Tünel Bölüm 12

Tünel Bölüm 12

Emre yeniden uyandığında, gözleri ilk olarak Berna’nın kahve tadında parlayan gözleriyle buluştu. Sıcacıktı. Işıltılarla doluydu. Aşkla doluydu.

“Merhaba sevdiğim.”

İçi mutlulukla dolarak gülümsedi Emre. Bir daha asla göremeyeceğini düşündüğü canının yarısı tam karşısındaydı. Bir mucizenin gerçekleşmesiydi bu. Dününe, bugününe, yarınına kavuşmak gibiydi. Kalbinin hoplayıp zıplayarak coşkuyla atmasıydı.  

“Merhaba aşkım.”

Uzanıp yüzünü onun yanağına dayadı genç kadın. Öptü defalarca.

“Özledim seni.”

Karısının kokusunu derin derin içine çeken Emre’nin içi ağlama isteğiyle dolup taşıverdi o anda. Oksijenden daha gerekliydi o koku. Yaşamı sürdürebilmesinin en önemli nedeniydi.

Elleriyle sabırsızca saçlarına, yüzüne dokunuyor, bunun bir rüya olmadığına kendisini ikna etmeye çalışıyordu. Gözlerini o güzelim kahve gözlere dikip bir süre seyretti.

“Ya ben? Seni bir daha göremeyeceğim sandım.”

“Sus. Asla söyleme bunu.”

“Gel buraya. Sana sarılmam gerek. Gerçek olduğuna inanmam gerek.”

Yatağın yanına kıvrılan Berna, hortumların izin verdiği kadar sokuldu Emre’ye. Kim ne derse desin umurunda değildi. Emre kendisine böyle içine sokmak istermiş gibi sarılırken dünya yıkılsa dönüp bakmazdı.

Hemşirenin odaya girmesi bile bozamadı onların kavuşma sevincini.

“Hastamızı çok yormayalım. Doktor Bey gelsin, kontrolünü yapsın. Sonra dilediğiniz kadar hasret giderirsiniz.”

Nesrin, adamın karısındaki değişim karşısında şaşkına dönmüştü. O donyağı gitmiş, yerine kocasının etrafında pervane olan bir kadın gelmişti. Demek seviyordu kocasını, günahını almıştı.

Başını sallayarak doktor gelene kadar dışarı çıktı. İkisini birbirlerine bıraktı. Bir süre dışarıdan içeriyi seyrettikten sonra elindeki telefonda aradığı numarayı buldu. Mesaj kısmına girip ‘Uyandı’ yazdı ve gönder tuşuna bastı.

Doktor gelene kadar biraz daha zamanları vardı. Sekiz senenin tüm zamanlarından daha kıymetliydi şimdiki o bir iki dakika. Tadını çıkararak hayatlarına kazıdılar saniyeleri.

“İyi misin? Ağrın var mı?”

Başını salladı Emre. Başı ağrımıyordu. Ama iyi de değildi. Aklı karışıktı.

“Darbe almamış bedenin. Bunun nasıl bir mucize olduğunun farkında mısın?”

Gülümsedi adam. Darbe almamak… Bedenine evet. Ruhuna?

Tonlarca taşın arasında ezilmiş ve toprağın altında kalmıştı ruhu. Nefes almıyordu. Bedenini oradan çıkarırken ruhunu fark etmemiş, geride bırakmışlardı.

Şimdi onu oradan Berna ile birlikte çıkarıp hayata döndürmesi gerekiyordu.

Doktorun odaya girişiyle yanından kalkmak zorunda kalan Berna’yı bırakmak istemedi genç adam. Muayene süresince gözlerini bir an olsun ayırmadı karısından. Sanki kaybolacakmış gibi.

Onunla yalnız olmak istiyordu. Ölümden kurtulup yaşamına Berna ile devam edebileceğini hazmedene kadar kimse zihninden bir parça çalmasın istiyordu.

Ama yoğun bakımdan çıkarılıp özel odaya alınmasının ardından gelen gidenin arkası kesilmedi.

Önce Alper girdi odaya. Gözlerine dolan yaşları fark ettirmeden silmeye çalışsa da kızaran burnu, içindeki duyguların izini tüm sevimliliğiyle açık ediyordu.

“Arkamı dönmeye gelmiyor. Anında başını derde sokuyorsun,” diyerek Emre’nin kolunu tuttu. Sanki bedenindeki enerjiyi arkadaşına aktarıp onun bir an önce ayaklanmasını sağlayabilecekti. Neyi varsa ona vermeye hazırdı.

“Sen haklı olduğunda bana susmak düşer dostum,” diyerek gülümsedi Emre.

İki adamın duygularını ifade etmek için kelimelere ihtiyaçları yoktu. Birbirlerine dikili gözlerinde sevgi ve bağlılık vardı.

Hepsinin ötesinde, tanıdıklık vardı. Yeni tanışan insanların asla sahip olamayacağı bir özellikti bu. Birlikte büyümenin, birlikte öğrenmenin, birlikte hata yapmanın ikisine kattığı birikimdi.

Alper, kaza haberini aldıklarından bu yana ilk defa duygularını dizginlemeyi başaramıyordu. Emre olmadan Alper yarımdı. Emre onun çocukluğu, geçmişi, güveniydi. Hayatının her gününe izi kazınmış olandı. En büyük mutluluklarında ve en büyük hayal kırıklığında imzası olan adamdı.

Ya ölseydi? Ya bir daha onu hiç göremeseydi? Ya onunla yaşlanamasaydı?

“Hey, kıskanıyorum ama. Kocamı bana bırak.”

İki erkek birbirlerine gülümseyerek baktıklarında, ikisi de diğerinin gözlerinde ‘Sen benim için çok değerlisin’ cümlesinin dillendirildiğini biliyorlardı.

Yüzünde gülücükler açarak oda kapısına bir koruma edasıyla yerleşen Alper tam bir saat boyunca Emre’yi görmek isteyen arkadaşlarının içeri giriş zamanını organize edip, hepsine neredeyse ziyaret dakikaları belirledi. Emre’nin yorulmaması için her gelene uzun kalmamalarını tembih ediyor, süre azıcık uzasa hemen odaya gelerek onları dışarı çıkarıyordu.

“Şuna bak, sanki adli yıla ara verildi. Duruşmalarınız yok mu ulan sizin?”

Neşesi yerine gelmiş, klasik şaklabanlıklarına başlamıştı. Hemşireler bile onun büyüsüne kapılmış, karşısında kıkırdamaya başlamıştı.

Onun her şeyle ilgilenmesine minnettardı Berna. Bu sayede Emre’nin elini bir an bile bırakmadan yanında olabiliyordu.

Durgundu Emre. Sadece dinliyor, çok az konuşuyordu. Arada gözlerini kapattığında odadakiler dışarı çıkıyor, ama Berna Emre’nin aslında uyumadığını anlıyordu.

İkisi hiç konuşmadan elleri birbirine dolanmış, başparmakları diğerini okşayarak susuyorlardı.

“Çıkar beni buradan Berna. Eve gitmek istiyorum.”

“Doktor uygun görü…”

“Berna. Çıkar beni buradan.”

“Tamam aşkım. Hemen konuşacağım doktorla.”

İçine dolan kara bulutlar Emre’nin nefes almasına engel oluyordu. Hiçbir şey bu odada sergilendiği kadar mükemmel değildi ve Emre bunun bilincine daha fazla sızmasını kaldırabileceğini sanmıyordu.

Doktorun kesin itirazına kulak asmadı genç adam. Berna’nın kaygılı tereddüdünü bile görmezden geldi. Yakaladığı ilk fırsatta da hastaneden kaçarcasına çıktı.

Arabaya bindiklerinde ve yol boyunca Berna defalarca iyi olup olmadığını sordu. Emre’nin tavırları alışılmışın dışındaydı ve Berna değişimden hoşlanmazdı. Her zamanki uyumlu Emre gitmiş, yerine ketum, karamsar ve yalnız bir Emre gelmişti.

İçini saran ürperti genç kadını irkiltti.

Yalnız bir Emre…

Neden böyle düşündüğünü bilemiyordu ama sanki o Berna-Emre bütünlüğünü şu anda hissedemiyordu.

Dönmeleri gereken sapakta Emre “Düz git Berna. Ağva’ya gidelim,” dediğinde arabayı kenara çekip durdurdu.

“Nereden çıktı şimdi bu?”

“Bak, eve dönersek bizi bir saniye bile yalnız bırakmayacaklar. Sen de onlara hizmet edip duracaksın. Oysa benim seninle yalnız olmaya ihtiyacım var.”

Kararsız kalan genç kadın, “Ama doktor gerekirse…” diye başladığında genç adam tartışma kabul etmeyen ses tonuyla “Benim doktora ya da bir başkasına ihtiyacım yok. Şu an tek ihtiyacım sensin,” diyerek sanki ortak bir karara varılmış ve konu kapanmış gibi arkasına yaslandı.

Değişimler korkuturdu Berna’yı. Babasının yıllar içerisinde alkole olan bağımlılığının artıp tamamen farklı bir insana dönüşmesi gibi… Bildiği, alıştığı çevreden alınıp farklı bir şehirde yaşamak zorunda bırakılması gibi… Tanıdığı insanlardan uzakta, ıssız bir yalnızlığa mecbur bırakılması gibi…

Arabayı tekrar yola çıkardığında, Emre’nin değişmiş olması yerine, onun sarsılmış olduğuna inanmayı tercih etti. Ölüm korkusu başka bir şeye benzemezdi. Ağva’daki evde geçirecekleri birkaç gün onun bunu atlatması için yeterli olabilirdi.

Yol boyu Emre çoğunlukla uyudu. Uyumadığı zamanlardaysa ya camdan manzarayı seyrediyor ya da Berna’yı izliyordu. Genç kadın aralarındaki sessiz iletişime alışıktı ama arabanın içinde hissettiği, o bilindik huzurlu sessizlik değildi.

Eve ulaştıklarında hava kararmıştı. Berna ilk iş sigortaları ve su vanasını açıp evi havalandırdı. En son iki hafta önce geldiklerinden ev tozlanmamıştı.

Emre’ye salondaki koltuklara uzanabileceği şekilde bir düzenek yapıp yanındaki sehpaya ihtiyacı olabilecek her şeyi getirdi. Su, peçete, ilaçları, televizyon ve müzik setinin kumandası… Yatak odasından getirdiği çarşaf takımını koltuğa sererken Emre kendisini çoktan duşa atmıştı.

Dakikalarca suyun altında durmasına rağmen üzerinde hala toz, toprak varmış gibi hissediyordu Emre. Ve teninde çiçek kokusu…