Tünel Bölüm 43

Tünel Bölüm 43

“İyi günler. Ben Avukat Berna Kıraç… Şirket avukatlarımızdan Alper Arman pansiyonunuzda kalıyor. Oda numarasını yazmıştı bize ama sekreterim kâğıdı bulamıyor. Sizden öğrenmem mümkün müdür?”

Sesi o kadar profesyoneldi ki, resepsiyondaki kız hiç tereddütsüz verdi numarayı. 203.

Yeter ki istesin, elde edemeyeceği hiçbir şey olamazdı. Kurnazca gülümseyerek teşekkür edip telefonu kapattı.

Alper telefonlarını açmıyordu. Hatta bir süre sonra telefonunu da kapatmıştı.

Pekâlâ.

Numarayı aldıktan sonra, yeniden hazırladığı küçük çantasını kaptığı gibi bir taksi çağırarak Alper’in kaldığı pansiyona gitti. İlk katta olmamasını rica ederek Berna Özmen adıyla bir oda tutmak istediğini söyledi. 205.

Odaya yerleşip Emre’yi aradı. Birkaç gün eve gelmeyeceğini ve merak etmemesini söyledikten sonra, duşunu alıp günün keyfini çıkardı.

Alper’in odası hemen yanındaydı ve gece geldiğini duyacağından adı gibi emindi. Bu yüzden sanki bir tatil yerindeymiş gibi televizyon seyrederek, telefonundan internete girerek günün hakkını verdi.

Akşam yemeğini odasına getirtti. Sonra uzun soluklu bir köpük banyosu yaptı. Alper’in gece yarısına doğru geleceğini varsayıyordu. Erken kalkıp işe gitmek zorunda olmayan bir erkek, yalnız olacağından emin olduğu bir pansiyona elinden geldiğince geç girmek isterdi.

Yalnız olacağı kısmında tereddüt yaşasa da, birlikte olduğu kadını bir otel odasına getirmeyeceğinden emindi. Bu yüzden, iyimserliğini hiç bozmadı. Alper yalnız gelecekti.

Saat bire doğru yan odanın kapısının açılıp kapandığını duyduğu an, o ana kadar büründüğü sakin tavırları bir anda bedenini terk etti. Yatakta başı önünde, eli ayağı titreyerek birkaç dakika oturup sakinleşmeye çalıştı.

Alper duvarın hemen arkasındaydı.

Alper bir hayat kadar uzaktaydı.

Ayağa kalkıp babetlerini giydi. Aynaya bakıp elbisesini düzeltti. Saçlarını kulaklarının arkasına atıp derin bir nefes aldı. Oda anahtarını elbisenin küçük cebine tıkıştırıp yavaşça kapıyı açtı. Sanki duyulmaktan korkuyormuş gibi ses çıkarmamaya çalışarak ardından kapattı.

Yan kapının önünde kulağını yaklaştırarak bir süre içeriyi dinledi. Ses gelmiyordu. Yavaşça tıklattı. İçinden otuza kadar sayıp bu sefer biraz daha hızlı tıklattı.

Ayak seslerini duyar duymaz geriye çekilip sakin görünmeye çalıştı.

Bu saatte rahatsız edilmenin kızgınlığıyla açılan kapıda Alper, görmeyi beklediği komi ya da resepsiyonist yerine Berna ile karşılaşmanın şaşkınlığını öfkesinin ardına gizleyebildiği için oldukça mutlu olmalıydı. Çünkü yüzünde tek bir ifade yer almadan Berna’ya bakmayı başarmıştı.

Genç kadın da öylece durup adamı seyretti. Kapı çaldığında soyunmaya başlamış olmalıydı. Üzerinde gömleği yoktu. Pantolonunun kemeri açık, iki yana sarkıyordu. Ayakları çıplaktı. Berna’nın nefesini kesecek kadar tehlikeliydi. Gözleri karşısındaki yüzü susamışçasına içti. Duyduğu özlemin derinliğinden kalbi sıkışıyordu.

Gözlerini kısıp bir süre kadını seyreden adam, bir yabancıyla konuşur gibi uzak, soğuk bir sesle sordu.

“Ne istiyorsun Berna?”

Kelimeleri bir araya getiremedi. Harfleri bile birleştirip ‘Seni’ diyemedi. On dokuz yaşında utangaç bir âşık gibi öylece baktı. Tıpkı dokuz sene önce bakması gerektiği gibi…

Kadının cevap vermemesi üzerine kaşları çatılan adam, öfkeli bir nefes verip “Bekâr bir erkeğin oda kapısını çalmak için çok uygunsuz bir zaman. Git buradan,” diyerek kapıyı kapattı.

Kapıyı kapattı. Kapıyı. Dudakları titreyen Berna derin bir nefes alıp yeniden tıklattı.

Açmadı Alper. “Git buradan!” diye bağırdı.

Oh Tanrım. Geçemeyecekti onun sınırını. Ulaşamayacaktı Alper’e. Gözlerinde görmüştü bunu. Peşinden koşan kadınlara yaptığı gibi aşağılayarak bakmıştı Berna’ya.

Derin bir nefes alıp yeniden tıklattı kapıyı. Cevap gelmedikçe bir daha… Sessizlik büyüdükçe bir daha… Gerekirse sabaha kadar, bir daha…

Hışımla açıldı kapı. Kırılmaktan kıl payı kurtulmuştu sanki…

“Ne var lanet olası! Ne var yine! Bu kez ne istiyorsun!”

Sesini çıkarabilmeyi ümit edip, “Girebilir miyim?” diye sordu genç kadın.

“Hayır!”

Soluklarındaki öfkeyi bastırmaya çalıştı bir an.

“Hayır giremezsin. Artık olmaz.”

Burun delikleri öfkeyle açılıp kapanıyor, içindeki volkanı zapt edebileceğinden emin olmadığından son gücünü kullanıyordu.

“Git Berna.”

Kapı yeniden kapanacakken, elini uzatıp tuttu kadın.

“Lütfen.”

Önce kapıdaki ele, sonra içinde hiç de alışık olmadığı ifadeleri barındıran yüze baktı Alper.

Yumuşak, ümit dolu kahverengi gözler… Heyecanla inip kalkan göğüsler. Diz üstünde geniş bir eteğin altında neredeyse titreyen bacaklar…

Gördükleriyle sinirleri gerildi, burnundan soluyarak “Daha ne istiyorsun benden kadın? Verecek hiçbir şeyim kalmadı artık sana!” diye bağırdı.

Umut dolu gözler ve yumuşacık bir sesle “Lütfen,” diye bir kez daha fısıldadı genç kadın.

Sanki amacı sadece burada olmakmış gibi… Gözleri sanki Alper’den gelecek her şeyi kabullenirmiş gibi… Bu sefer nasıl bir oyunun peşindeydi? Elinden kaçtığını anlayınca taktik mi değiştirmişti? Yine kendisiyle oynayıp senelerce bir kenarda tutmaya mı niyetliydi?

Lanet olsun, kedi gibiydi Berna! Neredeyse kucağına alıp boynunu okşayarak mırıltılarını dinleyebilirdi.

İçindeki öfke öylesine büyüdü ki, kadını ne zaman saçlarından yakalayıp içeri çektiğini ve hızla kapattığı kapıya ittiğini anlamadı bile.

“Oyun mu istiyor canın Berna?”

Başının iki yanına ellerini koyup hareket etmesini önledi. Gözlerini onunkilere dikip içindekileri anlamaya uğraştı deli gibi.

“Ben artık senin oyununu oynamıyorum ama. Benim oyunum farklı.” Dudaklarına kadar yaklaşıp dokunmadan geri çekildi.

Berna’nın büyüyen gözlerle kendisine hala kedi gibi bakıyor olması içinde önleyemediği bir ateşin yanmasına neden oldu.

“Ben çok sert oynarım tatlım. İlgini çeker mi?”

Gözlerini hiç ayırmadan, başını salladı Berna. Yukarıdan aşağı…

Ne gördüğünü anlayamadı bile Alper. Kabul ettiğini mi söylüyordu bu kadın? Dalga mı geçiyordu?

Şu ana kadar çoktan arkasına bile bakmadan kaçmış olması gerekiyordu. Ama madem ayak diremeyi seçmişti, onu kaçırana kadar oynardı Alper de.

Uzanıp dudaklarının birleştiği çizgiyi diliyle yalayıp geri çekildi. İçinin kavrulmasına kendisi de hazırlıksız yakalanmıştı. Kendini alamadan bir daha uzanıp dudaklarında dolaştırdı dilini.

Gözlerini kapattı. Şu an ölebilirdi. Belki de ölmeliydi. Ne kadar güzel bir ölüm olurdu bu. Berna’nın dudaklarının tadı dilindeyken…

Görüşü bulanıklaştı. Sadece onun dudakları netti. Kırmızı, ıslak, titrek, istekli…

Dayanamayıp bir kez daha yaladı. Sertçe. Duyduğu inleme sesi Berna’nın dudaklarından ağzının içine ulaşan bir okşayış gibi geldi bir an.

Durmalıydı.

Biraz uzaklaşıp karşısında gözleri kapalı titreyen kadına baktı şaşkınlıkla.

Neden itiraz etmiyordu? Neden tırnaklarını çıkarıp saldırmıyor, pençeleriyle yüzünü parçalamıyor, kelimeleriyle kalbini kanlı dilimlere ayırmıyordu?

Kedi gibi… Öpülmeyi, sevilmeyi bekler gibi…

Tekrar ona uzanacakken güçlükle durdurdu kendisini.

Berna onun ölüm fermanıydı. Dünya üzerindeki tek zayıf yönüydü. Ona dokunmak ondan gelecek her aşağılamaya açık hale gelmek demekti.

Her ne oyun oynuyorsa, onu bu oyunda yenmek, kendisinden kaçırmak zorundaydı. İki gün sonra Ege gezisine çıkmış olacaktı. O zaman hepten kurtulacaktı. Ama şimdi, kendisini çağıran bu dudakların çekiminden çıkmalıydı.

“Demek ilgini çekiyor… Tamam, oynayalım bakalım.”

Gözlerindeki parlamaya dalıp gitti bir an. Berna oyunu heyecanla bekliyor gibiydi.

“Söylesene, seninle ne kadar sürer dersin?”

Bembeyaz kesilen yüzüne dikti gözlerini.

“İki gün? Üç gün? Selda kadar sürer misin sence?”

Beyazdan küle dönüştü o taptığı yüz.

“Boş verelim bahse girmeyi. Sadece bu gece diyelim.”

Kırgın bakan gözleri görünce duraladı bir süre. Ama yumuşadığı an pençe boğazına yapışırdı.

“Sadece yatak arkadaşım olacaksın. Sabaha kadar beceririm seni. Kibarca da değil. Sert. Canını yakarım. Ruhunu yakarım. İster misin Berna?”

Kadının gözlerine dolan yaşlarla başını iki yana sallamasını ve gitmesini bekledi. Kadın gözlerine dolan yaşlarla bir an bile tereddüt etmeden “İsterim,” dedi.