Tünel Bölüm 11

Tünel Bölüm 11

Yoğun bakımın önünde perişan hasta yakınlarını görmeye alışıktı hastane personeli. Üç gündür bir an bile gelen giden eksik olmamıştı.

“Çok sevilen biriymiş demek. Ne kadar yazık…”

Önündeki bilgisayarda hasta bilgilerini kontrol eden hemşire Nesrin, yanındaki diğer hemşireye olanı biteni anlatmaktan memnundu.

“30 yaşında gencecik adam. O dağın içinde neler yaşadı kim bilir. Bak şu kenarda donyağı gibi duran kadın var ya… Karısı o. Pek suratsız bir şey.”

“Kocası yoğun bakımda abla, nasıl suratlı olsun?”

Bilmiş bir küçümseme yerleşti Nesrin’in yüzüne. Yirmi yıldır insan sarrafı olmuştu. Önünden geçen insan sayısı azımsanamayacak kadar çoktu. Bu kadın suratsızdı.

“Kuzusunu bu odada bırakanları görmedik mi? Koca neymiş? Gözlerinde acı olur, umut olur, pişmanlık olur, ama bir şey olur. Şuna baksana… Ha burada, ha değil.”

Hemşirelerden genç olanı ilgiyle kadını süzdü.

“Çok güzel de çok sert be abla. Bizim Hasret Hoca vardı lisedeyken. O da böyle sert bakardı, aklımız çıkardı yakalanacağız diye. Bir bağırırdı, bütün koridor inlerdi.”

“Kadın dediğine bu kadar sertlik yakışmaz kızım. Yumuşak bakacak gözlerin.”

Koridordaki kadının yanına yaklaşan adama ilgiyle baktı genç olanı.

“Bu kim ola ki?”

“Oğlanın arkadaşıymış. Bunların hepsi motorcu… Delidir bunların kanları. Adamın karısını bir dakika boş bırakmadı bu. Onu ye, bunu iç, evlat edinmiş sanki. Ya da… Neyse, günahlarına girmeyeyim şimdi.”

“Gir abla, gir. Sevgilisi mi ha?”

“Bilmem de, bu kadar ilgi de başkasının karısına fazla.”

“Abla çok yakışıklıymış ama bu ya. Tam tipim. Kara kara saçlar, kara kara gözler, kaytan bıyık, sırım gibi boy. Niye bizi bulmaz bunlar abla be.”

Bıyık altı gülümsedi Nesrin Hemşire.

“Senin de sıran gelir. Bulur seni de bir kaytan bıyıklı.”

“Ay inşallah abla be.”

“Çıkıyormuş bugün ha bizim kız.”

“Evet, dayısı çıkış işlemlerini yapıyor.”

“Vah kınalı kuzum. Çok içim acıdı ona da. Üç gündür şu köşede gizli gizli bekledi oğlan uyanır mı diye.”

“Tanımıyorlar mıymış abla bunlar birbirlerini?”

“Yok, ilk gün çekinik çekinik Emre Bey nasıl diye sordu, soyadı ne dedim, bilmiyorum dedi.”

“Aman abla be, kaç hasta var burada da soyadını soruyon, sen de böyle eğleniyon herhal.”

“Olsun. Aileden değilse kimseye bişeycik demem.”

“Demedin mi ona da?”

“E o bunların aileden olmasa da bizim aileden gibi oldu. Kıyamadım, dedim ne sorduysa.”

“Odasında hep ağladı be abla. İçim kıyıldı.”

“Bak ne diyeceğim. Ben şimdi şunları bir kışkışlayayım buradan, sen getir kınalıyı. Gitmeden girsin içeri yavrucak.”

“Essah mı abla! Sen var ya, buraya başhekim olmalısın abla, valla bak yeminle.”

“Yürü git hadi, gözüm görmesin seni. Başhekimmiş, tövbe tövbe.”

Yüzüne yerleşen gevrek gülümsemeyi, kapı önünde bekleyenlere yaklaşırken siliverdi Nesrin Hemşire.

“Yarım saat kadar şu odaya alayım sizi. Temizlik bitsin, ben haber veririm size.”

Birkaç dakika sonra gelen kızın ağlamaktan kıpkırmızı olmuş burnu ve şişmiş gözlerini gören Nesrin’in içini yine derin bir acıma duygusu kapladı.

“Çok teşekkür ederim, bu yaptığınızı hiç unutmayacağım Nesrin Abla,” diye kadına sarıldı. Heyecandan gözleri çakmak çakmaktı, ayakları birbirine dolaşır olmuştu.

Gülümseyerek “Hadi gir, beni görmeden de sakın gitme,” diye tembihledi kızı.

Mira soluğunu tutarak odanın kapısında bir süre içeriye baktı. Yatakta sağından solundan bir sürü kablo geçen adam hiç hareketsiz yatıyordu. Hemen yanındaki monitörde kalp atışının düzenli sesi kapının dışından bile duyuluyordu.

Derin bir nefes alıp içeri girdi. Yatağa yaklaştı. Gözlerini adamın yüzüne dikip uzun bir süre nefesini tutarak izledi.

“Yüzünü hatırlayamadım. En çok bu yaraladı beni.”

Ezberlemek ister gibi gözlerini adamın hatlarında gezdirdi.

“Hayatımı kökünden değiştirdin ve ben senin aklıma saklayacağım bir resmine bile sahip olamamaktan çok korktum.”

Kana kana su içmek gibiydi Emre’ye bakışı.

“Sakalın çıkmış iyice. Ama ben senin sakalsız nasıl olduğunu parmak uçlarımdan biliyorum.”

Sevgiyle dolaştı gözleri her noktasında.

“Gözlerin de kapalı ama ben onların ne güzel bir mavi olduğunu uykumda bile hatırlıyorum.”

Monitörden gelen düzenli seslere kendi kalbi eşlik ediyordu. Elini adamın eline uzattı, dokunmadan geri çekti.

“Senin üzerinde hiç hakkım yok. Biliyorum. Dokunamam sana. Öpemem seni. Sarılıp koklayamam. Ama senin yaşamadığın bir dünyaya kurtulmayı da kaldıramam ben. Sana ihanet etmiş gibi hissederim kendimi.”

Gözlerine dolan yaşları eliyle silmeye çalıştı. Görmek istiyordu Emre’yi ama lanet gözleri hiç kurumuyordu ki.

“Sen bana hayatından bir parça vermedin. Senin hayatın bir başkasına ait… Sen bana ölümünden bir parça verdin ve o benim bütün hayatım oldu.”

Gözlerini monitöre dikip kalp atışlarını izledi bir süre.

“Ama şimdi sanki yaşamak istemiyor gibisin. Benim yüzümden mi uyanmıyorsun Emre?”

Gözlerini iyice kurulayıp adamın yüzünü seyretti. Söylediklerine tepki bekler gibi… Küsmüşler de barışmayı bekler gibi…

“Ben dert olmam sana. Hiç görmem, aramam seni. Kimse bilmez, söylemem. Kendime bile demem.”

Söz veriyordu inançla. İkna olsa Emre, açacaktı sanki gözlerini. İnanıyordu Mira buna.

“Karın dışarıda bekliyor. Sevdiğin kadar varmış biliyor musun? Sensiz yaşamayı reddediyor o da. Bütün duyguları kapalı, öylece bekliyor seni. Benim için gelme, onun için gel. Onu da kanadı kırık bırakma.”

Kanmamıştı yine Emre. Açmamıştı gözlerini.

“Birazdan götürecek dayım beni Zonguldak’a. Bir daha hiç göremeyeceğim seni. Tek, nefes aldığını bilirsem yaşayabilirim hayatımın kalanını. Bunun için uyan, olur mu? Ben devam edebileyim diye.”

Gözlerinden sicim gibi akan yaşlar yüzünden önünü göremiyordu.  Koridordan bir ses geldiğinde yerinden sıçradı.

“Gitmem gerek. Beni burada bulmalarından korkuyorum. Ama ezberledim seni. Artık adım gibisin. Ölene dek içimdesin. Seninle ölemedim ama aklımda sen olarak öleceğimi biliyorum.”

Elini uzatıp yüzüne dokunmak istedi, son bir kez Emre’nin tenini hissetmek istedi Mira. Yapamadı.

“Seninle ölmek bu kadar güzelse, seninle yaşamak kim bilir nasıl güzeldir. Hoşça kal ışığım.”

Dışarı çıktığında ayakta duracak gücü bulamayacağından korktu. Sevecen gözlerle bakan hemşirenin kendisini çağırdığını fark ederek güçlükle yanına gitti.

“Gidiyor musun?”

Başını salladı. Dudaklarının arasından çıkabilecek tek sesin sadece bir hıçkırık olacağını biliyordu.

“Uyandığında öğrenmek ister misin?”

Kederden ışığını kaybetmiş yeşil gözler bir anda aydınlandı.

“Çok isterim. Çok hem de.”

Hemen bir kâğıt kalem uzatıp “Telefonunu yaz bana,” dedi Nesrin Hemşire. “O güzel kalbine kıyamam ben senin. Uyanır uyanmaz haber veririm.”

Burnunu çekerek numarayı yazdıktan sonra kadına sımsıkı sarıldı Mira.

“Ablam. Teşekkür ederim. İçimdeki kara bulutu çekip aldın.”

“Deli kız.”

Kollarındaki minik bedenin titremeleri içini burktu Nesrin’in. Hani tanışmadıklarını bilmese kız adam âşık diyecekti ama…

“Uyanınca ona bir şey söylememi ister misin kuzucum?”

Sustu Mira. Gözleri yerde, öylece durdu. Hayat sınırları içerisinde Mira’nın Emre’ye söyleyebileceği bir şey yoktu. Onların bütün kelimeleri ölüm sınırlarına aitti.

Konuşamayacağını anladığında sadece başını iki yana sallayarak istemediğini belli etti.

Omuzları çökük, ayaklarını sürüyerek uzaklaşan Mira’nın ardından bir süre bakıp başını salladı kederle. Sonra odaya gidip “Geçebilirsiniz, işimiz bitti,” diyerek aileyi salona çağırdı.

Tam altı saat sonra Nesrin yeni serumu takarken açıldı Emre’nin gözleri.

İçinde gülücükler barındıran sesiyle “Sonunda uyandın demek. Hemen doktora haber verelim de gelip baksın sana,” diyerek dışarı koşacakken bileğini kavrayan elle durakladı kadın.

Korku dolu mavi gözler yalvarırcasına bakarken “Mira?” diye bir fısıltı çıkarabildi dudaklarından yalnızca.

İçi sıcacık oldu Nesrin’in. O kızın gözyaşlarının boşa olmadığını bilmek rahatlatmıştı kadını.

Gülümseyerek, “İyi o. Hayatta,” dedikten sonra bir süre sustu. Adamın yüzüne yerleşen rahatlama kıza değer verdiğini gösteriyordu.

“Seni çok merak etti ama dayısı götürdü onu bugün.”

Mavi gözler kapandı. Nesrin’in kolunu kavrayan el gevşedi. Söylediğine ne tepki verdiğini anlayamamanın rahatsızlığıyla doktoru bulmak üzere yola koyuldu kadın.