Tünel Bölüm 27

Tünel Bölüm 27

Mira, içeri giren annesinin kendisini sarıp sarmalayan göğsünde üç yaşında bir çocuk gibi kaybolmuş, seviliyor olmanın tadını büyük bir açlıkla bedenine hapsetmişti. Babası ve dayısının da odada olduğunu biliyor ama anasının kokusunu terk etmek istemediğinden yerinden bir milim bile kıpırdamıyordu.

Annesinin bedenindeki gerginlik neredeyse elle tutulabilirdi. Elinden gelse kuzusunu yeniden rahmine alıp başına gelecek her tehlikeye kendisini siper ederdi.

Elinden gelse…

“Kuzum, bebeğim,” diyerek saçlarını, yanaklarını öptü. Elleriyle yüzünün her noktasını okşadı.

“Annem.”

Sonunda biraz ayrılabildiklerinde Mira’nın gözleri babasını arayıp buldu. Adam kapının yanında, ne yapacağını bilmeden öylece durmuş, onları seyrediyordu.

Mira gülümseyerek, “Babam,” diyerek ilk adımı atmak istedi. Adamın gözlerine yerleşen ışıltı, en az annesinin sarılışı kadar sevgi akıttı yüreğine.

Dayısının “Korkudan öldürdün bizi eşek sıpası,” diyerek gelip alnından öpmesiyle bir kıkırtı kaçtı dudaklarından. Odadaki üç kişi, bu sesle birbirlerine baktı. Çok uzun olmuştu kızlarının yüzüne bir gülümseme bile uğramayalı.

“İyiyim artık.”

Babasının yanına gelip elini tutmasıyla annesi ve dayısı yataktan biraz uzaklaştılar. Adam gergin, yenikti.

“Kızım. Ben senin babanım. Seni korumak için elimden ne gelirse yapmak zorundayım.”

Konuşmak çok zordu. Ölüm fermanını okumak gibi…

“Duydukların…”

Mira’nın yüzüne yerleşen kasveti görmemek için gözlerini yatağa dikti. “Mecburum kızım. Acı da çeksen, beter bir hayata da gitsen, yaşamanı istiyorum. Gül yüzünü arada da olsa göreyim istiyorum.”

Anlamak için çaba harcıyordu Mira.

“Ben yaptığım her şeyin sorumluluğunu üstleniyorum baba. Yanlış bir şey yapmadım. Seçimlerimle hayatımı başımı eğmeden sürdürürüm. Neden beni sanki temizlenmesi gereken bir lekeymişim gibi bir erkeğe yamamaya çalışıyorsun?”

Nasıl anlatacaktı ki? Kendi aklının bile almadığı o vahşetin kızını arayıp bulacağını, barbar çığlıklarla kuzusunu infaz edip bununla köpekler gibi gururlanacaklarını… O bunlardan uzak büyütmüştü çocuklarını. Şimdi Mira’nın içinde bulunduğu tehlikeyi anlamasını nasıl bekleyecekti?

“Sen leke değilsin. Ne yaparsan yap, olmazsın. Ben sana her zaman inandım kızım. Sen de bana inan.“

Gözleri mutlulukla doldu genç kızın. Babasından bunu duyduktan sonra, en büyük acılara cesurca göğüs gerebilirdi.

“İnanıyorum baba. O zaman açıkla bana. Neden o adam?”

“Seni incitecek güç bir tek Mustafa’da var Mira. Vermezseniz köye haber salarım, diyor.”

Köye mi? Köyle ne alakası vardı ki Mira’nın? Dedesi, ninesi, amcaları, halası ve onların çocukları, hatta onların da çocukları vardı orada ama Mira’nın hiç yakınlığı olmamıştı ki onlarla. Çocukluğundan bu yana gitmemişti bile Sarıkamış’a.

“Benden köye ne baba?”

Riyakâr töreler… Amcaoğullarının Kars’ta metres tuttukları sanki bilinmezmiş gibi kimse sözünü bile etmezdi. Ama söz konusu kendi ailelerinden bir kadın oldu mu, dünyanın en büyük günahını işlemişçesine naralar atarak peşine düşerlerdi. Bu yalan inanışlardan kaçmıştı Celal yıllar önce, ama yine gelip kendisini buluyordu işte…

“Senin namusunu kendilerine görev bilir onlar Mira. Evli bir erkekle olman onlar için en büyük günah. Günahı ailelerinde barındırmak istemezler. Onu dünya üzerinden silmeden rahat etmezler. Seni o aç kurtların pençesinden koruyamam ben kızım.”

Şakaklarını ovuşturarak gözlerini kapattı Mira. Duyduklarını anlamaya, babasının davranışlarıyla örtüştürmeye çalışıyordu. Yani şimdi akrabaları onu öldürmek mi isteyeceklerdi? Babası bunun için mi evlendirecekti onu Mustafa ile? Namus nasıl temiz olacaktı ki onunla evlenince? Zaten nasıl kirlenmişti ki?”

“Bırak şansımı deneyeyim baba. Ölümden daha çok korkarım ben o adamdan.”

Gözlerini umutla babasına dikmiş, bir kabulünü dilenir olmuştu. Annesinin sessiz hıçkırıkları içini parçalıyordu.

“Bir baba bunu yaşamak ister mi? Kardeşlerini de tehlikeye atarım seni Mustafa’dan kaçırırsam. Bu beni öldürmüyor mu sanıyorsun? Kahroluyorum. Çaresizliğime yanıyorum.”

Babasının yıkılmış bedeninden sevgisi, acısı oluk oluk aktı Mira’nın kalbine. Emre’nin verdiği umut yavaşça soldu.

Nasıl inanmıştı ki onun her şeyi yoluna koyabileceğine? Okuyacağına… Hayatını kurabileceğine… Bırakmazlardı ki. Babasının gözlerindeki korkuyu tanımıyordu ki Emre. Kendisi de ilk kez görüyordu. Yüreğinin ta derinlerinin buz kesmesine yetmişti onun korkusu.

‘Orada ölmeliydim.’

Kızının yüzündeki pırıltının sönüşünü, ölüm donukluğunun gözlerine yerleşmesini seyrederken, göğsünün sancıdığını hissetti Celal. Canlı canlı mezara giren biriydi kızı şu an. Sadece ailesi için vazgeçiyordu kendinden.

Odanın kapısında içeriden hiç ses gelmediğini fark ederek duraklayan Emre, bir kenarda ağlayan anneyi, duvara tutunmasa ayakta duramayacakmış gibi görünen dayıyı, yatağın yanında omuzları çökmüş olan babayı gördü. Mira babasının arkasında kalıyor, Emre onun yüzünü göremiyordu.

Odadaki sessizlik büyük bir felaketin habercisi gibi kulaklarının zonklamasına neden oldu. Bir an önce Mira’yı görebilmek için içeri yürüdü. Yatakta gördüğü bembeyaz ve vazgeçmiş beden, içini bir anda dolduran öfkenin sınırlarını parçalayıp ortaya dökülmesine neden oldu.

“Ne yaptınız yine ona!”

Yatağın yanına gidip Mira’nın elini tutmak ve ona güç vermek istedi ama Mira kendisini Emre de dâhil herkese kapatmıştı.

Aslan “Burada yeterince yıkıma neden oldun. Bence artık geldiğin yere, karının yanına geri dön sen,” derken artık kızgın değildi. Mira ile babasının konuşmasında bütün öfke, kırıklık gitmiş, yerini kaçınılmazı kabullenişe bırakmıştı. Ablası bile ağlamıyordu artık.

Emre kaygıyla onlardaki bu değişime, sonra yeniden Mira’ya baktı.

“Mira benimle geliyor.”

Odaya bomba düşse, bundan daha az bir etki bırakırdı. Üçü de boş bakışlarla Emre’ye bakıyordu. Mira ise başını bile kaldırmamıştı.

Emre yanlış bir şeyler olduğunu hissediyor ama ne olursa olsun onlara engel olacağına ant içmiş, kızın yanından ayrılmıyordu.

“Niye, metres mi lazım sana?”

Aslan’ın buz gibi sözleri hepsinin canını yaktı. Emre’nin bile.

Şaşkın bakışlarını dayıya dikti genç adam. “Yeğenin için düşünebildiğin tek şey bu mu senin?”

Bu soruyla şaşaladı Aslan. İtiraz veya inkâr cümlelerine hazırdı ama bu başka bir şeydi.

“Mira’nın ne kadar özel bir insan olduğunu sadece ben mi görebiliyorum bu odada? Sizce o kimsenin metresi olur mu? Ya da değer görmeyeceği birisinin karısı?”

Mira’nın babası, ilk kez Emre’ye bakarak sırtını dikleştirdi. Doğrudan gözlerinin içine baktı. Soğuk, uzak, yargılayıcıydı. Omuzlarını hep düşük gördüğü adamın bir anda panter gibi karşısına dikilmesi Emre’yi şaşırttı.

“Biz onu senden daha iyi tanırız. Onun değerini senden iyi biliriz. Onun için en iyisini isteyecek sadece biziz. Ailesi. Annesi, babası, dayısı… Sen kimsin? Karşımıza geçmiş cak cak konuşup durdun. Şaşkınlığımızı, kederimizi kullanıp bizi sindirebileceğini sandın.”

Daha da yaklaştı Emre’ye.

“Ben kızımın saçının teline zarar gelmesin diye ölürüm, anladın mı beni!”

Anlamıştı Emre ve adama kaçırmadan diktiği gözlerine saygı dolu bir bakış yerleşmişti.

“Kızım için neyin iyi olacağını oturup konuşacağız. Ne olacaksa buna hepimiz birlikte karar vereceğiz. Ama bunun içinde sen yer almayacaksın.”

İki erkek burun buruna duruyordu artık. Gözlerinde meydan okuyan bakışlar karşısındakini sindirmeye odaklanmıştı. Ama pes eden yoktu.

“Korkarım bu mümkün olmayacak.”

Cevap yoktu. Artık kimse nefes de almıyordu sanki. Bu adamın bu kadar özgüvenle konuşması karşısında tetikte, bekliyorlardı.

“Şu an hepinizden daha fazla benim hakkım var Mira’nın üzerinde.”

Mira başını kaldırıp Emre’ye baktı. Babasının önünde kendisinden ve gücünden emin, dimdik duruyordu. Bir an için dönüp güven vermek istercesine Mira’ya baktı, sonra yeniden Celal’in gözlerine dikti gözlerini. “Karnında benim çocuğumu taşıyor.”