Tünel Bölüm 48
Mira’nın sınavda olduğu saatlerde aradı Emre Aslan’ı. Berna’nın bombayı patlatmasından tam üç hafta sonra… Selamsız, sabahsız, sadece sınavın yerini sordu. Şaşkın Aslan ancak okulun adını verebilmiş, sonra da kapanan telefona bakakalmıştı.
Okul bahçesinin dışında kaldırıma oturmuşken, arabasından inip yanına gelen adamın Emre’ye benzer bir yanı kalmamıştı. Zayıflamış, gözlerinin altı kararmıştı. Daha da çok ruhu kararmıştı. Gözlerinin o canlı maviliğine bulutlar çöreklenmiş gibi sanki daha lacivertti. Belki de siyah.
İlk defa onunla dalga geçmek istemedi Aslan. Sustu.
“Kaçta bitiyor?”
“15 dakika sonra.”
Ne deseydi şimdi bu adama? ‘Bir aydır neredeydin, Mira meraktan öldü’ mü? ‘Ben de merak ettim’ mi? Sussa aldırmamış gibi olacaktı ama arkadaş da değillerdi ki!
Berna ile Alper’in Fransa’ya gittiklerini biliyordu Aslan. Gitmeden arayıp haber vermişlerdi. Emre’yi de sormuştu Alper. Telefon kapalı diyordu. Aslan da biliyordu telefonun kapalı olduğunu. Aramıştı. Evle ilgili bir tamiratı bahane edecekti ama Mira ile ikisi ulaşılamıyor mesajıyla kalmışlardı öylece.
Şimdi çok şey vardı aslında Emre Bey’e söylenecek. Kız seni merak etmekten ders mers çalışamadı, diyebilirdi. Kitaplarından çok pencereden yola baktı, diyebilirdi. Her gün süt içti de diyebilirdi. Mira sevmezdi sütü, tek Emre istiyor diye sabah akşam içmişti. Yeğenimi perişan ediyorsun, diyebilirdi.
Ama bu adam öyle bitikti ki, sustu Aslan.
“Kahve var termosta, kapaktan içersen vereyim.”
Kendisine dönüp bakan adamın yüzü yabancı gibiydi, içi ürperdi.
“Çok kötü görünüyorsun lan, ne yaptın kendine?”
Emre bir süre süzdü Aslan’ı. Sonra gülümsedi.
“Seni nasıl özlemiş olabilirim ki ben? İlginç. Neyse koy bakalım o kahveden. Madem insan içine geri döneceğiz, kafeinden destek alalım.”
Oha, ne o öyle özlemek falan? Tamam, içi acımıştı adamın başına gelenlere de, o kadar abartmasındı. Özlemişmiş. Mira’yı özlesindi o, kendisinden uzak dursundu!
Termosun kapağına koyulan azıcık kahveyi, pahalı bir şarap gibi yudumladı Emre. Etrafını seyretti biraz, Aslan da yan gözle onu…
“Mira nasıl?”
“Bok gibi.”
Dönüp Aslan’a dikti gözlerini adam. “Neden?”
“Vicdan azabı.”
Tek kaşı kalktı Emre’nin. “Ne demek o?”
Şimdi o panterin adını ansa Emre yine dağılır mıydı acaba? Aman, dağılırsa dağılsındı. Mira’sı darmadağın değil miydi sanki?
“Yengeyle ayrılmanız yüzünden.”
İndi o kaş yerine. “Saçma.”
Şeytan dürttü, dilini tutamadı Aslan.
“Ha, bebek de iyi bu arada… hani merak edersen…”
Kahvesinden bir yudum daha aldı Emre.
“Biliyorum. Her hafta kontrol gününde doktorla konuştum.”
Yuh! Acımazdı artık bu adama.
“Telefonun alış sahasındaydı da bir Mira’yı mı arayıp ölü müsün diri misin söyleyemedin?”
Biraz bahçeyi seyretti genç adam. Bardağı salladı elinde.
“Gücüm yoktu Aslan.”
“Doğal seleksiyonla[1] telef olmadığına sevinelim o zaman.”
Bir an hayretle baktı Emre adama. Sonra kahkahalarla gülmekten elindeki kahve sağa sola sıçrayınca bardağı yere bıraktı.
“Ah Aslan, genleriniz inanılmaz. Mira ile bebeğimiz muhteşem bir şey olacak.”
Adamın ağzının içinden “Sana çekerse çok beklersin,” demesiyle bir kahkaha daha attı. Gülüyordu. Bir an durup kendini dinledi. Uzun zamandır ondan çıkan ilk hayat dolu sesti bu.
Berna ve Alper ile konuştuğu, hayır Berna’yı dinlediği o gün, motosikletine atladığı gibi Datça’ya, ailesinin yanına gitmişti. Yolun geceye denk düşen kısımlarında sık sık durmuş, giderken de 90 kilometrenin üzerine çıkmamıştı. Virajlar gündüze denk gelmişti. Oralarda da hızını iyice düşürmüş, aklı karışık olduğu için kendisini riske atmamıştı. Bebek vardı. Hiçbir şeyi yoksa bile bebeği vardı. Yolu 19 saatte tamamladığında ailesinin evine bir enkaz gibi düşmüştü.
Önceleri dehşet, ardından kabullenme, sonraları da merak içinde kalmıştı annesiyle babası. Annesi Berna’yı anlamaya çok uğraşmış, ama babası kesinlikle reddetmişti yaşananları kabullenmeyi. Artık eski gelini kara listesindeydi. Alper’i de çok gerekmedikçe görmek istemiyordu.
Şimdi bütün merakları Mira idi. Nasıl biriydi? Emre’yi mutlu edebilir miydi? Yaş farkı sorun olmazdı, kendi aralarında da on yaş fark vardı. Gayet de güzel anlaşabilmişlerdi.
Hele ki bebeğe çıldırmışlardı. Galiba bütün yaşananları hazmedebilmelerinin tek nedeni bir toruna sahip olacak olmalarıydı. Emre için de öyleydi belki de…
Oğullarının Mira ile evliliği sürdürmeyi düşünmediğini anladıkları an kıyamet kopmuştu. Baba, oğlunu evlatlıktan reddedeceğini beyan etmeye kadar götürmüştü işi. Küçücük kızı hamile bırak, sonra evlen, sonra da kocalık yapmadan boşa. Olacak şey değildi. O çocuk nasıl büyürdü böyle? Anne ayrı, baba ayrı… Ya da anne baba birbirine yabancı… O çocuk sevgiyi kimden öğrenecekti? Karı kocanın birbirine olan saygısına kimi örnek alacaktı?
İsmet Bey’i sakinleştirmek biraz zaman almıştı. Semra Hanım’ın ‘Sen oğlunu düzgün bir insan olarak yetiştirmekle övünüyorsan, yeri geldiğinde ona güvenmeyi de bileceksin!’ diye çıkışmasından sonra sesini kesmiş ama kaşları çatılmaktan hiç vazgeçmemişti.
Annesinin bedduaları tutmuş olsa, şu an Berna ve Alper dünyada azaptan azaba koşuyor olurlardı.
Mira ile ilgili olarak da ne düşüneceğini bilememişti kadın. Sen tut, başkasının kocasıyla yat, hamile kal, ama Emre de öyle her kadının peşine düşen birisi değildi ki. Seçerdi Emre. Arkadaşlarını bile değer verdiği insanlar arasından seçerdi.
Gençliğinde kız arkadaşları olmuştu. Hepsi iyi kızlardı. Hepsiyle tanışmıştı Semra. Annelerini babalarını tanımıştı.
Sonra Berna çıkmıştı piyasaya, ailesiz, tek başına bir kız. İyiydi aslında. Görgülü, oturup kalkmasını bilen… İyi yetiştirmişti kendisini. İşinde çok başarılı olduğunu duyardı Emre ve Alper’den.
Ah o Alper… Altında bez olduğu zamanlarını bilirdi o çocuğun. Çok da düzgün bir oğlandı. Emre ile birbirlerinden hiç ayrılmazlardı. Sen tut, en yakın arkadaşının karısına göz koy. Emre ısrarla bunun böyle olmadığını, Alper ve Berna’nın kendisinden önce birbirlerine âşık olduklarını söylüyordu ama çocuk oyuncağı mıydı bu? Evlenmişlerse, eski aşk meşk kalmazdı. Herkes kendi yoluna giderdi. Çok âşıktıysa evlenmeyecekti paşasıyla.
Olan olmuştu. Oğlu bu darbeleri atlatacak kadar güçlüydü. Ayakları yere basan sağlam bir çocuk yetiştirmişlerdi İsmet ile. Sadece belki biraz fazla sağlam yetişmişti.
Mira’yı sahiplenmemesini çok da anlayamıyordu Semra. Tamam, kız küçüktü, onun da kendi âşık olacağı insanı bulmak hakkıydı ama karnında bir çocukla bunu nasıl yapacaktı? Emre bunu hiç hesaba katıyor muydu acaba? Çocuklu, boşanmış bir kadınla bir genç kızın şansları aynı olur muydu? Demezler miydi, kocası bunu boşadıysa, kim bilir ne kusuru var. Geçimsiz mi, tutumsuz mu, saygı mı bilmez… Yanlış işlerdi bunlar. Ama oğluna güveniyordu. O eninde sonunda doğrusunu yapardı.
Emre tüm o süre içerisinde sadece yorgundu. Anlamaya, anlatmaya çabalamaktan, yaşamaktan… Az uyuyor, uyuduğu sürede de boşlukta kayıp gidiyormuş gibi soluksuz kalarak uyanıyordu. Bazen tünelde Mira olmadan tek başına kaldığını görüyor, çığlık çığlığa fırlıyordu. Bazen de Berna geliyordu rüyalarına. İğrenç bir böceğe bakar gibi kendisine bakan, ‘Babamdan ne farkın var!’ diye bağıran Berna… Sonra gidiyordu… Alper ile…
Son gün… babası ile oturmuşlardı verandada. “İyisin,” diyordu İsmet Bey. “Yaradı sana burası.”
Belki. Çoğu şeyi halletmişti içinde. Düşünmüyordu artık.
“Sadece bir tek şeyi hazmedemiyorum baba,” demişti. “Evlilik ve sevgi benim için bu kadar kutsalken, ben nasıl karısına ihanet eden bir adam oluverdim?”
“Kendini büyük bir şey sanma,” demişti babası. “Onu bilirim, bunu yaparım, şunu yapmam, diye ahkâm keserken hayat sana öyle bir oyun oynar ki hallaç pamuğu gibi bir kenara atılmış buluverirsin kendini. Sana düşen, ayağa kalkmaktır. Çok da büyük konuşmamaktır. Haddini bilirsen, hayatla iyi geçinme şansın olur.”
[1] Doğal seleksiyon, belirli bir türde dış çevreye uyum konusunda daha elverişli özelliklere sahip organizmaların, bu elverişli özelliklere sahip olmayan diğer bireylere göre yaşama ve üreme şanslarının daha yüksek olması ve bunun sonucu olarak genlerini yeni kuşaklara aktarabilmeleri yoluyla işleyen evrimsel mekanizma. Böylece dış ortama uyum sağlamakta sorunlar yaşayan bireyler ve genler organizma popülasyonundan tasfiye edilmiş olmaktadır. Biz buna, güçlü olan ayakta kalır diyoruz.