Tünel Bölüm 28

Tünel Bölüm 28

Baktığını görmeyen gözler yoruluyor olsaydı, Berna bitkinlikten bitap düşmüş olurdu. Oysa yorgun değildi.

Bir hafta boyunca evde Emre yokmuş ve kendisi de olaylardan hiç etkilenmeden onu silip atmış gibi davranmaya çalışmaktan o kadar yıpranmıştı ki, cumartesi ve pazar günlerini hastalıklı bir uykunun kucağında geçirmişti. 

Kazadan bu yana yaşadığı her olay anlamını yeni yeni bulmaya başlamıştı. Yaşadığı ilk şok etkisini yitirmiş; gerçek sarsıntı, artçı darbeler halinde hayatını acımasızca altüst etmeye başlamıştı.

Emre’nin neredeyse ölecek olması, onun gittiği gün mutfakta bulaşık makinesini yerleştirirken bilincine bir anda sızmıştı mesela. Acıdan nefesi kesilmişti. Onu toprağın altına bırakmanın, nefes almadığı bir dünyada yaşamaya devam etmenin nasıl olacağını düşününce ellerindeki etler kemiklerine kadar sızlamıştı. Gözlerini kapatıp derin derin nefes almış, üzerine sinen kasvetin geçmesi için uzun bir süre beklemesi gerekmişti.

Emre’nin hastanedeki hali de, koltukta oturmuş kahvesini yudumlarken, bir anda bir film karesi gibi gözlerinin önünde belirivermişti. Onun ne kadar sarsılmış olduğunu hiç anlamadığını fark etmek canını acıtmıştı.

Şimdi tünelde o kızla yaşadıklarını bilerek, onun hastanedeyken hayatta kalmış olmanın yıkıntısını yaşadığını anlayabiliyordu.

Ölümün soğukluğu değildi Emre’yi değiştiren. Berna’dan başka biriyle birlikte olup, hiç ihtimal vermediği halde Berna’nın yanına dönmüş olmaktı.

Onun duygularını bir de bu gözle gördüğünde, gömleğinin yakasında ruj izleriyle eve gelen babasıyla olan benzerliği yavaş yavaş silinmeye, Emre ve babası gerçekte oldukları gibi yeniden farklı yerlerdeki çizgilerine oturmaya başlamıştı.

Artık aklına Emre geldiğinde, ilk olarak onun kendisine ihanet etmiş bir adam olduğunu düşünmekten yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Bunun yerine kafası karışmış, hatta hayattan ürkmüş bir adam görmeye başlamıştı.

Ürkmekte de haklıydı galiba. Ağva’da kendisine nasıl dokunduğunu, nasıl bir özlemle öptüğünü hatırladığında, bunun aslında kaybedeceği değerli bir şeyle vedalaşması olduğunu anlıyordu. Bir erkeğin saf sevgisi bundan daha güzel anlaşılabilir miydi? Emre’nin kendisine olan aşkının derinliğini hissederek geçirmemiş miydi o saatleri?

İş işten geçtikten sonra edindiği bu yeni bakış açısı, Emre’ye verdiği tepkinin çirkinliğini beynine bir balyoz zarafetiyle işlemeye başlamıştı. Ne yapmıştı? Nasıl bu kadar çirkin ve ucuz olabilmişti? Özünde bu muydu yoksa? Aldatılmayı sindirememiş bir çirkef.

Emre’nin boş bakışları bunu görmüştü işte. Kocasının tepkisizliği suçlu hissetmekten değil, böyle bir Berna ile karşılaşmış olmaktandı.

‘Aptal! Aptal! Aptal!’

Emre fazla iyiydi. Elinden gelse herkese yardım etmek, yaşamlarını iyileştirmek isterdi. Dünyaya yaydığı sıcacık enerjisi bile, çevresindeki insanlar için hayatı anlık bile olsa güzelleştirirdi.

Emre buydu. O kıza yaptığı da bu olmalıydı. Sahip olduklarını başkalarıyla paylaşmak… Süregelen yaşam içinde yaptığı bir seçim değildi, ölüme dair bir seçimdi. Ağva’da söylediği buydu.

Onun babası gibi olduğunu nasıl düşünebilmişti ki? İstese hiç bahsetmezdi yaşadıklarından, hayat da gül gibi akıp giderdi. Ama o karısına dürüst olmuştu ve sonra da dürüstlüğünün bedelini ödemişti.

Oysa bir yardım eliydi Berna’dan beklediği. Yaşadıklarını hazmetmek için Berna’nın desteğine ihtiyacı vardı. Bir yolunu bulmaları çok mu zordu? Onun kendisiyle ve yaşadıklarıyla barışması için yanında olunmayı hak etmiyor muydu Emre?

‘O bunu hak ediyor ama sen Emre’yi hak etmiyorsun.’

Boşanma dilekçesini burnuna uzattığında kendisini çok mu güçlü hissetmişti sanki? O ana kadar hep beklemişti Emre. Berna’nın kendisini anlamaya çalışmasını, anlamasa bile bunun için çaba harcamasını, yanında yer almasını beklemişti. Ama dilekçeyi uzattığında ‘Boşandıktan sonra sana anlatacak bir şeyim olacağını hiç sanmıyorum,’ dediği an, işte onu gerçekten kaybetmeye başlamıştı.

O andan sonra da içindeki kızgınlık balonu giderek sönmeye yüz tutmuştu. Emre ile o yokmuş gibi davranarak geçirdiği o bir haftalık sürede dilekçeyi işleme koymak aklına bile gelmemişti. Ama aralarına diktiği o duvarı aşıp kocasıyla nasıl iletişim kurabileceğini de bilememişti.

Ve Emre gitmişti. Birkaç gün burada olmayacağını söylemişti. Ne kadardı acaba birkaç gün ve nereye gitmişti?

Gitmesi gereken bir işi yoktu artık. Güler yüzle karşılandığı bir evi de yoktu. Yeni makinesiyle yollarda tek başına düşünmek istemiş olmalıydı. İnsanın yanında kendisine destek olacak bir karısı olmayınca, yalnızlığın daha çekici olması normaldi.

Kendisinin Alper’i vardı. Her sıkıntısında koşarak yanına gelen, başı dertte olsa, Emre’ye ulaşamasa ilk arayacağı kişi her zaman oydu. Peki ya Emre’nin?

Alper onun da ilk arayacağı kişiydi ama şu an Emre’nin ihtiyacı o değil, Berna idi.

Alper de tokat fiyaskosundan sonra ortalarda hiç görünmemişti. Tam dokuz gün olmuştu ve adam ne aramış ne de gelmişti. Şirkette de hiç karşılaşmamışlardı. Berna odasından çıkmayıp onun gelmesini beklemiş ama Alper gelmemişti.

Nasıl bir ruh haliyle onu tokatladığını asla anlayamıyordu Berna. İçinde bulunduğu sıkıntıların hiçbirinden o sorumlu değildi. Ama sanki her şeyin nedeni oymuş gibi, öfkesini ondan çıkarmıştı.

Alper ile arasının bu yüzden bozulmayacağına emindi. Anlayışla karşılardı Berna’yı. Hep öyle yapardı zaten. Platonik aşkı dokuz senedir şiddetini hiç yitirmemişti. Bu elbette bir şakaydı aralarında. Berna’ya kendisini canlı hissettiren, içindeki kadını onore eden bir şaka…

Ama bahçede o söylediği, şaka olmanın ötesine geçmişti. ‘İstersen bırak da…‘ Sanki Berna onu sevgilisinden özellikle ayrı tutuyormuş gibi… Sanki Berna bunu hep yapıyormuş gibi…

Selda’ya özleyecek kadar değer verdiğine bile inanamazdı zaten. Hanım kızımız özlendiğini duyunca ablak suratı fener gibi aydınlanmış, aval aval sırıtmıştı adama. Bunun doğru olamayacağını anlayamamıştı bile salak.

Selda Alper için yetersizdi. Ağzının içine düşerdi adamın. Gel Selda, git Selda… Ne isterse yapardı. Oturmamış bir kişilik, elle tutulacak hiçbir yanı olmayan ezik bir karakter…

Alper hep böylelerini seçerdi zaten. Birkaç günlük ya da haftalık ilişkiler kurardı. Sevgililerinin hiçbirisini sevememişti Berna. Daha ilk günden, süreleri üzerine Alper ile bahse girerdi. Alper’in kulağına ‘en fazla üç gün’ derdi kızla ilk el sıkışmadan sonra, o da gülerdi. Ama dördüncü gün Alper yalnız gelirdi buluşmalarına.

Onun ağzında eğreti kalmıştı Selda’yı özlemek. Emre’yi özlerdi. Berna’yı özlerdi. Ama Selda’yı özlemek… Ya da bir kadını özlemek… Komikti.

Neden ortalarda yoktu bu adam? Emre’nin gittiğini biliyor olmalıydı. Acaba kızı da biliyor muydu? Biliyorsa kendi yanında olması gerekmez miydi? Şu an ona en ihtiyaç duyduğu an iken neredeydi?

Emre gitmeden Alper’e nereye ve ne kadar süreyle gittiğini söylemiş olabilirdi. Onunla konuşup ne bildiğini öğrenmeliydi. Bunun için de eğer o kendisine gelmiyorsa, kendisi onun yanına gitmek için bir neden bulurdu…

Odasından çıkıp Alper’in kapısını tıklatmaya gerek duymadan açtı. Alper bilgisayara dalmış, gelenin kim olduğuyla bir süre ilgilenmemişti. En sonunda dönüp Berna’yı gördüğünde, “Selam,” dedi.

“Selam. Adliyeye gidecek misin öğleden sonra?”

“Evet. Bir saat sonra çıkacağım.”

“Korkmaz Bey’e kararının infaz büroya düştüğü söylenmiş. Ama UYAP’ta kararı göremiyorum. Gerçekten düşmüş mü, gittiğinde bakar mısın?”

“Tabii bakarım.”

“Tamam, döndüğünde görüşürüz,” deyip kapıyı kapattı. İşte bu kadardı. Adliye dönüşü Alper kendisine gelecekti. Sonra da belki birlikte çıkar, bir yere oturur konuşurlardı. Ya da eve giderlerdi. Bilmiyordu. Öncelik, Alper’i kendisine getirtmekti, bu da hallolmuştu. Alper ile aralarındaki bu huzursuzluğu gidermeleri gerekiyordu. Onun neden o cümleyi kurduğunu bilmek istiyordu. Sonuçta onlar arkadaştı. Arkadaştan öteydi. Onlar aileydi.