Tünel Bölüm 26

Tünel Bölüm 26

Mira gözlerini açtığında ilk gördüğü Emre’nin o muhteşem mavilikle yumuşacık bakan gözleri oldu. Aynı rüyalarındaki gibiydi.  Hiç sesini çıkarmadan gülümsedi, öylece kayboldu derinliklerinde.

Sonra aklına gelip, en önemli şey buymuş gibi “Uyanmayacaksın sandım hastanede,” dediğinde, Emre bu korkunun onda ne büyük bir iz bıraktığını kemiklerine kadar hissetti.

“İyi olduğunu öğrenmeden gitmek istemedim. Ama dayım götürdü beni.”

Halsizliği sesinin titremesinden belli oluyordu.

Gülümseyerek “Biliyorum, haberim var,” dedi genç adam.

Tedirgin gözler kapıya kaçamak bir bakış attıktan sonra yeniden Emre’ye odaklandı.

“Neden buradasın?”

Neden buradaydı?

“Nasıl olduğunu bilmek zorundaydım.”

Gözlerini kapattı genç kız.  Artık nasıl olduğunun hiç önemi yoktu. Artık o adam vardı. Her gördüğünde bütün bedenini korkuyla titreten, bakışlarıyla kanını tiksintiye boğan o adam…

“Mira, yaşadıklarını aşağı yukarı tahmin edebiliyorum. Bir şeyi çok iyi anlamanı istiyorum. İhtiyacın olduğu sürece senin yanında olacağım.”

Olamazdı ki… O adam buna izin vermezdi… Midesindeki bulantıyı bastırabilmek için insanüstü bir çaba vermesi gerekti.

“Ben iyiyim Emre. Hayatına dön ve sevdiklerinle tıka basa bir seksen yıl daha yaşa.”

Kendisi de hayatta kalmanın bir yolunu bulurdu herhalde, değil mi?

‘Orada ölmeliydim,’ diye düşündü. Sevgi dolu bir hayata muhteşem bir finalle veda etmiş olurdu. Şimdiyse…

“Sen ne yapacaksın peki? Sınava çok az kaldı ama pek de çalışıyor gibi değilsin.”

Sınav. Üniversite hayalleri. Öğretmen olmak… Kendi ayakları üzerinde durmak…

“Sınava girmiyorum.”

Biliyordu Emre. Ta derinlerinde biliyordu bunu.

“Neden?”

“Evleniyorum.”

Babasından, annesinden ya da dayısından duysa bu kadar şaşırmazdı bu sözcüğe ama Mira’nın ağzından duyduğu an sersemlemişti. “Hayır!” diye haykırarak ayağa fırladı.

Ellerini kızın başının iki yanına koyup gözlerini gözlerine dikti. Anlaması için hecelemesi gerekiyormuş gibi tekrarladı.

“Hayır.”

“Sevinirsin sanıyordum. Evliliğin ne kadar güzel bir şey olduğunu bana anlatan sen değil misin?”

Mavi gözler yeşil gözleri esir aldı.

“Oyun oynamayı bırakalım mı Mira?”

Başını iki yana sallayarak hayır dedi genç kız.

“Yapamam.”

“Ufaklık, biz o tünelden bir cezaya mahkûm edilmek için kurtulmadık. O delikte bana anlattığın hayallerini yaşaman için ne gerekirse yapacağım. Bunun için ailenle ya da dünyanın geri kalanıyla savaşmam gerekirse savaşacağım. Ama bunu kendin için önce senin istemen gerek Mira.”

Hala bir hayat pırıltısı yoktu kızın gözlerinde. Hala pes etmiş, inancını yitirmiş bakışlar vardı derinliklerinde.

“Kendini yanlış bir şey yapmış gibi hissettirmelerine izin verme. Biz yanlış bir şey yapmadık, bunu ikimiz de biliyoruz. İstemediğin hiçbir şeyi yapmak zorunda değilsin. Hayallerinden vazgeçmek zorunda değilsin. O pislikle evlenmek zorunda değilsin.”

Kaşlarını çatan kız, “Sen nereden…” diye başlayıp yarıda bıraktı. Sonra, “Gücüm yetmez ki karşı koymaya,” diye devam etti.

Mira’nın yavaş yavaş çözülmeye başladığını anlamıştı Emre. “Benim gücüm yeter ufaklık. Ve ben bütün gücümü senin hayallerinin gerçekleşmesi için kullanmaktan şeref duyacağım.”

Kararsızlık, içten içe yukarı tırmanan umudu Emre’nin gözlerinden gizleyemedi. Yeniden inanmak… Mira için yeniden doğmak gibiydi ve Emre ona bunu verecekti.

“Bana güveniyor musun Mira?”

Cevabı en kolay soruydu bu.

“Evet.”

“Benimle olduğun için, baban senin okumana izin vermiyor ve seni evlendiriyor, doğru anladım mı?”

Kederle kapanan gözleri yaşlarla parlamış olarak açıldı. Kelimelere dökerek itiraf etmektense sadece başını salladı.

“Seni buradan götürebilirim Mira.”

Fal taşı gibi açılan gözleriyle Mira hiç olmayacak bir şey duymuş olmanın şaşkınlığını yaşıyordu.

“Bir arkadaşımın evinde kalmanı sağlayabilirim. Evde tek başına olacak ve ders çalışacaksın. Bankada adına hesap açtıracağım. Kazandığın okulu bitirdikten sonra işe girdiğinde, kendi ayaklarının üzerinde durana kadar aynı şekilde evi ve hesabı kullanmaya devam edeceksin. Düzenini kurabileceğine inandığın zaman, kendi hayatına gitmekte özgür olacaksın.”

Gözlerinde beliren hayal kırıklığıyla Mira “Bu sanki şey gibi…” diye başladığı cümleyi tamamlamaya bile utandı.

“Bu hiçbir şey gibi değil Mira. Karşılık istemiyorum. Sadece bunu söylediğim kadar yalın bir şekilde kabul etmeni istiyorum.”

Zaten söylerken bile doğru olmayacağını biliyordu genç kız. Yalnızca son zamanlarda yaşadığı çirkinliklerden dolayı düşünceleri yolunu şaşırmıştı.

“Babam bunu kabul etmez.”

“Sen on sekiz yaşındasın ufaklık. Artık babandan izin almak zorunda değilsin. Ona okumak istediğini ve evlenmeyeceğini söyle. Kabul ederse burada kal. Ama etmezse, benimle gelebileceğini bilmeni istiyorum.”

“Ben onları çiğneyemem Emre. Tamam, planladığı şeyi yapmak da istemiyorum ama babamın normal koşullarda bana bunları yapmayacağını biliyorum. Belki benim bilmediğim bir şeyler vardır. Bunları öğrenmek için onlarla konuşmalıyım. Böyle gaddar olmasının nedenlerini anlamalıyım. Ve onları ikna etmeliyim.”

Karasız bakışlar hayranlıkla kızın üzerinde dolaştı…

“Sen mi çok iyisin, dünya mı çok kötü, bir bilsem…”

O sırada odaya doktorun girişiyle Mira buna cevap vermekten kurtuldu.

“Demek uyandı hastamız. Merhaba Mira. Ben Doktor Tayfun Kadıoğlu. Küçük bir sıkıntı geçirdin ama şimdi her şey yolunda. Aileni çok korkuttun. Hepsi dışarıda sabırsızlıkla seni görmeyi bekliyor. Ne dersin? Alalım mı onları içeri?”

Bir yandan tansiyonunu ve nabzını ölçerken diğer yandan da kızın tepkisini anlamaya çalışır gibi bakıyordu.

Bunların arasındaki ilişkiyi hiç anlamamıştı Tayfun. Sinir krizi geçiren kızın ailesi, bu adamı hiç tanımıyor gibi davranıyor ama adam da kızı onlardan uzak tutuyordu. Parasal konularda her türlü yükümlülüğü bu adam üstlendiğinde itiraz etmediklerine göre, konuyu fazla kurcalamaya da gerek yoktu.

Yine de hastanın ailesini kızlarıyla görüştürmek için adama değil, kıza danışmayı uygun görmüştü. Kız kabul ederse, adam ne derse desin onları içeri alacaktı.

Mira başını olumlu anlamda sallayınca, elindeki kâğıtları bahane ederek “Tahlil sonuçları geldi Emre Bey. İsterseniz dışarıda görüşelim,” diyerek onu dışarı çıkardı.

Koridorda bekleyenlerden kızın babası olduğunu tahmin ettiği adama “Hastamız kendine geldi, fazla yormadan görebilirsiniz,”  dedikten sonra Emre’yi odasına götürdü.

Masanın arkasında kendisini her zaman iyi hissederdi Tayfun. Sandalyeye ilişen hasta ya da hasta yakını, onun söylediklerini dinlemek için bütün dikkatini verir, anlamadığı tıbbi terimleri bile anlıyormuş gibi kafasını sallardı. Bu yüzden, konuyu anlayacakları kelimelerle yeniden açıklamadan önce kafalarını karıştıran kısımda onları seyretmek en büyük eğlencesiydi.

Yalnız şimdi durum biraz değişikti. Bu sonuçları kıza mı, ailesine mi yoksa bu adama mı söyleyeceğine bir türlü karar veremiyordu. Belki de en iyisi kıza söylemekti.

Kâğıtlardan birisini kenara ayırdıktan sonra, diğer sonuçlardaki tıbbi terimleri bir bir zevkle okuyarak normal sınırlar içinde olduklarını söylemeye başladı. Anormal bir değerden bahsetmediğine göre karşısındaki kişi sadece normal olmalarıyla yetinecek, açıklanmasını istemeyecekti. Yeterince eğlenceli olmayacağını düşündüğü bu görüşme hemen bitecekti. Neyse aslında bu bir anlamda iyi sayılırdı çünkü Emre Kıraç Tayfun’u çok tedirgin ediyordu.

Son değeri de okuduğunda, Emre’nin gözlerinin kenara ayırdığı kâğıtta olduğunu fark etti. Adam kendisini dinlememişti bile… Sonuçları toparlayıp hasta dosyasına koyduktan sonra, bittiğini belli etmek istercesine karşısında oturan adama baktı. Emre, okunmayan o kâğıda bir süre daha baktıktan sonra, keskin bakışlarını doktorun gözlüklerinin ardındaki tedirgin gözlerine dikerek “Babası benim,” dedi. “O tahlilin sonucunu da söylerseniz eksiğimiz kalmamış olur.”