Tünel Bölüm 15
Dünya üzerinde şu an Emre ve Berna’dan başka kimse yoktu. İkisinin gözleri hiç ayrılmadı birbirinden. Her an birbirine sokulmaya hazır olan bedenler, Berna’nın dehşet içerisinde kaskatı duruşuyla artık kavuşulmaza dönmüştü.
Berna’nın yüzüne bir an için, seneler içinde iyileşmeye yüz tutmuş o kırıklık geri döndü. Sadece bir an için. Emre’yi tepetaklak etmeye yetecek kadar bir an. Sonra kahverengi gözler boşalarak yerini uzak, yabancı bir karanlığa bıraktı.
Genç kadının bedeni, sanki gözlerini odaklayamıyormuş, uzaklaşırsa daha iyi görecekmiş gibi arkaya çekildi. Aralarına kilometreler girdi sandı adam. ‘Siyahın en koyu tonu buymuş,’ diye düşündü. ‘Karanlık gerçekte buymuş.’ Berna’nın gözlerinde bugüne kadar görmüş olduğu tüm ifadeler sanki bir anafora kapılmış gibi zihninden kayarak o karanlıkta boğuluyordu.
“Yani sen o kızla yattın, öyle mi?”
Bir kızla yatmak…
Öyle tırmaladı ki Emre’nin kulağını bu yorum, Berna’ya kilitlenen gözleri ilk kez ona karşı karardı. Yaşamın ölümden daha riyakâr olduğunu hiç bu kadar derinden hissetmemişti.
“Sen böyle söylediğinde kulağa çok çirkin geliyor.”
Hayret dolu bir kahkaha fırladı Berna’nın dudaklarından. Emre’ye, sanki bir şakaya bakıyormuş gibi bakıyordu.
“Ben böyle söylediğimde… Sen yaptığında değil de ben söylediğimde… Sen benimle dalga mı geçiyorsun?”
Cümlesinin sonunda neredeyse tükürürcesine yükselmişti Berna’nın sesi.
Bir yabancıya bakar gibi hissetti kendisini genç adam. Ama yabancılaşan kendisiydi. Sanki aynı evrende değillerdi. Kelimeleri aynı anlamda kullanmıyorlardı. Karısının tepkisini algılayamıyor, daha da kötüsü, ona kendisini ifade etmenin olanaksızlığı dışında bir şey hissetmiyordu.
“Berna, bunu kabul etmenin zor olduğunun farkındayım. Ama bunun neden yaşandığını bir bütün olarak değerlendirmediğin sürece sen olaya bir kızla yatmak olarak bakacaksın. Bu da bizi bitirecek. Yapma bunu, lütfen.”
Berna aynı boş bakışla, sanki kelimenin anlamını bilmiyormuş gibi “Biz?” diye tekrarladı. Emre’ye bakmaya daha fazla tahammül edemeyerek bakışlarını yere indirdi. İçinden o kelimeyi tekrarlayıp anlama kavuşturmaya çalışıyor gibiydi. Biz.
Emre o anda onu kendisine çekip sarılabilmek için her şeyini verebilirdi. Üzerine titrediği kadının içi boşalıyordu.
Dünya üzerinde inandığı tek şey buymuş gibi, “Biz, Berna,” diye üstüne basarak tekrarladı. “Bizden başka gerçek yok.”
Nefes almakta zorlanıyordu Berna. Ellerini yüzüne götürerek bir süre gözlerini ovuşturdu. Ardından şakaklarına çıktı parmakları. Ağrıyormuş gibi masaj yaptı. İçinde biriken öfkeyi dışa vurmamak için uğraştıkça yüzü kızarmaya başladı.
Şaşkın bakışlar karşısında oturan adamın üzerinde dolaştı. “Ben dışarıda senin öldüğünü düşünüp aklımı yitirmemeye çalışırken…” Gülmeye başladı Berna. Kahkahalarla… Deli gibi… Kendisini tutamıyordu. “…sen içeride bir kızla seks yapıyormuşsun!”
Kireç beyazına dönüştü Emre’nin teni. Dişlerini sıkmaktan canı acıdı. Kendisini kaybetmiş, gerçeklikten uzaklaşmış isterik bir kadına dönüşen Berna’ya ulaşmanın bir yolunu bulabilmek için beynini zorluyor ama elinden öylece onu seyretmekten başka bir şey gelmiyordu.
“Lütfen Berna, çirkinleştirme bizi.”
Zıvanadan çıkan sesiyle “Sensin bizi çirkinleştiren!” diyerek yerinden fırladı genç kadın. “Erdemli erkek pozlarına bürünme bana! Telafi etmek istemişmiş! Nesin sen? Yardımseverler Kulübü Başkanı falan mı? Ben neyim? Geri zekâlı mı? Telafi etmek istemişmiş!”
Bahçenin içerisinde oradan oraya yürüyerek hızlı hızlı nefesler alan genç kadın önünde duran kovaya bir tekme attı. Metalik ses bahçenin sessizliğine o kadar aykırıydı ki, kuşlar bir an için cıvıldamaktan korktu.
“Bizi nasıl telafi edeceksin Emre? Söylesene? Bana nasıl bir iyilik düşünüyorsun?”
Sonra bir anda çakıldı olduğu yere. Emre’ye dönen gözlerinde nefret ve aşağılama vardı.
“Ah nasıl unuttum, sen dün gece de bana iyilik yapmıştın, değil mi?”
Acı, oluk oluk damarlarına yayıldı genç adamın. Hızla kirleniyorlardı. Berna’nın ağzından çıkan her kelimede biraz daha yoğunlaşıyordu katman.
“Yapma Berna, yalvarıyorum sana. Biz bunu hak etmiyoruz.”
İsterik bir çığlık fırladı kadının dudaklarının arasından. “Bunu esas ben hak etmiyorum! Önce babam, şimdi sen! Lanet olsun ikinize de!” diye bağırdıktan sonra hırsla arkasını dönüp eve girdi.
Emre sesleri dinleyerek onun ne yaptığını anlamaya çalıştı.
Musluktan akan su sesi…
Çarpılan dolap kapaklarının sesi…
Duvara fırlatılıp kırılan bir tabağın sesi…
Sessizliğin sesi…
Dış kapının açılıp kapanma sesi…
Arabanın çalışma ve kalkış sesi…
Bir süre öylece oturan Emre yere uzanıp gözlerini kapattı. İçinde hissedebildiği tek duygu boşluktu. Sanki artık yerçekimi yoktu. Havada süzülerek oradan oraya savruluyor, dünyaya ait olmadığını en derinlerinde anlıyordu.
O tünelde ölmüş olmayı diledi içinden. Öyle olmalıydı lanet olsun. Ölüme bu kadar ait olduktan sonra, sanki bu yaşanmamış gibi yaşama dönülemiyordu. Değişmişti.
Saatler boyu yerinden hiç kıpırdamadan gökyüzünü seyretti. Bulutların hareketi beyazın mavi içinde dansı gibiydi. Yaklaşıyorlar, uzaklaşıyorlar, birleşiyorlardı. Bilinçleri yoktu, ama durmaksızın hareket ediyorlardı.
Güneşin yeri değişiyordu. Önce evin yukarısındayken yavaşça yanına kaymıştı. Dünyanın haberi yoktu ama durmaksızın hareket ediyordu.
Güneş de hareket ediyordu belki. Sadece bunu bilmiyordu. Ya da Emre’nin haberi yoktu. Belki de Emre yoktu.
Gözlerini kapatıp atan kalbinin sesini dinledi. Bugün atıyordu. Bir süre önce atmayı bırakmış da olabilirdi. Bir gün zaten atmayacaktı. Ne fark ederdi? Neyi değiştirirdi? Evrenin Emre’den haberi yoktu. O zaman Emre yoktu.
Berna eve dönmedi. Emre yerinden hiç kıpırdamadı. Sabah olduğunda kalktı, duşun altında dakikalarca içindeki boşluktan arınabilmeyi diledi.
Giyinip evi kilitledi. Üç kilometre ötedeki yerleşim yerine yürüdü. Markete girip kendisine coşkuyla selam veren tanıdıklara gülümsedi. Market sahibinden telefonunu rica etti. Parmakları otomatik olarak tuşlara basıp çevirdi.
“Efendim?”
“Alper gelip beni alır mısın?”
“Emre, oğlum neredesin sen? Manyak mısın, dünden beri sizi arıyoruz!”
“Ağva’da meydandaki parktayım.”
“Ağva’da ne işiniz var ulan! Ne oldu? Araba mı…”
Kapattı telefonu.
Market sahibine teşekkür edip dışarı çıktı. İnsanların hayatı sakin yaşadığı bir an ve yerdeydi. Şehirde olmadığı için mutluluk duydu. Yavaş adımlarla parka gidip bir banka oturdu.
Şu an çevrede gördüğü hemen herkes tanıdıktı. Yıllardır aynı yüzlerle karşılaşmanın tanıdıklığıydı bu. Sabahın ilk ekmeğini bisikletiyle bu marketten alıp eve götürmüştü. Biraz ilerideki berberde babasıyla koltuğa oturup saçlarını kestirmişti. Çocuk yüzüne babasıyla aynı anda tıraş köpüğü sürülmesini beklemişti. Marketin yanındaki küçük çay bahçesi çocukluğunun haylaz anlarına tanıklık etmişti.
Her şey hala aynı gibiydi ama büyük bir kandırmacaydı bu. Her şey değişmişti. Berberin karısı ve birlikte oyunlar oynadığı küçük oğlu ölmüştü. Market sahibinin kızı evlenip Mersin’e gelin gitmişti. Annesinin elbiselerinde tadilat yaptırdığı terzi kapanmış, yerine bir kitapçı açılmıştı. Ağaçlar sanki biraz daha yaşlanmıştı. Belki de Emre yaşlanmıştı.
Elinde bir bardak çayla gelen çay bahçesi sahibi gülümseyerek yanına oturdu.
“Al bakalım evlat. Özlemişsindir.”
Gülümsedi. “Teşekkür ederim Cemal Abi.”
“Hayırdır?”
“Bir uğradım bizim eve. Döneceğim birazdan. Arkadaşı bekliyorum.”
“Valideyle peder iyidir inşallah?”
“İyiler abi, sağ olasın. Sen nasılsın?”
“Nasıl oluruz ki biz? Hep aynı işte…”
Hep aynı… Gerçekten hep aynı mı?
“Sağlık olsun da, hep aynı olsun abi.”
Hep aynı ne demekti? Hep aynı nasıl mümkün olabilirdi?
“Bir şey istersen geliver. Çocukla bir çay daha gönderirim sana. Açma da var istersen. Taze yaptı Seval Sultan.”
“Sağ ol abi, şimdi kahvaltıdan kalktım.”
Omuzunu sıkan adam kalkarak yanından uzaklaştı. Elindeki çay bardağıyla oturmaya devam etti Emre. Her yarım saatte bir küçük bir çocuk yenisini getirdi. Bir keresinde yanında açma da uzattı Emre’ye. Ama ikisi de ne ağzının tadını ne de içindeki sıcaklığı geri getiremedi.
Önünde duran beyaz Subaru’dan çatılmış kaşları ve asık suratıyla Alper inip yanına oturduğunda, neredeyse gülecekti Emre. Birisi ne kadar sinirli ve aceleciyse, diğeri o kadar sakin ve durağan iki adam, filmlere konu olacak kadar ironikti.
“N’oluyo ulan, ne işin var senin burada?”
“Elli lira versene bana.”
Alper cebindeki cüzdanı çıkarıp parayı uzatırken anlamadan genç adama baktı.
Parayı bardağın kenarına sıkıştırdı Emre. Bankın kenarına koydu. Sonra Alper’e dönüp “Hadi gidelim,” dedi.
Kafasını sallayarak Emre’yi takip etti Alper. Şu an olan hiçbir şey normal değildi ve genç adamın içine ağır bir sıkıntı çöreklendi.
Koltuğuna oturup kontağı çalıştırdığında, “Önce benzinliğe gidip çantayı alalım, her şeyim onun içinde,” diyen arkadaşına baktı bir süre.
“Berna nerede?”
Cevap yoktu. Görmeyen gözlerle dışarıya bakıyordu Emre. Neden sonra, “Bilmiyorum,” kelimesi çıktı dudaklarından. Sekiz senedir ilk defa…