Tünel Bölüm 41

Tünel Bölüm 41

Genç kadın kaşlarını çatarak karşısındaki eve baktı. Bahçesindeki çiçeklerin bakımlı tazeliği, yoldan geçenleri onları koklamaya çağırıyor gibiydi.

Kapı açılıp dışarı çıkan iki küçük oğlan, sokağın sessizliğinde cıvıl cıvıl konuşmalarıyla bir an için kadının içinde gülümseme isteği uyandırdı. Büyük olanı sekiz yaşlarında olmalıydı. Diğeri daha küçüktü. Beş, belki altı…

Araya belediyenin çöp konteyneri girince bahçe gözlerinden saklandı. O da bu sırada sokağı gözden geçirdi. Elindeki adres kesinlikle yanlış olmalıydı.

Etrafta bilgi alabileceği kimse olup olmadığına bakarken, ellili yaşlarda bir erkeğin yaklaştığını görüp ona doğru ilerledi. Adamın yüzündeki gülümseme, dünyaya başka bir pencereden bakmanın ne kadar güzel olduğunun kanıtıydı sanki.

“Bakar mısınız?”

“Buyurun.”

Adamın gülümsemesine karşılık vermemek mümkün değildi. Tanıdık bir sıcaklık yayıldı içine bir an. O da gülümsedi.

“Elimde bir adres var ama doğruluğundan emin değilim. Kırkkonaklar dedikleri yer sadece burası mı?”

Adam cevap vermeyince, şaşırarak gözlerini elindeki kâğıttan kaldırdı. Yumuşacık gözler hala ona bakıyordu. Ama gülümseme neredeyse silinmiş, yerine tereddütlü bir bakış gelmişti.

Soruyu tekrar soracakken, birden yutkundu kadın. Daha sert baksaydı o gözler… Daha kan çanağı olsa… İlgisiz… Aşağılayıcı hatta. Yüzü donuklaştı, elindeki kâğıt sıktığı yumruğun içinde hırpalandı.

“Merhaba prenses.”

Tanrım çok yumuşaktı sesi. Pamuk kadar. İpek kadar. Sıcacıktı.

Hayallerindeki hoyrat görüntüyle alay eden adama öylece baktı kadın. Bilinci farkına vardığı bu yeni bilgiyi kabullenmeye direniyor ama adamın acı gülümsemesi karşısında yeniliyordu.

“Ne kadar büyümüşsün.”

Büyümüş müydü? Büyümüşse neden kendisini sekiz yaşında gibi hissediyordu?

O anda bahçeden fırlayan iki çocuk, “Baba!” naraları atarak adamın üzerine atladılar. İkisini de sırayla kucaklayıp öpen adamı kaskatı seyretti Berna. Gözlerinden bir damla yaş aktı.

Baba mı?

Oğlanları eve geri gönderen adam yanına yaklaşıp gözyaşlarını sildi. Onun kendisine dokunmasına karşı bile koymadan öylece bakarken, uykuda olduğunu… Hayır, bir kâbusta olduğunu düşündü.

“Gel prenses, eve gidelim.”

Duyduğu cümleyle bir anda silkinip kendine gelerek içinin bütün nefretini gözlerine topladı.

“Ben prenses değilim.”

Kadındaki değişim canını yakmış gibi acıyla taştı bir an adam. Sonra yumuşacık bir gülümseme ve ipeksi bir sesle, “Sen her zaman prensestin bebeğim. Sadece masalını canavarlar istila etmişti,” dediğinde bocalayan Berna, boş bulunup adamın uzattığı eli tuttu. Sonra da bırakmak gelmedi içinden.

Tanrım küçücük bir kız gibi hissediyordu kendisini. Nereye kaybolmuştu o asan, kesen, mahkeme salonunda karşısındakileri titreten Berna? Neden elini bu adamın elinden çekemiyordu? Neden kendisini güvende hissediyordu?

Bir an dehşete kapılarak hızla elini kurtardı adamdan.

Biraz önce seyrettiği evin bahçesine girdiler. Adamın eve yönelmesini umursamayarak bahçedeki oturma gruplarına doğru yürüdü ve onun yanına gelmesini bekledi.

Boğazına oturan yumruyu geçirmek çok zordu. Buraya alkolden yitip gitmiş, düşkün bir adamla konuşmaya gelmişti. Oysa bulduğu, sevgi dolu bir ailesi olan mutlu bir adamdı.

Babası bahçedeki çocukları eve sokarken, kapının önündeki kırk yaşlarındaki kadını göz ucuyla izledi. Çocukların annesi olmalıydı. Babasının karısı. Kendi ailesini bir kalemde darmadağın etmişken burada yeni bir aile mi kurmuştu kendisine?

Kıskançlık, yetersizlik, öfke paramparça etti yüreğini. Şaşkınlığın getirdiği bocalamayı atlattıktan sonra şimdi eski Berna idi. Peri masallarından çoktan vazgeçen Berna.

Yanına oturan babasına “Nezaket konuşmalarını bir kenara bırakırsak sevinirim,” dedi. “Sadece annemi ve beni hayatından neden attığını bilmek istiyorum.”

Bu kez şaşırma sırası babasındaydı. Adam önce cevap verecek gibi oldu, sonra sustu ve bir süre düşündü.

“Abimin sana söylediğini sanmıştım. Bilmediğinden haberim yoktu.”

“Neyi?”

Babasının suskunluğu içinde sabırsız bir hırçınlığa sebep oluyordu. Adamın yakasına yapışıp konuşuncaya kadar onu sarsmak istiyordu.

“Askerden döndüğümde, abim beni yanına çağırdı. ‘Bizimle kalır, iş bulursun,’ demişti. Buldum da. Bu arada da komşularının kızına çarpılmıştım. Annendi. Hep bizim evdeydi. Yengem de abim de ona evin bireyi gibi davranırlardı.

Abim evlenmemiz için aracı oldu ve ben dünyanın en mutlu adamı oldum.

Uzağa gitmedik, abim bize kendi yanlarındaki evi tuttu. Hemen ardından da sen dünyaya geldin ve mutluluğum katlanarak çoğaldı.

Sen okula başladığındaydı sanırım, kahvede bir konuşma çalındı kulağıma. Üzerinde bile durmazdım. Ama konuşan adam beni tuvaletten çıkarken görünce panikleyip küfür etti. Eve geldikten sonra da duyduklarım takıldı aklıma. Bulanmıştı bir kere yüreğim.”

“Ne duydun?”

“Metresini de piçini de kardeşine yamadı, şimdi yan evinde keyfini sürüyor,” demişti.

Saçlarının dibine kadar dehşetle sarsıldı Berna.

“Doğru olamaz bu.”

Sesinin çıkıp çıkmadığını bile bilmiyordu ama içinden geçen buydu.

“Ben de böyle düşündüm. Doğru olamazdı. Abim beni annenle ilişkisini rahatça sürdürebilmek için onunla evlendirmiş olamazdı. Bunca sene her çıktığımda ardımdan eve girip karımla âlem yapmış olamazdı.”

“Hayır, doğru olamaz. Annem bu kadar iğrenç bir şey yapmış olamaz. Baba, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”

Gözünün önüne gelen görüntüler bir anda karabasan gibi çöktü üzerine genç kadının. Amcasının durmadan eve gelişi, kendisinin sık sık uyku saati diye odasına gönderilişi, amcasının sevgi dolu olduğunu sandığı dokunuşlarına annesinin gülümseyişi, uykudan kalktığında annesinin her zaman darmadağın görünüşü…

Önüne bakan adam, hiç konuşmadan oturdu bir süre. Gözleri kederli ama aşmıştı. Berna’da ise dehşetten başka bir şey yoktu.

Midesi bulandı. Kusmak istiyordu. İçindeki pisliği bedeninde barındırması imkânsızdı. Kusmalı ve duyduklarını unutmalıydı.

Yerinden fırladığı gibi bahçenin kenarına gidip içinde ne varsa hepsini dışarı çıkardı. Yanına gelip kendisine destek olan babasının eline can simidi gibi yapışmıştı.

‘Metresini de piçini de…’

“Sen… Sen benim babam değil misin?”

Başını iki yana salladı adam.

Oh Tanrım. Yıllardır hayatını üzerine kurduğu her şey bir bir yıkılıyordu. Acıları, korkuları, güvensizlikleri… Hepsi yıkılıp Berna’yı bomboş bırakıyordu. Öyle bir boşluk ki, acıya bile razı bırakıyordu insanı.

“Ben bunu nasıl hazmederim? Ben bununla yaşamaya nasıl devam ederim?”

Adam sımsıkı sarıldı genç kadına.

“Atlatacaksın prensesim. Üzülme. Ben senin yanında olurum. Ben bırakmam seni. Baban olmasam da amcanım ve seni her zaman çok sevdim. Hiç vazgeçmedim sevmekten.”

Kendisine sarılan kollara teslim olup içindeki bütün acıyı ağladı Berna. Zehir gibi yüreğini siyaha bulayan bütün çirkinlikler adamın sarılışıyla toprağa karışıp gitti sanki.

Evdeki kadının ve çocukların merakla yanlarına geldiğini, adamın onlara gözleriyle uzaklaşmalarını işaret ettiğini görmedi. Ağacın altına götürüp yanına oturttuğunu, sarılıp bir bebek gibi sallayışını fark etmedi. Kulağına ‘Bebeğim, bir tanem, prensesim, özlediğim’ dediğini duymadı.

Sonra, çok sonra içi tamamen arındı sanki. Adamın fısıltıları kulağına ulaştı, sakinleştirdi onu. Dokunuşlarından yüreğine akan sevgiyi kokladı, ısındı. Kendini güvende hissetti. Sevgisini kaybettiğinde bütün hayatını demirden bir yumruk gibi dağıtan bu adam, onu hep sevmişti. Hep. Ve bu, sadece bu, bir ilaç gibiydi.

“Seni çok seviyorum baba,” dedi.

“Ben de seni çok seviyorum prensesim.”

Gözlerini kurulayıp biraz toparlanmaya çalıştı.

“Ya annem? Ona ne oldu?”

“Onunla önce yüzleştim, inkâr etti. Sonra gözlerimle gördüğümde, kovdum evden. İçkiyle unutmaya çalıştım, olmadı, Arada senin gözlerini görüp kahrolmaktan eve gelemez oldum. Sonra duydum, abim seni İstanbul’a okula yazdırmış. Sonra da annenin öldüğünü duydum.”

Gözyaşları dünyayı bir kez daha sakladı gözlerinden. O yüzden mi gelmemişti annesi onu almaya? Yoksa yaşasa da gelmez miydi?

Bunun canını acıtmadığını fark etti. Onun canı sadece yanındaki adamın kollarından uzaklaştığında yanmıştı. Kendisini gerçekten seven tek insanın o olduğunu galiba hep anlamıştı. Ne annesi, ne amca diye bildiği babası…

“Benim babam sensin.”

“Benim, prensesim. Sen yeter ki beni iste, ben senin için ölürüm.”

“Baba?”

Küçük, şaşkın bir ses duyup başını kaldırdı Berna. Oğlanların küçüğü gelmiş, babasının kucağına oturmaya çalışıyordu.

“Gel bakalım aslanım. Ablanla tanışmak ister misin? Bak bu senin ablan Berna. Bu da Cüneyt, ablası…”

Çocuğun yanağını sevgiyle okşadı Berna. “Merhaba Cüneyt. Senin gibi tatlı bir kardeşim olduğu için çok şanslıyım.”

Utanarak yüzünü sakladı Cüneyt, sonra tekrar merakla açıp gülümsedi.

“Gel prenses, eve gidelim. Orada seni çok merak eden iki kişi daha var.” Babasına gülümseyerek kalktı Berna. Gözlerini kuruladı. Yüreğine çöreklenen senelerin kederini arkasında bırakıp eve yürüdü.