Tünel Bölüm 14
Bazı şeylerin değeri kaybedilmeden anlaşılmıyordu.
Huzur mesela…
Ne kuş cıvıltıları, ne yaprakların hışırtısı, ne de Göksu’nun geri plandan gelen coşkusu eğer içinde huzur yoksa ruhuna ulaşamıyordu.
Emre sabahtan beri Berna’nın sabırsızca oyalandığının farkındaydı. Soru sormak istemiyor ama her an tetikte, Emre’den bir şeyler bekliyordu. Bir hareket, bir kelime, bir patlama… Ne olursa.
Bahçedeki çimlere baktı. Biçilmeleri gerekiyordu. Bahçıvan sadece onların gelmesinden hemen önce bahçeyle ilgileniyor olmalıydı. Oturduğu şezlongdan kalkarak yere oturdu. Çıplak ayaklarını çimlere sürterek yaşama dair bir şeyler hissetmeye çalıştı.
Uzanıp Berna’yı da yanına çekti. Birlikte çimlere uzandıklarında bedenindeki gerilimin azalmasını umdu. Parmakları, genç kadının yüzünün her noktasında bir bilim adamı titizliğiyle dolaştı.
“Seni ilk gördüğüm andan beri sevdim ben.”
Gözlerinin çevresinde daireler çizerek kapanmasını sağladıktan sonra eğilip ikisini de öptü.
“O sert bakışlarının ardında öyle kırılgandın ki… Yüzüne bir gülümseme yerleştirebilmek için her şeyi yapabileceğimi düşündüm.”
Kahve gözler sevgiyle derinlerine daldı maviliklerin.
“Yaptın da. Senin yanıma oturduğun andan sonra hep gülümsedim ben.”
“Seni gülümsetebilmek için sadece seni sevmek yetiyordu, biliyor musun?”
Başını iki yana salladı Berna. Söylediğinden emin insanların serin bakışı yerleşmişti gözlerine.
“Hayır, sen çok güzel seviyordun. Beni sevdiğini söyleyen ya da söyleyemeyen başkaları da vardı ama sen düşünmeden seviyordun.”
“Hala öyle seviyorum seni. Hiç düşünmeden. Nefes alır gibi. Uyur, uyanır gibi.”
Emre Berna’nın gözlerine, sanki ezberletmek ister gibi kazıyordu sevgisini. Bilsin ve hiç unutmasın istiyordu.
“Yaşamımın artık sadece ölümden ibaret kaldığını hissettiğimde, içimde dimdik ayakta ve sapasağlam kalabilen tek duygu sana olan sevgimdi.”
Berna nefesini tuttu. Emre’ye ulaşabilme şansıydı bu cümle. Orada ona ne olduğunu anlama şansı…
“Tünel yıkılmadan önce kamyonet yanarak üzerime geldiğinde bir şey düşünmeye zamanım olmamıştı. Sadece ölmek üzere olduğumu biliyordum.”
Korku bütün hücrelerine bir şok gibi yayıldı genç kadının. Ölümü düşünmek başka, Emre’nin ölümün bu kadar kıyısına gelmiş olduğunu öğrenmek bambaşkaydı.
“Sonra yukarıdan taşlar inmeye başladı ve beni alevlerden kurtardı. Ben ve bir araba daha, iki tarafımızı kapatan taşların arasında kaldık.
Gözlerimi açtığımda her yer karanlıktı ve ilk düşüncem sendin. Hala ölmemiştim… Hala sana kavuşabilecektim…”
Emre’nin bakışları Berna’nın üzerinden çekilip ileride bir noktaya sabitlendi.
“Arabanın sürücüsü de yara almadan kurtulmuştu. Üniversite sınavına hazırlanan küçük bir kızdı. Korku doluydu, buna rağmen cesaretle bana yardım etmeye çalışıyordu.”
Hatırlamaya çalıştı Berna. Hastaneye iki sedyenin götürüldüğünü biliyordu ama öteki kazazedeyi hiç görmemişti. Açıkçası ilgilenmemişti de.
“Fenerimiz vardı. Onunla bulunduğumuz yeri, kurtulabileceğimiz bir çıkış olup olmadığını anlamak için etrafa baktım.”
Bir süre gözlerini kapatıp öylece durdu. Sanki o an orada, donup kaldığı zamandaydı.
“O fenerin cılız ışığında, ölümün sadece iki metre yukarımızda olduğunu gördüm. Yer yer çatlamış kocaman bir kütle her an düşmeyi bekliyordu.
O düşmese, içerideki hava ikimize yetmeyecekti.
O yetse, içeri sızan karbon monoksit bizi zehirleyecekti.
O zehirlemese, tavan çökmese, bizi kurtarmak isterlerken taşlar yerinden oynayacak ve tavandaki o koca taş yine çökecekti.”
Sustu Emre. Hala oradan nasıl sağ çıkabildiklerini anlayabilmiş değildi.
‘Bizi koruyan biri mi var dersin’
Hayır, kendileriyle oynayan biri olabilirdi belki. Ölümün kıyısına kadar getirip kendisine o seçimi yaptırdıktan sonra, yaşamın kıyısına bırakıp giden biri…
Berna ortamı gözünün önünde canlandırmaya çalışırken, Emre’nin neler yaşadığını anlamanın çok uzağında olduğunu fark etti. Bu korkunçtu. Bunu yaşayan bir insanın aklını yitirmemesi mucizeydi.
“Ölümü neden bu kadar kolay kabullendiğimi anlayamıyorum. Doğanın gücü insanı öylesine aşıyordu ki, kendimi bir toz zerresi kadar önemsiz hissettim.
Onun hâkimiyetini kabullendiğim an, mücadele etmek son derece gereksiz geldi. Ben, bir toz zerresi olarak, doğa beni nereye savurursa oraya gidecektim. Bunu tartışmanın anlamı yoktu.”
Kendisine duyduğu güven paramparça olmuş olmalıydı. Berna Emre’nin içindeki kırıklığı yavaş yavaş anlamaya başladığını düşündü…
“Artık dünya, benim için birkaç metrekarelik bir alandan öte bir şey değildi. Sanki o duvarların dışı başka bir evrendi. İçindeyse yanımda daha hayatın ne olduğunu bile anlama şansını bulamamış küçük bir insan vardı.”
Kızı gözünde nasıl canlandırabileceğini bilemedi Berna. Lise sondaki kızlar neye benzerdi ki? Her şeyi bildiklerini sandıkları o ergen dönemlerinden çıkmış ya da çıkmak üzere olan sinir bozucu yaratıklar geliyordu gözünün önüne. Onun okulundakiler öyleydi en azından.
“Çok akıllı ve ruhen çok zengindi. Yaşıtlarından daha derinlere dalmış, boğulmadan yüzüp çıkmayı başarmıştı. Mantığı ve hayat görüşüyle yıllar sonra erişebileceği bir olgunluğa şimdiden erişmişti.”
İçinde hissettiği huzursuzluğu yüzüne yansıtmamaya çalıştı Berna.
“Ölümü benden daha gururlu bir şekilde kabullendiğini gördüm. Ben Azrail karşısında küçülürken o büyümüştü.”
On sekiz yaşında bir kızın bu şekilde yüceltilmesi acaba doğru muydu? Hiç sanmıyordu Berna. Eninde sonunda o bir ergendi. Ona böyle ulvi sıfatlar yakıştırılması, ancak Emre’nin hassasiyetinden kaynaklanıyor olabilirdi.
Emre Berna’nın yüzündeki hoşnutsuzluğa kaygıyla baktı. Aslında tanısa o da severdi Mira’yı. Ya da… Belki de sevmezdi. Tanışmak gibi bir yükümlülükleri olmadığına göre bunun bir önemi yoktu.
Emre sevmişti. Hem de çok sevmişti Mira’yı. Ölümü birlikte göğüslemek için en doğru insandı.
“Ona seni anlattım.”
“Beni mi?” Kaşları daha da çatıldı Berna’nın. “Buna neden gerek duydun?”
“Berna, beni sanki barda yapmış olduğum bir sohbeti anlatmışım gibi dinlemen, beni anlamana yardımcı olmaz.”
Bu uyarı yeterliydi. Berna birden nasıl bir hata yapmakta olduğunu anladı.
Eğer Emre’yi anlamak, onun yaşadıklarını ucundan bile olsa yakalamak istiyorsa, önyargılarını bir kenara bırakarak kelimelere onun gözünden bakmalıydı.
“Özür dilerim. Sadece o kadar küçük birisini kendinden daha erdemli olarak tanımlaman ve buna inanıyor olman beni şaşırttı. Ama tepkim yersizdi. Eğer sen onu bu şekilde tanımlıyorsan, o öyle bir insan olmalı. Lütfen anlat onu bana. Tanımasam da anlamaya çalışacağım.”
Emre uzanıp karısının burnunun ucuna bir öpücük kondurdu.
“Onu korkutmamak için kurtulamayacağımızı düşündüğümü belli etmediğimi sanıyordum. O ise bunu ilk anda sezecek kadar akıllıydı. Karanlıktaydık, hareket bile etmiyorduk. Geriye sadece sohbet etmek kalıyordu.
Öleceğine inanmışsan, nazik bir sohbet olmuyor yaptığın. Hayatında en çok değer verdiğin insan doluyor zihnine. Ölmeden önce son bahsettiğin kişi o olsun istiyorsun.”
Utanç, Berna’nın kızaran yanaklarındaydı. Kendisini o kadar sığ hissettirmişti ki Emre’nin bu söylediği, onun gözlerine bakamayarak yere indirdi bakışlarını. Emre çenesinden tutarak kaldırdı yeniden ve gözlerinin içine aşkla baktı.
“Benim için o sensin. Bu yüzden anlattım seni ona.”
“Özür dilerim. Gerçekten.”
Karısının yüzünü okşadıktan sonra devam etti genç adam.
“Ve yine öleceğine inanmışsan, karşındaki insana seni tanımlayan düşüncelerini, değerlerini anlatmak önem kazanıyor. Sanki bir kişinin daha gerçek seni tanıması, dünya üzerindeki varlığını daha anlamlı kılacakmış ya da uzatacakmış gibi hissediyorsun.
Ben seni, sana duyduğum aşkı anlattım; o da hayatı nasıl algıladığını ve ileride yapmak istediklerini… İkimiz de tünelin dışarısında bunları yaşama şansımız olmayacağını bilerek anlattık.”
Gözlerini kapattı Emre. Tavanın çöküşünden önceki son sözü gelmişti aklına.
‘Her şey iyi olacak, merak etme.’
Eğer bunu gerçekten inanarak söylemiş olsa…
Keşke bunu gerçekten inanarak söylemiş olsa…
Ama eğer ve keşkelerin anlamı yoktu.
“Sonra beni en çok ürküten şey gerçekleşti ve tavan üzerimize çöktü.”
Berna’nın korku dolu iç çekişinden bunu hiç beklemediği anlaşılıyordu.
“Nasıl olduğunu hala bilmediğim bir şekilde, oturmakta olduğumuz yer dışında her yer kayaların ve taşların altında kaldı. Artık içeride daha az hava vardı.
Artık o kadar kıyısındaydık ki ölümün, tek isteğim onun korkusunu biraz olsun azaltmak oldu. Kendimden çoktan vazgeçmiştim. O benim için benden daha önemli olmuştu.”
Bütün iyi niyetiyle Emre’yi algılamaya çalışan Berna, bu duyduğunu yine sevemedi. Sanki dünya içinde bir dünyadan bahsediliyordu. Büyük dünyada Emre ve Berna, küçük dünyada Emre ve o kız vardı.
“Bana, âşık olmanın nasıl bir şey olduğunu sordu. Ben de anlattım. Seninle içime dolan duyguları, dünyayı algılayışımdaki farklılığı…
Ölmeye itiraz etmeyen o küçük insan, bunları yaşayamadan ölmenin kendisini ne kadar eksik bıraktığını fark edince ilk kez darmadağın oldu.
Öylesine büyük bir yıkıntı yaratmıştım ki üzerinde, ona kendisini biraz olsun iyi hissettirecek her şeyi yapmaya hazırdım.
Onun güzel ölmesini istedim. Hak edip de yaşayamadığı şeyleri telafi etmek istedim. Çalıntı da olsa ölmeden önce aklında olan son şeyin aşk olmasını istedim.”
Bembeyaz kesilen Berna aniden uzaklaşarak oturdu. Gözlerini Emre’nin gözlerine dikip birazdan duyacağı şeyi algılamaya çalıştı.
Emre onun anladığını biliyordu. “Ona bir kadının bir erkekle yaşayabileceği en özel anı verdim Berna.”