Tünel Bölüm 16

Tünel Bölüm 16

Benzinliğe yaklaşana kadar hiç konuşmayan Emre’nin üzerine sabırla gitmedi Alper. İçten içe kaynıyor, neredeyse fokurdayarak taşacağından korkuyordu.

Olanlara hiçbir anlam verememişti. Berna ve Emre hastaneden habersizce çıkış yaptıktan sonra sırra kadem basmışlardı ve bir gün sonra Berna’sız bir Emre yanında bambaşka bir adam olarak oturuyordu.

Benzinliğin tabelasını görür görmez sinyal vererek içeri giren genç adam, Emre’nin arabadan çıkışını kaygılı gözlerle izledi. O lanet tünelin bu kadar yakınlarında olmak sinirlerini daha da bozmuştu.

Dışarı çıktığında elindeki siyah çantayı açık camdan arabanın arka koltuğuna fırlattı Emre. Kapıyı açtı, binmeden önce bir süre tünelin olduğu tarafa dikti bakışlarını. Alper’in gördüğü sadece tek tük kamyon ve arabanın seyrettiği ıssız bir yoldu. Emre ise boş gözlerle, herkesin bildiği Emre’nin son bulduğu yere bakıyordu.

İçeri girip kapıyı kapattı genç adam.

“Gidebiliriz.”

Yolu kontrol edip trafiğe katıldı Alper. Arabayı gereğinden yavaş kullanıyor, yan gözle Emre’yi izliyordu.

“Çantayı kontrol ettin mi? Her şeyin içinde mi?”

Başını salladı genç adam.

“Telefonun? Şarjı yoksa takalım.”

“Eve gidince takarım, önemli değil.”

Emre normalde de telefonda konuşmayı seven bir insan değildi ama Berna arar da ulaşamaz diye şarjı konusunda her zaman özenliydi. Yanlış bir şeyler vardı.

“Ağrın falan var mı? İlaç alman gerekiyor mu?”

“Hayır, iyiyim.”

Buna inanması mı gerekiyordu?

“Doktor nasıl oldu da çıkarttı seni?”

“Kalmamı gerektirecek bir yaralanmam yoktu. Darbe falan almadım.”

“Oğlum üç gün bilinçsiz yattın.”

“Kafam kalın ama biraz geç algılıyor. Hala hayatta olduğumu anlayana kadar kendimi ölü zannetmiş olabilirim.”

Şaka yapmaya çalışmış olmalıydı ama o kadar eğreti kalmıştı ki…

“Ne oldu orada Emre? Bir kız daha varmış yanında ve çıkartıldığınız yer kutu kadar bir yermiş.”

Aslında mezar kadar bir yer demişti adamlardan biri. İkisini çıkartır çıkartmaz da kapanmıştı üzeri. Saniyeler izin vermişti sanki onlar yaşasın diye.

Onu sedyede ilk gördüğü anı hayatı boyunca unutamayacaktı Alper. Rengi bembeyaz, dudakları morarmış, her yanı toz toprakla kaplanmış… Kalbinin atmadığını anlaması içini birisinin söylemesine ihtiyaç duymamıştı. Çıplak gözle bile nefes almadığı o kadar açıktı ki…

Ambulans ayrılır ayrılmaz peşlerinden gitmek için Berna’yı nasıl arabaya bindirip deli gibi gaza bastığını bilememişti. Hastaneye gidene kadar bildiği bütün duaları okumuş, muhtemelen anlamsız Arapça kelimeleri arka arkaya sıralamıştı. Ama o, kendince Tanrı’ya yalvarmıştı. Koca Tanrı herhalde bir iki hatalı kelime yüzünden yalvarışını sıranın sonuna atacak değildi…

Emre’nin kalbi ambulansta yeniden çalıştırılmış ve hemen yoğun bakıma alınmıştı. Sonrası tam üç günlük bir kâbustu. Bir yandan Berna, bir yandan korku…

“Ölmüş olmamız gerekiyordu.”

Sanki ‘Bu işte bir yanlışlık olmuş, düzeltilsin,’ der gibi söylemişti.

“Demek ki gerekmiyormuş koçum. Daha yapacak yığınla işimiz var, nereye ölüyorsun hemen öyle?”

Neden coşku ya da rahatlama yoktu bu adamda? En azından yüzünde bir “Çok şükür,” ifadesi olması gerekmez miydi?

“Kız sorun çıkardı mı başına? Küçükmüş galiba. Bir ara birisini gördüm yoğun bakımın kapısında ama o mu değil mi bilemedim.”

Gülümsedi Emre. Kayıp bir gülümsemeydi ama.

“Yok, çok uyumlu bir kaza arkadaşıydı. Arabası bile sanki biz kurtulana kadar yaşayalım diye tıka basa yiyecek ve suyla doldurulmuştu.”

“Karaoğlan’a da yazık oldu. İflah olmaz artık o güzelim makine.”

“Siyah at.”

Anlamadı duyduğunu Alper. “Efendim?”

“Onun adı Siyah at.”

Neden farklı diller konuşuyorlarmış gibi geliyordu kendisine? Emre sorularına yanıt veriyordu evet ama aslında kendi kendisine konuşuyor gibiydi. İçindeki sıkıntı büyümeye başladı genç adamın.

Arabayı ani bir hareketle kenara çekip durdu. Kontağı kapattı. Kendisine dönene kadar Emre’ye dikti bakışlarını.

“Ne var Alper?”

“Sana ne olduğunu bilmek istiyorum dostum. Seni bu hale neyin getirdiğini bilmek istiyorum.”

Camın ötesinde her ne varsa Emre çok şey görüyor olsa gerekti çünkü gözlerini baktığı yerden alamıyor gibiydi. Alper için ise dışarıda ıssızlıktan başka bir şey yoktu.

En sonunda kendisine döndüğünde, Alper Emre’nin gözlerinde gördüğü karanlıktan ürktü.

“Aydınlandım, diyelim. Orada, toprağın altında, yaşamın benim düşündüğüm gibi olmadığını anladım diyelim. Adına ne dersek diyelim Alper, sadece artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyelim. Bunu hazmedebilmek için biraz kendi başıma olmaya ihtiyacım var diyelim ve susalım Alper. Olur mu?”

Sinirle direksiyonun simidine vurdu Alper. “Olmaz efendim!” Ne olduğunu bilmemenin ve Emre’nin dışında kalmanın çaresizliğini hiç sevmemişti.

“Bir şey olmuş. Ya o tünelle ya da Berna ile ilgili. Sen her sorununu kendin halledebilirsin Emre, bununla ilgili bir kaygım yok. Ama şu an gözlerine baktığımda ben bir sıkıntı, çözümsüzlük, endişe ya da adı neyse onu algılamıyorum. Ben o banktan aldığımdan bu yana seni algılayamıyorum be adam!”

Alper’in gözlerinde gördüğü huzursuzluk karşısında kayıtsız değildi Emre. Dünyaya karşı da kayıtsız değildi. Sadece kendisini kaybolmuş hissediyor ve henüz anlamlandırmayı başaramadığı duyguları bir başkasına nasıl ifade edebileceğini bilememenin boşluğunu yaşıyordu.

“İçim bomboş. Algılanabilecek bir şey yok. Ondandır.”

Korku Alper’in bütün benliğini ele geçirdi. Emre çok yalnızdı. Çok bitikti. Vazgeçmişti. Kendisi de ona ulaşmanın yolunu bilmiyordu.

Filmlerde savaştan dönen askerleri rehabilitasyona alırlardı. Ya da birisini öldüren polisleri… Ölümle başa çıkabilsinler diye. Emre de ölüme bu kadar yakın olmanın sarsıntısını yaşıyor olmalıydı. İçindeki yaşam enerjisinin yok olmasına başka bir neden düşünemiyordu.

“Emre, senin ne konuştuğunu anlayacak bir doktora ihtiyacın var. Ben sana yetemem koçum, ya da bir başkası. Profesyonel yardım alman gerek. Başka türlü dolduramazsın sen o boşluğu.”

Gülümsedi genç adam. Çok şey bilenin bir şey bilmeyene yönlendirdiği gülümsemeydi bu. Ulaşılmaz, yakınlaşılmazdı.

“Belki de haklısındır. Ama şimdi eve gidelim Alper. Lütfen dostum.”

Umutsuz bir kabullenişle kontağı açtı Alper. Sonrasında kimse konuşmadı arabada.

Alper’in kafasının içinde binlerce soru dönüp dolaşıyordu. Emre’nin zihni ise ıssızdı. Gördüğü bir park alanında tuvalete gitti. Kabine girip telefonunda Berna’nın numarasını bulup tuşladı.

Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor. Lütfen daha son…

Berna’ya ulaşılamıyor, Emre’ye ulaşılamıyor…

‘Kurtulmadı mı lan bu herif o dağdan, halüsinasyon yaşayan ben miyim yoksa?’

Kabinin kapısına indirdiği yumrukla içindeki çaresizliği dışa vuran Alper, biraz toparlanıp yüzünü yıkadıktan sonra yeniden arabaya döndü.

Emrelerin evine varana kadar sadece Dire Straits’in sesi duyuldu arabada. Garajın önüne çekti arabayı. Berna’nın arabası ortalarda yoktu. Emre’nin eve tek başına girmek istediği, bedenindeki her hücreden belli oluyordu, o yüzden arabadan inmeye yeltenmedi.

“Sağ ol dostum. Sonra görüşürüz,” diyerek indi arabadan kaybolmuş adam.

Evine gitmiyordu, sadece gidiyordu. Siyah çantanın içinden evin anahtarını çıkardı, kapının zilini bile çalmaya gerek duymadan anahtarla açtı. Sanki çalsa, kapıyı açacak kimse olmadığını çoktan biliyordu.

Emre içeri girip kapı kapandıktan sonra hareket ettirmedi arabayı Alper. Kontağı kapattı. Bir süre yapıyı seyretti. Gözlerini bahçede, boş garaj yolunda dolaştırdı. Telefonunu eline alıp yeniden çevirdi Berna’nın numarasını.

Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar… ‘Lanet olsun! Ne yapacağım ulan ben? Nasıl toparlayacağım bu siktiğimin hayatını!’