Tünel Bölüm 20
Evdeki tek yaşam belirtisi, kapının girişine koymuş oldukları poşetlerdi. Emre, bin bir heyecanla aldığı motosiklet kıyafetlerine olan bütün ilgisini yitirmiş gibi, öylece yere koyup bırakmıştı.
Sabahki neşeli hali yerine düşünceli ve içine kapanmış bir Emre ile karşılaşmak, Alper için soğuk bir duş gibiydi. Normal davranmaya çalışsa da içi içini yiyor, bilinmeyen bir düşmanla çarpışırcasına kendisini çaresiz hissediyordu.
Berna’dan hala ses çıkmamıştı. Emre ulaşılabilir olmaktan çıkmıştı. Ortamdaki gerginliği biraz olsun azaltabilmek için, “Pizza mı suşi mi?” diyerek yemekle oyalanabilecekleri bir saatlik bir zaman dilimi yaratmaya çalıştı.
“Fark etmez.”
Cevap vermeden önce Emre’nin yüzünde anlık bir gülümseme belirdiğini sandı. Ama o kadar çabuk kayboldu ki, yanıldığını düşündü.
Rehberinde denk geldiği ilk restorandan pizza siparişi verdi, sonra gözlerini poşetlere dikerek kafasını salladı.
“Bunları hala ortalara saçmadığına inanamıyorum.”
Dalgın gözleriyle kapının önündeki yığını süzerek omuz silkti genç adam. “Şu an hiç içimden gelmiyor. Sıcak bir kahveye ihtiyacım var. Sen de ister misin?”
Olumlu cevabı aldıktan sonra mutfakta kaybolduğunda, Alper suskun anları gizleyebilecek en sihirli formüle sığınarak müzik açtı. Böylece kahvelerini ikisi de kendi düşüncelerine dalarak geçirme lüksünü tattılar.
Yemeğin sonlarına doğru kapıda duydukları anahtar sesi Emre için beklenmedikti. Alper ise sadece bıyık altından gülümsedi.
Berna içeri girip ikisini masada pizza yerken görünce, ortaya selamla karışık bir “Afiyet olsun,” dedikten sonra elindeki çantayı portmantoya astı, üzerini çıkardı, kapıdaki poşetlere bir süre kaşlarını çatarak baktı, sonra da gelip Alper’in yanına oturdu.
“N’aber?” derken Alper’in önündeki pizza dilimlerinden birisini çoktan aşırıp yemeye başlamıştı.
Emre hiç hareketsiz, öylece karısına baktı. Soru kendisine değildi, cevap vermedi. Elindeki dilimi yemeğe devam ederek onları Alper ile başladıkları klasik itişmeli çekişmeli sohbetlerine bıraktı.
Dinlemiyordu. Açıkçası umursamıyordu da. Kaygılanacak ya da üzerine düşünülecek onca sıkıntı varken, Berna’nın tavırlarını izlemek hiç ilgisini çekmiyordu. Alper gidene kadar oyun oynamayı tercih ediyorsa, Emre bekleyebilirdi.
Alper Berna’nın bütün sorularına cevap verdi. Yaptığı bütün esprilere güldü. Emre’nin tabağında da birkaç dilim olmasına rağmen, sadece kendi tabağından pizza almasına ses çıkarmadı, doymuş gibi kutuyu onun önüne itti.
Emre’nin tercih etmeyeceğini düşünerek onu konuya katmaya, arabulucu rolü oynamaya hiç kalkışmadı. Oynanan oyunda kendi payına düşeni uysalca sahneledi. Pizza kutularını poşetlerine koyup ağızlarını bağladı. “Giderken çöpe atarım bunları,” diyerek ayaklandı ve vedalaşıp evden ayrıldı.
O gittikten sonra Berna Emre’ye bir kez olsun bakmadan odaya gidip üzerini çıkardı. Girdiği duşta uzun bir süre oyalandı. Eşofmanlarıyla salona döndüğünde, Emre hala bıraktığı yerde öylece oturuyordu.
Mutfağa geçip bir bardağa bolca buz ve üzerine kola koydu. Dolaptan çıkardığı limondan bir dilim kesip bardağa attı. Salona dönüp portmantodaki çantadan bir dosya aldıktan sonra Emre’nin tam karşısındaki koltuğa oturdu. Bakışları kayıtsız, yabancıydı.
Dosyayı Emre’nin önüne bıraktı, kolasından bir yudum aldı.
“Dava dilekçesini ve protokolü hazırladım. Senden hiçbir talepte bulunmuyorum. Sen sadece imzalayacaksın.”
Önündeki dosyaya baktı Emre. Sonra yeniden Berna’ya… Bu muydu? Beş gün ortadan kaybolup vardığı karar boşanmak mıydı?
“Pazartesi günü davayı açmış olacağım. Öğleden sonranı boş bırakman iyi olur. Davanın aynı gün görülmesini sağlayabileceğimi düşünüyorum.”
Müvekkiliyle konuşuyordu. Profesyonel, mesafeli…
“Bundan böyle küçük odada kalacağım. Bana dokunmanı istemiyorum. Ama boşandığımızı hemen ilan etmek de istemiyorum.”
Emre’nin seğirmeye başlayan gözünü bir süre izleyip kolasından bir yudum daha aldı.
“Seni ancak boşandıktan sonra dinleyebilirim. O zamana kadar bana herhangi bir şey anlatmanı istemiyorum. Sonrasında ne yapacağımıza da o zaman karar veririz.”
En son kelimedeki çoğul ekinin basit bir dil sürçmesi olduğuna emindi Emre. Onu da tekil düşündüğü çok belliydi. Bir mahkeme salonunda, hâkimin suçu kesinleşmiş olan sanığa kararını bildirmesi sahneleniyordu.
Emre yerinden kalktı, masanın üzerindeki kâsenin içinden bir kalem aldı, dosyayı alıp kapağını açtı, dilekçeye ve protokole alışkanlıkla bir göz gezdirdi, gerekli imzaları attı, geri dönüp Berna’ya uzattı.
“Boşandıktan sonra sana anlatacak bir şeyim olacağını hiç sanmıyorum,” dedikten sonra küçük odaya gidip kapısını kapattı.
Elindeki dosyaya donuk bakışlarını diken Berna’nın gözünden bir damla yaş aktı ama seri bir hareketle silindi. Ağlamayacaktı. Çocukluğunda yediği darbelere nasıl ağlamadıysa, şimdi de ağlamayacaktı.
Kendisini itirazlara ve af dileklerine hazırlamış olan zihni, Emre’nin haksızlığa uğramış suskunluğuyla bulanmıştı. Yerinden kalkıp küçük odanın kapısını kapatanın kendisi olması gerekiyordu. Neden sanki kendisini terk eden Emre imiş gibi hissediyordu ki?
Dört gün boyunca tek kişilik bir otel odasında hiçbir şey hissedememişti. Öylece oturmuş, yatmış, tekrar oturmuş, çoğu zaman bir şey yemeyi bile unutmuştu.
Dört gün boyunca, Emre’nin başka bir kadınla birlikte oluşunu hazmetmeye çalışmıştı.
Konuya sanki bir iyilik yapmış gibi yaklaşması, erkeklerin ikiyüzlülüğüydü. Aletleri kendileri istemediği sürece kalkmazdı. Bir kadın zevk almış numarası yapabilirdi ama bir erkek zevk almadığı sürece birleşme gerçekleştiremezdi.
Emre o kızla isteyerek ve zevk alarak birlikte olmuştu. Bunun ne bir açıklaması ne de bahanesi olabilirdi.
Bu ihanetti.
İhaneti çok yakından tanırdı Berna. Küçüklüğünde kahkahadan geçilmeyen evleri, babasının alkole başlamasıyla gülümsemeleri bile kaybetmişti. Eve giderek daha geç ve daha sarhoş dönmeye başlamıştı babası.
Annesinin hiç sesini çıkarmadan, durumu kabullenişini izlemişti. Sonra babasının yakasında ruj izleri belirmiş, annesi yine sesini çıkarmamıştı.
Tokatlarla başlayan şiddet, giderek evin vazgeçilmezi olduğunda da suskunluğunu bozmamıştı kadın. Ağlamamıştı. Onun yerine Berna ağlamıştı.
Annesinin susuşu evin kimliği haline dönüşmüş, Berna da susmayı çok iyi öğrenmişti. Eve gelip giden komşuların ayağı kesilmiş, duvarların arasında mutlak bir ıssızlık hüküm sürmüştü.
Evin içindeki yalnızlığı arkadaşlarını da uzaklaştırmıştı Berna’dan. Hep mahzun olan bir çocukla kim oynamak isterdi ki.
Sadece amcası kalmıştı geriye. O gelir, annesini teskin eder, Berna’nın başını okşar ve giderdi.
Sonra bir gün, yine sarhoştu babası, yine kızgın, yine öfke doluydu. Annesine attığı tokatlara amcası bile engel olamamıştı. O gün evden kovulmuştu annesi. On iki yaşındaydı Berna. Bir daha hiç görememişti onu.
Babası daha fazla içmeye başladığında, evin kapısından giremeden bahçede sızmasına alışmıştı. Sonra barda sızıp gelmemesine alışmıştı. Sonra da hiç gelmemesine…
Amcası çareyi, onu İstanbul’a yatılı okula göndermekte bulmuştu. Yalnızlık ince bir oya gibi işlemişti yüreğine orada. Mahzun genç kızlarla da kimse ilgilenmiyordu.
İşte o zaman, tek başınalığını sahiplenmişti Berna. Bütün enerjisini derslerine verip, okul birinciliğini kimseye bırakmamıştı. Başarının kendisine ilgi gösterilmesi anlamına geldiğini çözdüğü an da tek amaç olarak bunu seçmişti kendisine.
Ailesinden sadece amcası arada bir gelir, onu yoklardı. Ama artık Berna’nın bu zorlama ilgiye ihtiyacı kalmamıştı. Başarı, popülariteyi getirmiş, çevresi ona yaranmaya çalışanlarla dolmuştu.
Lise hayatı boyunca bunun tadını çıkaran Berna, okul bittiği anda çevresinde kimse kalmadığını fark ettiğinde, bu ilginin de yalan olduğunu anlayıp insanlarla arasına aşılmaz bir mesafe koymuştu.
Üniversitede her zaman tek, her zaman kitaplarına gömülüydü. Artık çocuk değildi. Artık mahzun da değildi. Sert, ulaşılmaz Berna idi. Bir daha kimse onu o çaresiz haline geri döndüremeyecekti.
İlk senesinde, erkek öğrencilerin ilgi odağı olmuş, ama o hepsinden uzak durmuştu. Koyduğu sınırlar zamanla kabul edilmiş, bir kişi hariç kimse selam vermekten öteye geçmemişti.
O hiç vazgeçmemişti. Yaklaşmamış ama gitmemişti. Bütün kızlar onun için deli olurken, o hiç karşılık alamamasına rağmen Berna’nın yanında susmaya devam etmişti.
İnadıyla zaman içinde Berna’nın vazgeçilmezi olmuştu. Yanına geldiğinde selam bile vermeden sadece otururdu. Kendisinden iki sınıf üstte okuduğunu da ondan değil, kayıtlardan öğrenmişti.
İlk senenin sonuna doğru, okula geldiğinde gözleri sadece onu arar olmuştu. Yanında bir kız olduğunu görse, kalbi sıkışmaya başlamıştı. Kazayla kendisine dokunsa, içini ateşler basmıştı. Kantinde onun arkadaşlarıyla ilişkilerini izlemiş, hakkında fikir edinmeye çalışmıştı.
Dönem bittiğinde, yine yurtta tek başına geçirdiği zamanın tümünde onu özlemiş, okulun başlamasını beklemek azaba dönüşmüştü. İşte o zaman, buna bir son vermesi gerektiğini de anlamıştı.
Kadınların babalarına benzeyen erkeklerden etkilenmesi şaşırtıcı olmuyordu. Ama bu tuzağa düşmemek Berna’nın elindeydi. O da bütün gücüyle içindeki duyguları bastırıp, yeni döneme zırhlarını kuşanarak başlamıştı.
Okulun ilk gününde Berna’nın ilgisiz ve soğuk tavrının adamı şaşırttığı çok açıktı. Yeni sınırları zorunlu olarak kabul etmiş, Berna’ya sadece uzaktan bakmıştı.
Bir gün okula yanında o güne kadar hiç görmediği biriyle gelmişti. En az onun kadar çekici biriyle.
Adam bahçede otururken dünyanın en güzel gülümsemesiyle kendisine bakmıştı. Öyle farklıydı ki alışık olduğu bakışlardan… Gözlerinde güven veren bir sıcaklık vardı. İçine dolan huzurla kendisini ona gülümserken bulmuştu Berna.
Yanına gelmişti sonra. Yere çömelip gözlerine bakmıştı. Söylediği ilk kelimelerde, yıllardır özlediği her şeyi bulmuştu. “Sakın kendinden uzaklaştırma beni, bunu kaldıramam.”