Seksi Numara Bölüm 33
Senfoni
Dediniz ki, hah araba seksi de oldu bu kitapta. Ben de öyle dedim. Tamam dedim, Erhan ile bunu da yaşadım. Bizim dünyadan haberimiz yokmuş meğer.
Üzerimde yırtılmış elbisemle, yatırılmış bir koltukta doğrulamadan yatarken Erhan kendi tarafına geçip koltuğuna oturdu. O kadar bitiktim ki, parmağını kıpırdat deseniz, parmak nedir diye bakardım ancak suratınıza.
Beni bitiren seksin değil Erhan’ın beni yağmalayışının şiddetiydi. Bedenindeki garip elektrik nedense hala bana tedirginlik veriyordu. Düşüncelerimi odaklamaya çalışırken bir anda aklıma düşen bir gerçekle hayretle fısıldadım. “Korunmadın?”
Neden yerinden zıplamadı bu? Saçını başını falan yolmadı? Malum, orospuyum ya ben, ya benden hastalık falan kaparsa? O siyah paket olmadan adım atmadı bugüne kadar, şimdi nedir bu aldırmazlık? Ya hamile kalırsam? Kalmayacağımı ben biliyorum ama o bilmiyor ki.
“Sen korunuyor musun?” Başımı salladım. “O zaman hamile kalman gibi bir sorun yok. Olursa da o zaman bakarız.”
Yok ya. Rahatlığa bak ya. Şunun içine kurt düşürmez miyim ben? “Hastalık kapmaktan korkmuyor musun?”
Dönüp bana bakan gözlerinde kaygı yoktu. “Mert ile boşanalı çok olmuş. O da zaten sağlıklı görünüyor. Ben de temizim. Bence hiçbir risk yok.”
Gözlerimi yumup bıraktım kendimi. Çok önemli bir şey söyledi. Bana inandığını söyledi Erhan. Mert’ten sonra hayatımda kimse olmadığına inandığını söyledi. İçimi kavuran mutluluktan ağlamak istedim.
Arabayı çalıştırmadan önce koltuğunu neredeyse tamamen geri aldığını duydum. Bacaklar uzun tabi. Arka koltuğa otursa oradan bile uzanır o pedallara. Hafifçe doğrulmaya çalıştım. Eliyle göğsümü tutarak bastırdı beni geriye. “İşim bitmedi seninle.” Belimden tutup biraz aşağı kaydırdı. Koltuğumu hafifçe öne aldığında bedenimin tamamı gözlerindeydi.
İşi bitmemiş benimle. İşi bitmemiş benimle! Elini çekmedi üzerimden. Tam kalbimin üzerindeydi. Göğsümün değil… Belki göğsüme dokunuyordu ama o el kalbimin üzerindeydi. Minik çırpınışlarımı hissediyordu.
Islaktım. İçimden hem ben, hem Erhan akıyorduk. Elbisemin, altımda kalan kumaşı koltuğu onlardan koruyor diye seviniyordum. Arabanın koltuğunu mu düşünür lan adam o anda? Ben düşünüyordum işte. Öyle mükemmel bir arabaydı ki…
Markası modeli ne deseniz, yanıtım yoktu. Anlamazdım. Ben sadece siyah, deri koltukları olan, uzay mekiği gibi bir ön paneli bulunan, camları filmle kaplı otomatik bir araba içinde olduğumu biliyordum. Arabanın içi deri kokuyordu. Deriler seks kokuyordu. Ben hala biraz önceki orgazmımın etkilerini üzerimde taşıyarak Erhan kokuyordum. Bir de bana söylediklerinin etkisiyle buram buram mutluluk…
Yola çıkmış olduğumuzu hissetmedim bile. Erhan’ın üzerimden çekilen elinin ve üzerimden çekilmeyen dikkatinin etkisini taşıyordum. Yola bakarken aynı zamanda bana bakıyordu. Dışarıda insanlar, arabalar olmalıydı… Ama sesler giderek azalıyordu. Ben sadece nefesimi duyuyordum. Hani filmlerde kritik sahnelerin öncesinde olur ya… Kesik kesik… Heyecan ya da korkuyu betimler. Birazdan neyle karşılaşacağınızı bilemezsiniz ama o ses size bir sürprizin gelmekte olduğunun habercisidir.
Ben o haberi Erhan’ın son kelimelerinde almıştım. İşi bitmemişti benimle… Bense sadece yaşamaya devam edebilmek için nefes almaya çalışabilirdim.
Arabayı kullanışındaki rahatlıktan çevre yolu gibi trafiği akan bir yere çıkmış olduğumuzu anladığım an, arabanın içine yayılmaya başlayan müziği de algıladım. Davula vuran bagetlerin hafif sesi, kalbimin ritmini taklit ediyor gibiydi.
Ravel’in Bolero’su… Londra Senfoni Orkestrası yorumu… O ritmik giriş… O sessizlikte muhteşem senfoniyi başlatan giriş… Dinlemelisiniz. Hatta hemen, okumaya devam etmeden şu an benimle birlikte dinlemelisiniz. Birlikte duymalıyız o bagetlerin küçük darbelerini. Birlikte hissetmeliyiz kalbimin atışına yükledikleri beklentiyi.
Flütün sesini duyuyor musunuz? Davulun geriden tekrarlanan ritmine eşlik eden o yumuşacık, kısık melodiyi… Ve Ravel’den habersiz hafifçe dizlerime temas eden parmakların fısıltısını…
Kulağımdan içeri süzülüp beynimi ele geçiren tınılar eşliğinde, onlarla aynı ritimle dolaşıyordu dizimin etrafında Erhan’ın parmakları. Müziğin sakinliği kadar dingin, pesliği kadar hafif, sizi yavaşça içine hapsettiği kadar sahiplenici…
Gözlerimi kapatıp, dizimden başlayarak tüm ruhuma yayılan ürpertilerin eşliğinde ben de o senfoninin bir parçası oldum sanki. Melodinin her tekrarında orkestraya katılan yeni bir enstrüman gibi, Erhan’ın parmakları da yeni bir noktayı kattı okşayışlarına. Dizime bacaklarımın üstü katıldı. Sonra sinsice yanları… Parmaklar uçlarını bırakıp tümüyle dokunmaya başladı tenime. Kimi zaman elinin tersini sürtüyordu, o zaman parmaklarının üzerindeki küçük tüylerin hafif dokunuşunu hissediyordum. Kimi zamansa yılların sertliğini barındıran içleriyle okşuyordu yumuşak tenimi, bana tezat oluyordu.
Artık bagetler küçük darbeler vurmuyordu. Artık sesi de, şiddeti de yükseliyordu. Artık flüt ve kemanlar fısıldamıyordu, daha yüksek tondan ruhuma akıyordu. Ve Erhan’ın okşayışları bacağımı boydan boya daha hızlı geziniyordu. Ellerinin dokunuşunu her noktama ulaştırıyordu. Bacaklarımın arasına süzülüyor, oradan altlardaki noktalara dokunarak onları koltuktan kaldırmama ve dokunuşuna yer açmama neden oluyordu.
Müzik yükseldikçe benim bedenim de koltuktan yukarı süzülür oldu. Erhan’ın dokunduğu yeri sanki ona uzatıyordum. Onun ellerinde okşanmaya muhtaç ve itaatkârdım. O ne isterse idi. O bana ne verirse idi. Hepsiyle mutlu olmaya mahkûmdum.
Hep aynı melodi… Hep aynı ritim… Artan şiddet. Benim içimde de aynısı yaşanıyordu. Parmakların bacaklarımın arasına süzülüp ıslak, titrek, şişkin kadınlığıma dokunup geçivermesi, o şiddeti müziğin kat kat üzerine taşıyordu. Notalarla oynuyordu Erhan. Pes seslerde bacaklarıma iniyor, tizleştikçe vajinama kaçamak bir dokunuş bırakıveriyordu.
Bedenimi son molekülüme kadar hissediyordum. Dudaklarım kuruydu. Islatıyordum ama kuruyordu. Her hücrem tir tir titriyordu. O an ateşim ölçülse, derece bozuk olduğunu sanırdı. Ciğerlerim aldığı havaya doyamıyordu. İçeriye çöl sıcakları doluyordu. Kanım damarlarımda girdaba kapılmış bir kontrolsüzlükte dolanıyordu.
Artık bacaklarımdan çıkmış, göğüslerimin etrafında dönüyordu parmaklar. Her dokunuşta ben yükseliyordum. Her tiz seste Erhan tenimdeki baskısını artırıyordu. Notalara göre yoğuruyordu onları. Hafiflediğinde okşuyor, yükseldiğinde sıkıyordu.
Sesler yükseldikçe artık nefesimi duyamaz olmuştum. Sadece o dokunuşları duyabiliyordum. Boynuma, oradan dudaklarıma, sonra da ağzımın içine süzüldü notalar. Tadımı aldım müzikte. Erhan’ın ıslak parmaklarını daha da ıslattım, katıldım ben de müziğe. Bir enstrüman da bendim artık. Dans ediyor, inliyor, yaşamın doruğunu keşfediyordum.
Eli sanki kocamandı. Çenemden aşağı göğüslerime, oradan göbeğime, karnıma, bacaklarıma iniyor, her yerimi aynı anda okşayıp yakıyor, sonra yeniden yukarıya çıkıyordu. Müzikle hızlanmıştı. Müzikle sertleşmişti dokunuşları.
Bacağımın birisini bileğimden kavrayıp yukarı kaldırdığını ve kucağına koyduğunu, ayağım onun sertliğine dokunduğu an anladım. Bileğimden, bırakmayacak gibi sıkı sıkı kavramıştı. Tamamen açmıştı beni. Oradaydım, onun önünde. Diğer bacağımı da ben kıvırıp koltukta diğer yana açtım. Notalar artık neredeyse vajinama sürtünüyor, bagetler ıslak dudaklara vuruyordu. Belki de Erhan’ın parmaklarıydı o dokunan. Beni aralıyor, açıyor, bastırıyor ve durmaksızın akıtıyordu.
Sanki her yerimdeydi. Parmağı içeri bastırdıkça kendimi yukarı, ona kaldırıp daha fazlası için dileniyordum. Çığlıklar vardı. Notalara çok uymuyordu ama şiddetini aynen yansıtıyordu. Bacaklarımın arası artık hoyrat dokunuşlarla örseleniyordu. O parmaklar sahipti. O parmaklar ne isterse onu yapıyordu. İzin almak yoktu. İstemek yoktu. Almak, ait kılmak, saldırmak vardı.
Arabanın içerisi en son perdede keman, davul, obua, flüt, klarnet, zil, harp, saksafon, zevk, şiddet, şehvet, tutku, aşk, teslimiyet, vazgeçiş, tükeniş ve Erhan’dı artık. Bir tek ben yoktum. Ben bunların hepsi olmuştum.
Müzik en yüksek perdeye ulaşıp bütün enstrümanlar birleştiğinde, ben de içimde var olan tüm yaşam enerjisiyle onlara katılıp bir canlının yok olmadan deneyimleyebileceği en şiddetli patlamayla darmadağın oldum.
Nefes alamıyordum. Kalbim atmıyordu. Kim ve ne olduğumu bilmiyordum. Müzik yoktu artık. Ben yoktum. Yaşam… Ölüm… Hiçbir şey yoktu.
Gözlerim kapalı, hayatta kalmaya çalışırken arabanın yavaşça durduğunu hissettim. Erhan yerinden kalktı. Arabanın etrafını dolanmış olmalıydı çünkü kapım açıldı. Ben gözlerimi açmadım. Ben bilincimi açmadım. Bu yaşadığımın daha fazlası olamazdı ve ben artık her şeye kapalıydım.
Kucağına aldı beni. Taşındım. Anahtar sesleri, kapı sesleri duydum. Çıplaktım, umursamıyordum. Erhan’ın kucağındaydım. O beni korurdu. O, bana yaşattığı o muhteşem anlarımı korurdu.
Bir yatağa bırakıldım. Galiba benim odam, benim evimdi. Üzerimde artakalan kumaş parçalarının çıkarıldığını ve tamamen çıplak kaldığımı hissettim. Üzerim örtüldü. Yüzümün her noktasının öpülüşü yaralara ilaç gibiydi. Bir yaram olduğunu bile bilmiyordum ama iyileşiyordum. Beni yatıştıran, kendimi güvende hissettiren dokunuşlardı. Beni sanki seven dokunuşlardı.
Sonra kulağıma yaklaşıp önce dudaklarını sürttü Erhan. Derin derin içine çekti kokumu. Kısık bir sesle “Sadece seks.” dedi.
Ve beni o muhteşem senfoninin ardında göz pınarlarıma pusu kuran terk edilmişlikle bırakıp gitti.