlediği için… Yoksa adam hiçbir şey paylaşmıyordu.
Yine o oğlan. Salih İlgin. Mira ile aynı yaşta, aynı sınıfta. Saf bir şey. Ama gözleri o kadar da saf bakmıyor Mira’ya.
Peki, Mira nasıl bakıyor? Hayır, kendisine baktığı gibi bakmıyor mesela. Öyle, gülerek bakıyor sadece.
Oysa kendisine bakarken gözleri irileşirdi. Sadece yemyeşil denizler görünürdü Emre’ye. Tüm dikkatinin üzerinde olduğunu, kendisiyle konuştuğunu bilirdi. Söylediği her sessiz kelimeyi anlardı.
Hayır, ona öyle bakmıyor.
Kapının zili çaldığında Emre, Alper’in gelmesi için saatin henüz erken olduğunu düşündü. İki saat önce havaalanından aramış, geceyi kendisine ayırmasını söylemişti. Lukas olmalıydı.
Kapıyı açıp, karanlıkta görse ürkeceği adamı içeri aldı. Pazılarının şişkinliğinden neredeyse yırtılacakmış gibi görünen siyah bir tişört… Bacaklarındaki kasları zar zor zapt eden bir blucin… Kollarında omuzlarına kadar devam ettiği belli olan dövmeler… Omuzlarından aşağı salınan sarı, yumuşak saçlar… Güneşte bronzlaşmış kemikli yüzüne kedigözü gibi oturan siyah gözlük… Çeneyi kapatırken saçlarla bir bütün sanılan sakal ve bıyık…
Serseri motorcu… Gören öyle derdi. Oysa motorcunun serserisi olmazdı. İnsanın olurdu.
Aksanlı Türkçesi ile “N’aber ortak?” diyen adama gülümsedi.
Almanya doğumluydu Lukas. Anne Alman, baba Türk, kendi adam gibi adam… Emre ile Türkçe konuşmaya bayılıyordu. Üç senede epey de ilerletmişti dilini.
Zafer sayesinde tanışmışlardı. Emre aklındaki işi anlatınca, doğrudan Lukas’a yönlendirmişti onu. ‘Almanya’da yaşayan bir tasarım canavarı,’ demişti. ‘İş yapmasanız da tanışmanız bile kardır…’
Özel römork ve karavan üretimi yapıyorlardı birlikte. Kişiye özel üretim… Önce müşterinin tüm yaşamını baştan sona didikliyorlardı. Sonra onun ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayacak olan o harika aracın tasarımını, sonra da üretimini yapıyorlardı. Yılda altı ya da yedi iş… Büyük para.
“Alper gelecek birazdan, onu bekliyorum.”
Gözleri parladı Lukas’ın. “Ooo, yakın arkadaş. Sonunda tanışmak güzel.”
“CaravE’yi Alper’e anlatalım. Hukuki bütün ayarlamaları halleder o.”
Son tasarımlarıydı CaravE. Arazi üzerinde sorun yaşayan araçlara yardım sağlamak amaçlı küçük, kıvrak, güçlü bir karavandı. Destek, sabitleme, çekme, kaldırma, ilk yardım… ne gerekirse… İş makinalarının aksine hafif ve mobildi. Bu da acil durumlarda büyük zaman tasarrufuydu.
Bir saat sonra geldi Alper. Sanırsın dünya fethine çıkmış. Öyle enerjik, hayat dolu… Gözlerinin içi parlayarak sarıldı Emre’ye. Lukas’ın görünüşüne yüz vermemişti. Gözlerine bakmış, sonra da sıcacık gülümseyerek elini sıkmıştı.
Bavulu odaya atıp üzerini değişirken hemen telefona sarıldı.
“Geldim ben bebeğim. Özledin mi beni?”
Telefonda sevdiğinin sesini duymak bile Alper için yeterliydi.
“Prensesimin sesi mi yoksa o? Dayasana kulağına telefonu.”
Hışırtılar, mırıltılar…
“Prensesim nasılmış benim?”
Sevgi… Aşk… Hasret…
“Ben de çok özledim babacım.”
Burukluk…
“Sen dedeye gidince Cüneyt ve Berkan abilerinle oyna, sonra bana dön, tamam mı?”
Titreyen dudakları bir anda sevinç çığlığına kavuşturmanın gururu… Hışırtılar… Sevdiği kadının sesi.
“Berna, git ye şunu benim için. Gelince seni de ben yerim.”
Sırıtış… Duyduğu kıkırtılarla altlarda hafif bir zonklama…
“Ararım bebeğim. Kapatmalıyım şimdi. Sadece seni…”
Tamamlamazdı cümleyi hiç. Sadece seni. Her şeyi söylemiş gibi hissediyordu böyle.
İki haftanın çabucak bitmesini dileyerek giyinmeyi tamamladı. Onun hayatı hep özlemle mi geçecekti? Dokuz sene bir kadını… Üç senedir de her ayrılışlarında iki kadını… Annesi ve kopyasını…
Çocukları erkek olmadı diye çok bozulmuştu Berna. Esmer oğlum diye hüzünlenip durmuştu. Oysa Alper o dokuz yılın acısını ancak iki Berna ile kapatabileceğini biliyordu. Neyse, bu sefer geliyordu esmer oğlan. Berna da huzura kavuşacaktı.
Lukas’ın da olduğu birkaç saatte özel bir şey konuşma şansları olmadı. Ama Alper, Emre’nin ortağı ile tanışmaktan hoşnuttu. Kendisini onun yaşamına biraz daha dâhil olmuş gibi hissetmişti.
Hayatları ayrı düşse de kalpleri birbirini özlüyordu. Telefonla konuşmalar, Alper’in arada yaptığı birkaç saatlik uğramalar yetmiyordu. Alper Emre’nin eksikliğini her anında hissediyordu.
Biraz da birlikte geçirdikleri yılları andılar. Anaokulu, ilkokul, ergenlik, kızlar…
“Güzel bir arkadaşlığınız var,” dedi Lukas bir ara… Sonra Alper’e dönüp göz kırptı. “Ama arkadaşının gay olduğundan haberin var mı?”
Alper’in içkisi ağzından püskürürken Emre sadece gözlerini devirmekle yetindi.
“Senin bu arkadaşın evine iki kızla geliyorum. İki çıtır. Kaliteli ama. Sokaktan toplama değil. Biri benim, biri senin diyorum. Alıyor kızı karşısına, soruyor. ‘Hayattan ne bekliyorsun?’ Kız diyor para, mutluluk, güç, aşk… Emre gidiyor. İki kız da benim oluyor.”
Lukas çok güldü anlatırken. Emre gülmedi. Alper de gülmedi. Gözlerini Emre’ye dikip baktı. Beyninde yankılanan kelimeyi sadece dudak hareketleriyle şekillendirdi. ‘Anlaşılmak’. Bir süre göz göze kaldılar, sonra Emre ilgisini elindeki bardağa verdi.
Lukas anlamadı. İlgilenmedi de. Gitme vaktinin geldiğini düşünüp ayaklandı. Kapıdan çıkarken hala gülüyordu.
“Ben kızlara gidiyorum. Artık bu adamdan vazgeçtim. Gay o, biliyorum ben, gay.”
İkisi yalnız kaldıklarında, biraz Lukas’tan bahsetti Emre. Biraz son görüştüklerinden bu yana hayatında olanlardan… Olmayanları merak ediyordu Alper, ama sormadı. Bunun yerine, gecenin sonuna doğru epeydir merak ettiği soruyu sordu.
“Nereden geldi aklına karavan tasarlamak?”
“Mira’dan.”
Hoppala! Alper’in şaşkınlığı güldürdü Emre’yi.
“Motosikletleri çok seviyor. Geziye çıktığımızda onu da götürsem ne kadar mutlu olacağını düşündüm bir gün. Sonra bebek geldi aklıma.”
Yüzü düşüp biraz duraladı.
“Bebek doğunca onu bırakıp geziye gelmeyeceğini fark ettim sonra. Bir karavan olsa, o da bu karavanla gelse, diye hayal ettim. Karavanın içine motosikleti de yükleyebilsem diye genişlettim hayalimi. Yolun düz kısımlarında araçta birlikte gitsek, virajlarda ben motosikleti indirsem, Mira da aracı kullansa, dedim… Bebek için şunu koysam bunu koysam, falan filan derken… ihtiyaçlara göre bu tasarımların farklılaşabileceği fikrine geldim. Öyle de devam ettim.”
Çok uzun sustu Alper. Çok uzun baktı. Çok önceye, dört sene öncesine baktı.
“İnsan karanlıkta da âşık olabilir demiştim ben sana.”
Öyle miydi? Belki de… Kendinden gizlediğini yine Alper’den mi öğreniyordu?
“Bunun cevabını bilmiyorum Alper.”
Ama Alper biliyordu.
“Mira ile tanıştığından bu yana, bütün hayatını ona göre şekillendirmiş olduğunu biliyorum ben.”
İtiraz etmesini bekledi, gelmedi.
“Evliliğini bile Mira’nın tercihlerine göre şekillendirmeyi seçmiştin. Doğurursa… doğurmazsa… boşanma… evlilik… Berna seninle kalsa bile önce Mira idi. Şimdi de Mira. Dört senedir yüzünü görmedin ama hala hayatını o yönlendiriyor.”
Karşısında ellerini yüzüne kapayarak gözlerini ovuşturan adam yorgundu… Onu çok zorluyor olmak istemiyordu ama hayatını bu şekilde geçirmesini de hazmedemiyordu.
“Neden onu hiç umursamadığını sanmasına izin veriyorsun?”
Buna zorunlu olduğunu neden kimse anlamak istemiyordu?
“Hayatını kurmakta özgür olmasını istiyorum Alper. Bana âşık olduğunu sanmaya devam etmesini istemiyorum.”
“Sen de özgürsün ama kurulmuş bir hayat göremiyorum ben ortada.”
Of!
“Onun kişiliğine hayransın.”
Başıyla onayladı Emre.
“Ona saygı duyuyorsun.”
Yine onayladı.
“Sana ait bir bebeğin yaşama ya da yaşamama kararını vermesi konusunda bile onun kararına güvendin.”
Evet, güvenmişti.
“Aşkına neden güvenmiyorsun?”
O an donup kaldı Emre. Lanet olsun! İşte bu acıtmıştı. Çok acıtmıştı hem de. Neden güvenmiyordu? Neden bir çocukluk heyecanı diye yaftalıyordu?
“Bilmiyorum Alper.”
“Aşka inanmayı ne zaman bıraktın sen?”
Cevabın Berna olmasından ürkse de sormuştu bunu. Bu sefer Emre sustu. Çok uzun hem de. Alper onun artık konuşmayacağını düşündüğünde, fısıltı halinde verdiği cevabı duydu. “Tünelde Alper. Mira’yı seçtiğimde…”