Tünel Bölüm 17

Tünel Bölüm 17

Üç gün.

Oturma odasındaki koltukta hiç hareket etmeden geçirdiği üç gün boyunca çok şey düşünebiliyordu insan.

Telefonlara, kapıya, deli gibi ismi bağırılarak camlara vurulan yumruklara cevap vermeden… Hatta bunların hiçbirisini duymadan…

Çok şey düşünülebiliyordu.

Dördüncü günün sabahında Emre koltuktan kalkıp banyoya gitti. Büyük bir özenle tıraş oldu. Yüzündeki köpükle birlikte ruhundaki lekelerden de arınıyordu sanki.

Sonra duşa girdi. Seneler boyu bir sülük gibi beynine yamalanan eğreti kabuller, sabun bezinin lifleri arasına gönülsüzce karışarak zihnini terk etti.

Yatak odasına dönüp dolaptan çektiği blucini ve üzerine siyah tişörtünü giydi. Çorap, bot, deri mont, anahtarlık, cüzdan, telefon…

Evden çıkıp yoldan geçen taksiyi durdurdu. İşyerinin adresini söyledikten sonra arkasına yaslandı ve gidene kadar yolda gördüğü her ayrıntıyı ilgiyle izledi.

Yaşamın rutini içerisinde ne insanlar, ne mekânlar görüş alanına girme şansına sahip olamıyorlardı. Ve Emre için bundan böyle hayat, önceden görmeyi başaramadığı her şeydi.

Taksiden indiğinde bir süre, üç katlı binaya haşmetli bir gururla yerleşmiş işyerine baktı. Burada çalışmayı hep çok sevmişti. Binanın kendisi bile, zenginlikten çok bilgeliği kutsardı her bir taşında. Sahibinin karizmasının devamıydı bir anlamda. Altmış yaşını devirmiş o koca çınar… Hikmet Bayburt. Adaletin bilge kılıcı…

Kapıdan girip şaşkın sekretere sıcak bir selam verdi.

“Emre Bey, ama siz… Yani biz… Ulaşamadık size…”

“Hikmet Bey müsait mi Cemre?”

“Şey tabii, yani yerinde ama ben bir sorayım,” diye telaşla girişten görünmeyen iç bölüme koştu kadın. Bir süre sonra geri döndüğünde, yanında heyecanlı bir Hikmet Bayburt vardı.

“Emre, oğlum, neredesin sen? Hoş geldin,” diyerek sarıldı genç adama. Yüzündeki kaygı onu görür görmez rahatlamaya dönüşüvermişti.

“Çok korkuttun bizi,” diyerek onu odasına yönlendirdi. “Cemre kızım, Türk kahvesi yap bize.”

Hikmet Bey’in odasına girdikten sonraki bir saatte yaşlı kurt sorularıyla, olayın neredeyse Emre’nin bile hatırlamadığı detaylarını onun ağzından söküp almıştı. Gereksiz tek bir yorum yapmamış, küflenmiş deyimlerle kurtuluşuna anlamsız değerler yüklememişti. Onunla konuşmak bu yüzden her zaman karşısındakine bir şeyler katardı.

Soracağı başka bir şey kalmadığında, gür kaşları altındaki keskin gözlerini üzerine dikerek, “Değişmişsin,” dedi.

Sade bir gülümseme yerleşti Emre’nin dudaklarına. Yanıt vermesi gerekmeyen bir saptamaydı bu.

“Oyundan çıkıyorsun.”

Mavi gözler adamın sezgileri karşısında bir kez daha saygıyla karışık bir hayranlıkla doldu.

“Çıkıyorum.”

“Ne yapacaksın peki?”

Yine aynı gülümseme ile baktı Emre.

“Bundan böyle ne yapacağımı bilmiyorum üstadım. Sadece artık ne yapmak istemediğimi biliyorum.”

Çok uzun baktı Hikmet Bey. Çok uzun sustu.

“Benim için büyük kayıp. Senin için ise başlangıç.”

“İzin verirseniz, elimdeki davaları bugün sizin belirleyeceğiniz meslektaşıma aktarıp şirketle ilişiğimi keseceğim.”

Sanki çok önemsiz bir detaymışçasına elini sallayarak “Mehmet Şengül’e devret,” diyerek ilgilendiği konunun özüne doğrudan devam etti yaşlı adam.

“Bana bir söz vermeni istiyorum. Sen beni bu yaşımda şaşırtabilen ender kişilerden birisin. Beni yeni hayatından mahrum bırakma. Bir abi kardeş olarak görüşmeye devam etmek isterim.”

Kendisi için bir ilah olan bu adamdan bunları duymak o kadar gurur vericiydi ki gözleri doldu Emre’nin.

“Söz veriyorum efendim.

“O halde, yolun açık olsun Emre Kıraç.”

Bu dileği başını eğerek kabul eden Emre odadan çıktı.

İşin bundan sonraki kısmı aynı kalitede geçmeyecekti. Haberi verdiği arkadaşlarının şaşkınlık nidaları, itirazları, vazgeçirme çabaları işi devretmekten daha yorucuydu. İçindeki bıkkınlığı belli etmemeye çalışarak hepsini bir bir yatıştırdı.

Alper hariç.

Alper haberi aldığı andan itibaren tek kelime etmeden sadece Emre’yi izlemişti. Bir ara Emre’yi yalnız yakaladığında yanına giderek “Bu binayı yanında ben olmadan terk edersen senin ağzını burnunu kırarım,” dedikten sonra odadan çıktı.

Sonraki saatlerde Mehmet ile hummalı bir çalışma gerçekleştirdiler. Devrettiği her dosyayla Emre üzerindeki ağırlığın giderek hafiflediğini, renklerin parlaklaşmaya başladığını hissediyordu. Saat altıya doğru son dosyanın kapağını da kapattıklarında, pırıl pırıl bir gülümseme vardı yüzünde.

“Hepsi bu dostum. Bundan sonra onlar sana emanet.”

“İşe bak, biz senin evde yatak döşek yattığını sanırken sen benden sağlam karşımda duruyorsun. Ne Berna ne sen telefonlarımıza cevap vermediniz. Evde kimse yoktu. Hastanelere bile baktık. Tek bir iz bırakmadan ikiniz de yok olmuş gibiydiniz. Şimdi, sanki tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi gelmiş, ayrılacağını söylüyorsun.”

Demek Berna işe de gelmemişti.

“Sizi kaygılandırdığım için üzgünüm Mehmet. Ama bu kadar büyük bir şey yaşadığında her ayrıntıyı düşünmek neredeyse imkânsız oluyor. İnan bana bu kadar kaygılanacağınızı bilsem arardım.”

“Neyse dostum, sen iyisin ya, önemli olan bu.”

“Şimdi gidip Alper’i bulayım. Kafamı uçuracak gibi bir izlenim edindim.”

Mehmet tatlı bir kahkaha kaçırdı ağzından. “Bence ne yapsa haklı… Telefonla sorup senin orada olmadığını öğrenmemizle yetinmedi, gidip tek tek bütün hastaneleri dolaştı. Telefonunun eline yapışmasından korktuk. Her saat başı seni ve Berna’yı arayıp küfretmekten başka bir şey yaptığını görmedim.”

“Ne kadar sert bir şeyle karşılaşacağım anlaşıldı. Tek parça olarak kalabilirim umarım,” diyerek Mehmet ile vedalaşıp çıktı.

Odaları dolaşarak herkese tekrar sarıldı. En son Alper’in karşısındaki koltuğa oturdu. “Benim işim bitti. Sen hazır olunca çıkalım.”

“Berna nerede?”

“Bilmiyorum.”

Gözleri sinirle kısıldı Alper’in.

“Bilmiyorsun…”

Tek kelime etmeden masasını toplayıp odadan çıktı. Emre onu izleyerek garaja kadar takip etti. Arabaya binip ciyaklayan lastik sesleriyle binadan ayrıldılar. Şehrin kalabalık caddelerinden önce çevre yoluna, oradan da modası geçmiş ve bakımsız görünen eski yollara süzüldü beyaz Subaru. Bir saat sonra, yapay bir göl kenarındaki sessiz bir kır restoranının tek müşterileri olarak karşılıklı oturuyorlardı.

Güneş batmak üzereydi ve Emre’nin her hücresi huzurla manzarayı içiyordu. Garsonun sanki başka masalardan çağıran varmışçasına telaşlı hareketlerle servislerini açıp mezelerini getirmelerini içinden gülerek seyretti.

Rakı içilirdi burada. Bu mezelerle bir büyüğü bitirmek gerekirdi. Ama zihnindeki berraklık Emre’nin o kadar hoşuna gidiyordu ki, bunu alkolle bulandırmak istemedi. Bunun yerine, masaya yayılmış mezelerin tadını çıkarmayı tercih etti.

“Âşık olduğum kadın seni seçtiğinde bile seni dışlamadım ben Emre. Ağladığım kişi yine sendin.”

Hayal kırıklığı vardı Alper’in gözlerinde. Emre’yi huzursuz eden bir kırıklık…

“Biliyorum Alper.”

“Beni hak etmek zorundasın.”

“Seni dışlamıyorum. Sadece ne anlatabileceğim hakkında bir fikrim yoktu.“

“Peki şimdi?”

Patlıcan salatası muhteşemdi. Emre dilinin üzerine yayılan acılığı zevkle duyumsadı.

“Ne kadar önemsiz olduğumu keşfettim Alper. Bununla yüzleşmenin kolay olmadığını tahmin edersin.”

Çok şey duymayı beklemişti Alper. Ama bunu değil.

“Kimin için önemsiz?”

“Kim? O da önemsiz. Ne? O da önemsiz. Kim ya da ne küçük şeyler. Önemsiz şeyler. Tıpkı benim gibi… Tıpkı senin gibi…”

“Biz burada yaşamın anlamını falan mı tartışıyoruz?”

“Hayattan ne bekliyorsun Alper?”

Alper susarak düşüncelere daldığında Emre’nin kulaklarında tereddütsüz bir ses yankılanıyordu. ‘Anlaşılmak.’

“Mutlu olmak yeterli olurdu sanırım.”

“Seni ne mutlu eder?”

“Sevgi, başarı, huzur, güven, para sıkıntısı çekmemek, yalnız olmamak, bir iki küçük afacanın babası olmak…”

“Hepsi birden mi yoksa bir ikisi olmasa da olur mu?”

“Galiba hepsi birden olsa iyi olur.”

“Tüm bunlar bir an içinde kaybolabilecek şeyler. O zaman ne olacak? Nasıl mutlu olacaksın?”

İçi bunalmıştı Alper’in. O zaten sevgiyi kaybetmenin ne olduğunu biliyordu. Aslında kaybetmenin değil, hiç elde edememenin…

“Denemeye devam ederim sanırım. Yeniden sevmeye, başarılı olmaya, para kazanmaya ve böylece güven ve huzuru oluşturmaya çalışırım.”

“Yeniden kaybedersen…”

“Bu kadar kolay kaybediyorsam, hak etmemişim demektir.”

“Kim belirliyor senin hakkını?”

“Diğer insanlar, sanırım. Başarımı onlar derecelendiriyor.”

Pencerenin dışında, gölün üzerinde uçuşan kuşları seyretti bir süre Emre.

“O halde senin mutluluğun diğer insanların senin hakkındaki düşüncelerine ve yargılarına bağlı.”

“Böyle söylediğinde hoşuma gitmedi ama gerçekte öyle galiba.”

“Ya o yargılar yanlışsa?”

“Nereye götürmek istiyorsun konuyu Emre?”

“Bize öğretilen değerler… İyilik, kötülük, başarı, sadakat… Bunlar yanlışsa.”

“Bunlar yüz ya da bin yıllardır süregelen kabuller Emre. Bunu tartışmak yerine aralarında kendi yerimi bulmayı yeğlerim.”

Çatalına biraz domates ezmesi aldı Emre. Damağının içine yaydı lokmasını. Her zerresini hissedene kadar ağzının içinde dokundu. Kokusunu, içindeki tatları bir bir ayrıştırdı. Boğazından geçişini hissedip yutkundu. Geriye bıraktığı duyguyu zihnine sakladı.

“Ben yerimi artık o kabullerin arasında aramıyorum Alper. Çünkü artık hiçbirine inanmıyorum.”

“Ne yani iyiye mi inanmıyorsun? Kötüye mi inanmıyorsun?”

“Herkesin iyi dediğinin gerçekliğine inanmıyorum.”

“Biz bunları ortaokulda lisede konuşup bitirmemiş miydik Emre? İyi nedir, kötü nedir, basit mi zordur, zor mu basittir, şimdi en başa mı döndün?”

“Döndüm Alper. Tartıştık ama anlamadık. Elimizde kendimize ait verilerimiz yokken sadece varsayım yaptık. Şimdi bunlar benim elimdeki verilerle örtüşmüyor ve ben bunların hepsini yeniden tartışmak ve kendi doğrumu bulmak zorundayım.”

“Peki, mutluluk bunun neresinde?” “Kendimi bulma ihtimalimde.”