Seçilmemiş Bölüm 19
Dudaklarına dokunan parmakları hissettiğinde uykudaydı. Hafif okşamalarla aralanan ağzının hemen üzerinde Sinan’ın nefesini duyabiliyordu. Gözleri açıldı ve onun gözlerine kilitlendi. İçlerinde gördüğü ateş Elif’in başını döndürdü. Nefes alırsa öpmeyeceğinden korkarak titreyen bedeniyle bekledi.
Dudakları birbirine sürtündüğünde, bacaklarının arasını saran alevlerle kıvranarak ona yükselmeye çalıştı. Eliyle kalçasını tuttu adam, dokunmasına izin vermedi. İçinden akan zevk bacaklarının arasından süzülerek yatağa sızarken, kadınlığındaki zonklamayla bir itiraz çığlığı kaçtı ağzından.
“Özledin mi beni?”
Konuşamadı bile Elif. Gözleri umutla dolu erkeğe bakarken başıyla onayladı. Sinan dudaklarını tekrar sürterek, “Söyle,” diye fısıldadı.
“Özledim.”
Dudakları birbirine sürtünmeye devam ederken beklediği öpücüğü vermedi adam. Oysa sadece dudaklarındaki bu temasla boşalabilirdi. Neden öpmüyordu? Bedeni ona o kadar açtı ki artık canı yanıyordu.
“Çok özledim Sinan. Lütfen.”
Hızla inip kalkan göğsünde nefesi yetersiz kaldı. Bedeni terden neredeyse bacaklarının arası kadar nemlenmişti. Arzudan kıvranarak çarşafı kavradı.
“Lütfen!”
Gözlerini açtı. Karanlıktan başka bir şey yoktu.
***
Güne darmadağınık başlamaya alışmıştı artık Elif. Gece gördüğü rüyaların etkisi sabah hala üzerinde oluyordu. İçindeki arzuyu nasıl yatıştıracağını bilemeyerek sabaha kadar yatakta dönüp duruyordu. Sabah kalktığındaysa yastığını yaşlarla ıslanmış buluyordu.
Sinan yoktu. Sanki hayatına hiç girmemiş gibi ortadan kaybolmuştu. Bu Elif’i elbette ki çok rahatlatıyordu ama içinde bir yerlerde, yaşananların bu kadar hiçe sayılmasını hazmedemiyordu. En azından Zeynep’le yeniden birlikte olduklarını kendisine söyleyebilirdi. Elif de içindeki öfkeyi boşaltma olanağı bulmuş olurdu.
Şimdi her şey içinde kalmıştı. Acı, kırıklık, öfke yeniden birikiyordu.
Ekip hummalı bir çalışmaya daldığından, Zeynep gelir gelmez işe gömüldü ve tatil anılarını anlatma fırsatını ancak üç gün sonra bulabildi. O ana kadar Elif her gördüğü yerde Zeynep’ten kaçmaya çalışmıştı. Yüzüne bakamayacak kadar utanıyor, Sinan’a olduğu kadar kendisine de lanet ediyordu.
Sonunda Zeynep’e yakalandığında öğle yemeği için Ceren’le yan taraftaki kafeteryadaydılar. Siparişlerini verdiklerinde Sinan telefonla Zeynep’i aramış, konu da doğal olarak açılmıştı.
Otelin lobisinde onu gördüğü andan başlayarak her bir detayı büyük bir coşkuyla anlattı Zeynep. Anlatılacak şeyler bitmiyor, kelimeler tükenmiyordu. Ceren de atlanan hiçbir an kalmaması için özel çaba sarf ediyordu.
Elif duyduğu her kelimede biraz daha tükeniyordu. Yüzüne bir gülümseme oturtmak, uygun yerlerde küçük kahkahalar atmak işkenceydi. Zeynep susmuyordu. Susmayacaktı. Tanrım, bu kız hiç susmayacak mıydı?
“… sahip olduğum en iyi arkadaşım oldu.”
Ne diyordu bu kız? Güldürmesinlerdi onu. Sinan Zeynep’le arkadaş falan olmazdı. Zeynep’i yeniden elde etmek için bir taktikti işte. Sinsice yeniden onun hayatına girecek, sonra da Zeynep’i nikâh masasına oturtacaktı.
“…korkmadan eleştirdim. Hatalı bulduğum yönlerini tek tek yüzüne…”
Lokmalar boğazına takılıyor, aşağı inmemekte direniyordu. Çinlilerin en büyük hatası işkence için Zeynep’i kullanmayı akıl edememeleri olmalıydı.
“…kadın gözleriyle Sinan’ı yiyecek sandım. Beni engel olarak görmemesini söyledim, inanabiliyor musunuz?”
Ceren hayretle “Nasıl ya? Seninleyken mi?” diye cırladı.
Kadın mı? Bir de başka kadın mı vardı?
‘Anne, neden alıp götürmüyorsun beni buradan?’
“Ya abinle birlikteymişsin gibi düşün. Ona nasıl bozulmazsan…”
Birlikte olmuş muydu o kadınla? Dudakları ona dokunmuş muydu? İçine girdiğinde onu da seyretmiş miydi?
“… kadına ‘Yanlış gözler,’ dedi. Ben anlamadım ama eminim kadın da anlamadı. Bozulup gitti.”
Ceren’le ikisi son zamanların en önemli dedikodusunu yapıyor olmaktan büyük keyif alıyorlardı. Cıvıldayıp duran kızları içi boğularak seyretti Elif. Nefes alamıyordu. Elleri uyuşuyordu. Çatalını tutmakta bile zorlanıyordu. Buradan uzaklaşmalıydı.
“Benim ajansa dönmem gerek. Siz devam edin, sonra görüşürüz,” dedikten sonra koşmamaya çalışarak kafeteryadan çıktı.
İki kız şaşırarak onun gidişini izlerken Zeynep, “Nesi var Elif’in?” diye sordu.
“Bilmiyorum. Söylemiyor. Bambaşka bir Elif oldu çıktı.”
“Ne yapacağız peki?”
Ceren Zeynep’in gözlerinin içine bakarak, “Hiçbir şey,” dedi. “Eğer onu kendimizden kaçırmak istemiyorsak, o bize açılana kadar gıkımızı bile çıkarmayacağız.”
Elif kafeteryadan çıktıktan sonra bir süre amaçsızca yürüdü. O saatte kimsenin olmadığı bir parka oturarak yoldan geçen arabaları izledi.
Bir araba alsa mıydı? Hatta bir karavan… İçinde yatak, lavabo gibi donanımları olan araçlar olduğunu biliyordu. Bazılarının duşu bile vardı. Onunla her yeri gezebilirdi. Dilediği yerde durur, dilediği yoldan devam ederdi.
Şehirden uzaktaki köylere giderdi. Sakin, hırsları ve aceleleri olmayan insanlar arasında dolaşırdı. Mutfağı da olurdu karavanın. Hiç denemediği yemekleri yapar yerdi. Çimlerin üzerine açılıp kapanan bir masa koyar, kuşların sesini dinleyerek saatlerce otururdu. Tek başına.
***
Bir hafta sonra, ilk sunumu yapmak üzere hazırlardı. Bu kez toplantı Korad Ajans’ta yapılacaktı. Müşterilerin gelmesinin yakınlaştığı zamanlarda olduğu gibi, ajansta büyük bir telaş hüküm sürüyordu. Herkes ortalıkta koşuşturuyor, sunum malzemeleri toplantı odasına yerleştiriliyor, yiyecek içecek ikramı için masa düzenlemesi yapılıyordu. Elif masasında başını ellerinin arasına almış kalbinin çarpıntısını gidermeye çalışıyordu. Doğan’ı görecek olması bile içinin sıkışması için yeterli olmuştu.
Artık plan yoktu, çünkü artık Sinan yoktu. Yirmi gün olmuştu. Yirmi gündür Sinan yoktu. Yine de onu tanıyan birisiyle karşılaşacak olmak bile içini heyecanla doldurabiliyordu.
‘Allah’ın eziği.’
Uzaktaki asansörün kapıları açılıp görmeden bakan gözleri tanıdık bir figürü yakaladığında, önce bunun da diğerleri gibi bir hayal olduğunu sandı. Sinan ve Doğan salonda, kendilerini karşılayan Servet Bey’le birlikteydiler.
Bunun hayal olmadığı, bilincine yavaş yavaş yerleşti. Sinan gelmişti! Buradaydı! Başından aşağı kaynar sular dökülürken, gözleri adama dikilip kaldı. Sinan etrafa bakınmadan, Doğan’la birlikte doğrudan Servet Bey’in odasına girip oda kapısı da kapanana kadar Elif nefes bile almamıştı.
Panik duygusuyla felç olmuş olabileceğini düşündü. Hareket edemiyordu. Tek bir kasını bile kıpırdatamıyordu. Ekip toplantı odasında yerini almaya koştururken, Ceren Elif’i dürterek götürmek zorunda kaldı. Bir yandan da, “Ne oluyor Elif, kıpırdasana, gelecekler şimdi buraya,” diye söyleniyordu.
Üç erkek odaya girdiğinde, Sinan Elif’e sadece tek bir kez, o da tanıştırılırken baktı. Başıyla selam verip arkasını döndü, Zeynep’e sıcak bir gülümseme gönderdi ve kendisine gösterilen yere oturdu.
Elif, ipleri bir başkası tarafından yönetilen bir kukla gibi oturdu sandalyesine. Günler sonra Sinan’ın gözlerine kavuşan gözleri kör olmuştu. Tanrım onu ne kadar özlemişti. Yüz hatlarının kıpırdanmaya bile gücü olmamasına deliler gibi şükretti. Yoksa özlemi yüzünden taşarak Sinan’a doğru akabilirdi.
Servet Bey sunuma başladığında, gözleri istemsiz olarak Sinan’a kayarak, onun kendisine bakıp bakmadığını umutla kontrol etti. Gözünün ucuyla bile bakmıyordu. Sanki Elif odada yoktu. Sanki o Elif’e hiç dokunmamış, onu hiç öpmemişti. İçine hiç girmemişti.
Bu kayıtsızlığı ruhunda bir yerlere sığdırmaya çalışırken, içinden yükselen aşağılanmışlığı gizlemek, hayatındaki en önemli amaca dönüştü. Elindeki tek şeye, öfkeye sığındı.
Aşağılık herif, hayatına zorla girip kendisine zevk vermiş, kadın olmayı öğretmiş, kollarının arasında avutmuş, o ağlarken şefkat göstermişti. Kendisi de zevk almıştı. Hiç olmazsa bu paylaştıkları anları hatırladığını belli edecek tek bir bakış lütfedemez miydi? Zeynep’in anlamaması için bunu yapıyor olmalıydı. Kısaca Elif harcanabilirdi, duyguları önemsizdi, saygı duyulması gerekmezdi.
İçini kavuran ateş, başını kararlılıkla yukarı kaldırmasını sağladı. Elif hiçbir koşulda ezik olmazdı. O andan sonra Sinan’ın odadaki varlığını beyninin gerisine attı. Tamamen sunuma yoğunlaşarak sıra kendisine geldiğinde, stratejiyi Doğan’a anlattı. Odadaki kimseyi görmüyor, sadece kendisi ve Doğan varmışçasına yalıtılmış bir boyut yaratıyordu.
Kendi sunumu bitince diğerlerininkini de ilk kez duyuyormuş gibi büyük bir dikkatle dinledi, toplantı sonunda kâğıtlarını büyük bir titizlikle dosyasına geri koydu, Doğan’a bakarak misafirlere selamını verdi ve herkesle birlikte odadan çıktı.
Masasına oturduğunda, kendisiyle yeniden gurur duyuyordu. Sinan onu umursamıyor olabilirdi, o da onu umursamadığını kanıtlamıştı.
Bilmediği tek şey Sinan’ın, önündeki kâğıda karalama olarak yazıp bütün toplantı boyunca kalemini etrafında döndürdüğü ‘Bakma’ kelimesiydi.