Tünel Bölüm 40
Salona geri dönüp koltuğa oturduktan ancak birkaç dakika sonra toparlanabildi Berna. Bilincini ele geçiren gerçekle, bütün duvarları ardı adına yıkılmıştı. Bedeni üzerindeki kontrolünü kaybetmiş gibi, titremesini bile durdurmaktan acizdi.
Alper gidecekti. Gidecek ve Berna onu bir daha hiç görmeyecekti. Bundan böyle onunla aynı havayı paylaşıyor olmakla bile yetinemeyecekti. Berna’yı yapayalnız bırakıp gidecekti.
İçindeki dehşet bütün bedenine yayılırken Emre’nin gözlerine ilişti gözleri. Kendisine dikilen o maviliklerdeki farkındalığı algıladı. Artık kaçacak hiçbir yer kalmamıştı. Biliyordu. Berna’nın bilemediğini o biliyordu. Emre her şeyin farkındaydı.
Sessizce kabullendi bilineni. Artık inkâra, kaçmaya, oyuna gücü yoktu.
Emre genç kadının yaşadığı yıkıma şahit olmanın rahatsızlığıyla bir an ona sarılmak istedi, yapmadı. Bu, Berna’nın tek başına atlatması gereken bir fırtınaydı. Emre’nin desteği ona sadece biraz daha kaçmak için bahane olurdu.
Yargılamadan, ayıplamadan baktı eski karısına. Onların arasında kelimeler gereksizdi. Yıllarca paylaştıkları, ne olursa olsun sevgiydi. Ama aşkın getirdiği o sıcaklık da yoktu artık gözlerinde.
“Konuşmak ister misin?”
Başını iki yana salladı Berna. Ne söyleyecekti ki?
“Ben hala seni seven Emre’yim. Sevginin türü önemli değil. Sen benim için önemlisin. Hayatın boyunca tereddütsüz omuzunda ağlayacağın insan olmaya devam etmek isterim.”
Berna bu adamı neden bu kadar sevdiğini biliyordu. O özeldi. Herkesten özel.
“Dağılıyorum Emre ve bunu durduramıyorum.”
“Parçaların doğru yerlerine oturması için gereken budur belki de.”
Ellerine bakarak bir süre sustu genç kadın.
“Emre seni seviyorum. Hep sevdim. Bunun tek bir anı bile yalan değildi.”
“Biliyorum.”
“Sadece ben yalandım.”
“Biliyorum.”
“Özür dilerim.”
“Dileme. Ben de bu yalanı oynamayı kendim tercih ettim.”
“Sen her şeyi bağışlayabilirsin Emre. O kadar yüce ki gönlün. Ama ben yapamam. Bağışlamanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum.”
Tanıdığından bu yana ilk kez dürüsttü Berna. Kendisine de, Emre’ye de.
“Oyundan vazgeçtiğin an bağışlamaya başlamışsındır belki de.”
“Tanrım, bu kadar iyimser olmayı nasıl başarıyorsun?”
Bir süre genç kadını izledi Emre. Gerçekten kaybolmuş ve bitik görünüyordu.
“Bana baksana. Ne görüyorsun?”
Ne mi görüyordu? Anlamadı Berna.
Emre yüreklendirdi onu. “Bir insan?”
Başını salladı.
“Şimdi evin dışına çıkıp eve baktığını düşün. Beni görüyor musun?”
Başını pencereye çevirdi kadın. Evin dışından, pencereden bakarsa Emre’yi görebilirdi ama ne alakası vardı şimdi bunun?
“Belki hala görebiliyorsundur. Bulutların yanına çık Berna. Oradan bak. Beni görebiliyor musun?”
Başını iki yana salladı genç kadın. Cevap vermesi değil, anlaması gereken bir konuşma yapmakta olduklarını sezmişti.
“Belki evi görebilirsin. Sokakta dolaşan insanları ve arabaları da… Ama kimin kim olduğunu anlayamazsın.”
Gözlerini kapatıp bulutların üzerine çıktı genç kadın. Evet, evler… Karınca kadar küçük insanlar…
“Atmosferin bittiği noktaya git şimdi. Ne görüyorsun?”
Hayalinde canlanan engin mavilikte yukarı süzüldü Berna. Sağa sola uçuşan bulut kümeleri vardı etrafta. İçlerinden geçip daha da yukarı çıktı. Bir uçak geçti yanından, içindeki insanları görebilmişti aslında. Ama Emre’yi göremezdi elbette. Atmosfer daha yukarıda olmalıydı. Atmosferin oralar mavi mi olurdu, siyah mı, bilmiyordu.
Dünya karşısındaydı. Kocaman, ama aslında küçücük… Dönüp arkasına baktı. Siyahtı. Aralarda beyaz yıldızlar… Ay. Küçücük bir top…
“Biraz daha git Berna.”
Dünya… Ay… Güneş… Gök taşları… Gezegenler… Küçücüktü hepsi. Arkasına baktı, karanlıktı…
“Samanyolunun dışına çık.”
Karanlık… Dünya yoktu. Ay yoktu. Göktaşları vardı. Bir sürü…
“Dünya nerede Berna?”
Ufak göktaşlarından herhangi birisi Dünya olabilirdi. Ya da belki şurada bir başka samanyolu mu vardı? Onun içinde mi kalmıştı?
“Sana el sallıyorum Berna. Görebiliyor musun?”
Göremezdi ki. Oradan bakınca Emre bir toz parçası kadar bile büyüklüğe sahip değildi.
“Evrenin tümü içerisinde ne kadar önemsiz olduğumuzu şimdi anlıyor musun?”
Anlıyordu.
“Ben kızsam, üzülsem, sevsem, nefret etsem… Evrende neyi değiştirebilirim sence?”
Güldü genç kadın. Komik gelmişti. Samanyollarından bir tanesinin içindeki minik bir göktaşında kızgın bir Emre.
“Kendime neden gereksiz bir önem veriyorum? Yaşadığım bu küçük dünyada neden çok önemli olduğumu sanıyorum? Ben aslında yokum ki… Hiçim.”
İçindeki sıkıntı bir an öyle saçma geldi ki, kahkaha atmak istedi Berna. Attı da. Ona bakıp, Emre de güldü. İkisi de, evrenin öteki tarafında, samanyolunun dışında bir yerlerden Berna’nın kaygılarına güldüler.
Kahkahaları durulduğunda gözlerinden yaş gelmiş, ama aralarındaki kara bulutlar da dağılmıştı.
“İnanılmaz bir insansın Emre. Teşekkür ederim, gerçekten. Kendimi bir anda gereksiz bir toz parçası gibi görmemi sağladın. Eğer hepsi buysa, deli miyim üzüleyim?”
“Aferin benim kızıma. Her şeyi siktir et, sadece keyif almak için günü yaşa gitsin.”
“Pekâlâ. Buna biraz uykuyla başlayacağım. Yarın düşünmeye, biraz uzaklaşmaya, kendimle barışmaya ihtiyacım var. Aramazsam, gelmezsem, telefonum açık değilse merak etme, olur mu?”
Yerinden kalkıp kadının yanına gitti Emre. Uzanıp saçlarından öptü. Gözlerine sıcacık bir sevgiyle bakıp, “Ederim,” dedi. “Ama aramanı beklemem.”
Ve uyudu Berna. Saatlerce… Günün neredeyse tamamında… Sonra gece…
Sabah gün ağarmadan kalktı. Duşunu aldı. Bir iki parça peynirle kendisini kahvaltı yaptığına inandırdı. Küçük bir çanta hazırladı. Çıkmadan önce küçük odaya gidip Emre’ye kapıdan baktı. ‘Teşekkür ederim,’ diyen fısıltısı duyulmadı.
Evden çıkıp arabasına gitti. Çantayı bagaja attı. Kontağı çalıştırıp yola çıktığında, güneş bile gözüne miskin göründü.
Emre daha geç kalktı. Dinlenmiş, huzurlu. İçinde kayıp duygusu yoktu. Aksine, bir şeyler kazanmış gibi mutluydu. Sekiz sene sonra ilk defa, her şey doğruydu.
Berna’nın gittiğini anladığında, içi yine de burkuldu. Onun kaybolmuş ruhunu tek başına araması içini acıtıyordu. Ama her ruh kendini ancak yalnız kaldığında bulurdu.
O, tünelde yalnız kalmıştı ve hayatı bambaşka bir yöne dönmüştü. Artık Berna yoktu. Ne karısı ne sevgilisi olarak… Arkadaşı olarak kalmasını ise sadece umut edebilirdi.
Berna yoktu ama bir karısı vardı. Çok sevdiği bir insan olarak… Mira olarak. Onun karnında da çocuğu vardı.
Tuzak, pusuya yatmış bekliyordu. Düzenin bozulmaması için, Mira ile evli kalıp çocuğu birlikte büyütmeleri beklenirdi. Herkes ne kadar da mutlu olurdu. Mira hariç. Emre hariç. Onlardan da mutluluk oyunu oynamaları beklenirdi.
‘Ben daha hiç kimsenin elini tutmadım. Gözlerine bakmadım. Kalbim bir kez bile gerçek anlamda çarpmadı.’
Hala kimsenin elini tutmamıştı Mira. Kalbini gerçek anlamda çarptıracak insanla henüz tanışmamıştı. Düzen bozulmasın diye, onun elinden ne büyük bir yüzsüzlükle alırlardı bu hakkı.
Ama Emre buna alet olmayacaktı.
Mira küçüktü. Çok akıllı olabilirdi ama kurnazlığı tanımıyordu. Ve düzen kurnazdı. Mira’nın Emre’ye âşık olduğunu sanmasına neden olacaktı.
Çünkü Mira böyle büyütülmüştü. Anne ve baba birbirine âşık olur, çocuk yapar, sonsuza dek mutlu yaşarlar.
Farkında olmasa bile Mira kendisini Emre’ye âşık olmak zorunda hissedecekti. Sonra buna kendisi de inanacaktı. Seneler sonra, gerçekten hoşlandığı biriyle karşılaştığında, artık çok geç olacaktı.
Emre düzenin oyunlarını yeterince oynamıştı. Mira’nın da kendisi gibi kurban olmasına izin vermeye hiç niyeti yoktu. Varsın düzen bozulursa bozulsun… Varsın başkaları rahatsız olursa olsun… Mira, kalbini çarptıracak o ilk erkeği bulmakta özgür olacaktı.