Vurucu Bölüm 44

Vurucu Bölüm 44

[Orospu]

“Reha, oğlum korkuyorum bak ben bu çocuktan. Deli deli bakıyor.”

“Korkma annem. Onun zararı bir tek kendine.” diyor ama sinirden gözü dönmüş görünen Alp’in annesini ürkütmesini de garip bulmuyordu Reha.

“Sen öyle diyorsan. Bir banyo yapsın, yemek yesin, gelir kendine. Sonra da çay demlerim ben size, neyse derdi öğreniriz.”

Güldü Reha. Annesinin ilk sırasında her zaman banyo olurdu. Yıllarca tüm gün yemekhanede olduğu için iş saatinin sona erdiğini ancak kokudan arındığında hissederdi.

Alp gitmeden önceki karşılaşmalarından bu yana ilk defa görüyorlardı birbirlerini. Bu süre içerisinde annesinin duyguları yüz seksen derecelik bir değişim geçirmişti. Hele ki Naz’ı öğrenmek, Alp’i evin ikinci çocuğuna dönüştürmüştü. Reha işe gittiğinde, hiç üşenmemiş her boş anında Alp’in numarasını çevirmişti. Çocuk bugün sevgilisine kavuştuysa, bunda payı olduğunu bilmek içini mutlulukla dolduruyordu.

Kaş göz işaretleriyle Alp’i zorla duşa kapatan Reha, ardından yine zorla sofraya oturttu. Geldiğinden bu yana ağzından tek bir kelime çıkmadığından, Reha’nın içi içini yiyordu. En son, Naz’ın odasında bırakmıştı onu. Keyfi yerindeydi. Süreyya Bey gecenin bir yarısında nasıl olsa evden kovalar diye de adresi yazıp vermişti eline ama daha üzerinden bir saat geçmeden gelmesini hiç beklememişti.

Çorba. İçildi. İçine ekmekler banıldı. Alp sadece üç kaşık aldı.

Kuru fasulye pilav. Üzerine yoğurt döküldü, tabakların kenarına soğan bölündü. Alp sadece iki kaşık aldı.

Kemalpaşa tatlısı. Küçük tabaklara üçer tane kondu, üzerine şerbet gezdirildi. Alp kaşığı tabakta unuttu.

“Ben… bir şey sormak istiyorum.”

Reha’ya söylüyor sandı Nezaket ama Alp kendisine bakıyordu.

“Sor tabii.”

“Bir kadın, sevdiği sadece kendisine dokunsun istemez mi?”

Ağzındaki tatlının sona kalan minicik kırıntısı genzine kaçtı. Öksürdü. Tıkandı biraz, daha da öksürdü. Bardaktaki suyu alıp güç bela içti. Tüm bu süre içinde de Reha’ya bakarak bir yardım dilendi. O da en az kendisi kadar şaşkındı.

“Ne sormuştun canım?”

Nasıl cevap verilecekti şimdi buna? Hadi Reha sorsa onunla konuşurdu da, elin oğluyla bunlar öyle uluorta konuşulmazdı ki!

“Siz bir kadınsınız. Kadınlar sevdikleri sadece ken…”

“Evet evet… İsterler.” Kıpkırmızı kesilmiş olmalıydı. Yanakları yanıyordu. O utanırdı böyle şeylerden.

Alp sofradaki telaşenin hiç farkında değildi.

“Peki, eğer bilerek başkasına gitmesini söylerse, o kadın sevdiği kişiyi sevmiyor mu demektir?” Söylediği kendine de saçma gelmiş olacak, “Yani demek istediğim…” diye başladığında “Anladım,” dedi Nezaket.

Anlamıştı. Oğlanın neden darmadağın göründüğünü de anlamıştı.

Reha da şaşkındı. Duyduğu hiç hoşuna gitmemişti.

“Naz mı?”

Başını salladı Alp.

“Naz kızımın iyileşme şansı yok mu?”

İki yana sallandı o baş. Yok.

“Vah yavrum. Vah bahtsız kızım.”

“Ama sen öyle bir davranıyorsun ki, ben bile Naz iyileşecek sanıyorum artık Alp!” Reha biraz sinirlenmiş gibiydi. “Olmayacak şeylerin umudunu veriyorsun sen o kıza.”

“Neyin mesela?” Bu kez de Alp sinirlenmişti Reha’ya.

“Ben… ne bileyim yani…”

“Çok çirkin kalıpları var bu dünyanın. Bir insanın hayatın içinde yer alması için sağlıklı olması bekleniyor. En ufak bir kusur varsa, ıskartaya çıkarılıyor. Herkesin beklentisi Naz’ın evdeki yatağından hiç çıkmaması.”

Burun delikleri açılıp kapanıyor, içinden belli ki lavlar fışkırıyordu.

“Belirleyici olan hep görüntü. Babama bak Reha. Yakışıklı, güçlü, bilgili, zengin. Bütün kadınlar onunla olmak için sırada. Herkes el üstünde tutmaya, onu hayatlarının her noktasına kabul etmeye hazır. Oysa o hasta. Bir yere kapatılması gerek. Bunu kimse görmüyor.”

Son cümlesinde Reha’nın annesi karşı çıkar mı diye göz ucuyla baktı ama o da başını sallıyordu.

“Ve Naz. Hissetmiyor, hareket etmiyor diye benim onunla olmak istememe kendisi dâhil hiç kimse inanmıyor. Ruhu çığlık çığlığa bu yaşamın içinde ama ona hasta diyorlar,  babam yerine onu kapatıyorlar bir odaya.”

Reha ve annesinin gözleri arasında defalarca gidip geldi genç adam.

“Neden sadece ben görebiliyorum bunu?”

Reha’da sabitlendi gözleri.

“Sana Naz’ı seviyorum, baba oluyorum dedim, kız felç dedin.”

Kırmızı. Kıpkırmızı. Buz gibiydi artık odanın havası.

 “Ne ilgisi vardı ikisinin Reha?”

Utanç hiç bu kadar kazınmamıştır bir yüze. O kadar kırmızıydı ki, bir daha rengi açılmaz sandı annesi.

“Felç olmuşsa, Naz artık saha dışına çıkmalı çünkü. Bir yatakta yatmalı, ölene kadar orada bakılmalı. Değil mi? Kendi başına yürüyemeyen birini hayatımızın içinde görmeye alışık değiliz. Varlıkları bizi rahatsız ediyor. Onları gördükçe, kusursuz hayat oyunumuzu oynayamıyoruz çünkü. Değil mi? Standartlarımızı onları da düşünerek belirlemeyi aklımıza getirmiyoruz. Kaldırımlarımızı tekerlekli bir sandalyeye göre düzenlemek gereksiz geliyor.”

Sesi giderek yükselmiş, bağırmaya başlamıştı. Suçlu Reha değildi ama Reha gibilerdi. Düşünmeyenler. Empati yapmayanlar. Düzenlerinden fedakârlık etmek yerine yok saymayı hak sananlar.

“Kız felç.”

Güldü.

“Evet, Naz felç. Ama o Naz. Felç ya da değil, benim Naz’ım. Onu kırılmış bir oyuncak gibi çöpe atmamam nasıl olur da şaşırtır sizi? Ne yaptığınızı görmüyor musunuz? Robot değiliz ki bizler, bozuldu, at yenisini al. İnsanız. Kırık ya da sağlam, Naz’ı sahiplenmeme neden şaşırıyorsunuz? Altında neden art niyet arıyorsunuz.”

“Özür dilerim.”

Alp’in tüm bunları kendisine söylemediğini, sadece isyan ettiğini biliyordu Reha. Bu isyana kendi gibilerin sebep olduğunu da biliyordu.

“Gerçekten Alp, çok özür dilerim.”

“Neden bağırdığımı bilmiyorum Reha.” Gözlerinden yaşlar öyle ani boşaldı ki Nezaket de Reha da o an kahroldu. “Kime bağırdığımı da bilmiyorum. Neyle mücadele ettiğimi, buna kimin neden olduğunu, hesabını kimden soracağımı… Hiçbirisini bilmiyorum. Ben… Ne yapacağım Reha? Başka kadınlarla birlikte olmamı istemiş babasından. Ben ne yapacağım?”

Artık hüngür hüngür ağlıyordu. Nezaket yerinden fırladığı gibi oğlanı kucakladı. Evet, o küçücük kadının kocaman anne yüreği, kendisinin iki katı bir oğlanı kucağında sarıp sarmalamayı becerdi.

“Ağla oğlum. Ağla güzel gözlüm. Sana ağlamak düştü bu hayatta, ağla. Ağla ki utansın ağlamayanlar.”

Dakikalar boyunca Alp ağladı, Nezaket onun kulağına yumuşacık sesiyle sevgisini fısıldadı. Ve Reha… Elleri başının arasında… Çaresiz… Utanç içinde bekledi.

Annesi omzuna vurup gözleriyle peçeteleri işaret ettiğinde kalkıp bir tomar getirdi. Üçüne de lazımdı. Kurulandılar. Durulandılar. Duruldular. Gözler boş… Ruhlar daha da boş…

“Hadi bakalım, baştan anlat şimdi hepsini de ne yapacağımızı bir düşünelim.”

Uysal Alp hiç itiraz etmeden, en başından başlayıp anlattı Nezaket’e Naz’ı. Gözleri kadının gözlerini araştırıyor, tepkilerinde bir cevap arıyordu. Artık kimse utanmıyordu. Ne ağlamaktan, ne konuşmaktan.

“Ben Naz’ın yerinde olsam, seni hayatıma hiç almazdım.” dedi Nezaket. Alp’in itiraz belirtilerini eliyle ve azarlayan gözleriyle bastırdı. “Soruyorsan cevabını da dinleyeceksin.”

Sustu küskün dudaklar, bekledi sözün gerisini.

“Kadın, onuruyla birlikte kadındır oğlum. Erkeğine denk olmak ister. Onun için eşsiz olmak ister. Her ihtiyacını karşılamak, hayat pınarı olmak ister. Bunu yapamazsa, küçülür, yok olur. Kendine düşman olur.”

İki can kulağı sindirdi bu sözcükleri. Konuşan, kadındı. Hiç bilmedikleri, görmedikleri…

“Naz kızıma istediğin kadar sen her şeysin de. O, olamadıklarını bilir. Sana kadın olamaz. Sana işve yapamaz. Dantelli çamaşırlar giyip seni baştan çıkaramaz. Sen ondan böyle şeyler beklemiyor olabilirsin, bunları kendinden o bekler. Naz kızım en büyük silahı olan bedeni olmadan senin kadının olmaya kendini layık bulmaz. Ondan alacağın tek şey acizliği olur. Çünkü sen ne kadar mutlu olursan ol, o sadece kendi aczini görür.”

Erkeğin kadın karşısındaki aczi de bundandı belki de. Kendi kendini yok edebilen bir güç karşısında erkek ne yapabilirdi ki?

“Bunu hissetmesine vesile olduğun için senden nefret etmeye başladığında, sen hala neyin ters gittiğini anlamaya çalışıyor olursun.”

Bu çok… acımasız değil miydi?

“Naz kızım seni çok seviyor olmalı.”

Bu kadar şeyin ardından varılan sonuç nasıl bu olmuştu ki?

“Seni senin için bırakmak istemiyor, kendisi için bırakmak istiyor.”

Reha ve Alp birbirlerine baktılar. Dersine çalışmamış öğrenci gibi, duyduklarını anlamaya çalıştılar.

“Kendince bir orta yol bulmuş, ihtiyaç duyduğunda gizli gizli gitmendense, seni onlara kendi göndermek istiyor.”

Bulantı, önlenemez biçimde Alp’in bedenini sarmaya başladı.

“Şimdi kontrol ondayken gidersen kahrolacak ama onurunu koruduğuna inanacak. Sonra ihtiyaç duyup ondan habersiz gidersen, onuru onulmaz bir şekilde çiğnenmiş olacak.”

Derin nefes aldı. Alnında boncuk boncuk biriken damlalar, dayanma sınırının sonuna geldiğini haykırıyordu.

“Yazık ki bu bir yanılsama. Kontrol elinde olsa bile, başka bir kadının varlığına göz yumduğunu iddia eden kadın, kendine yalan söylüyordur.”

Tuvalete son anda yetişti Alp. Yediği ne varsa, tuvaletin deliğinde kaybolup gitti. Çaresizliği ise olduğu yerde kaldı. Yalnızdı. Mutsuzdu. Naz bir adım uzakta, binlerce kilometre yakındaydı.

Herkes yattığında, gözünü bir kez bile kırpmadı. Düşüneceği çok şey vardı. Kaybedeceği… Hesaplaşacağı… Vazgeçeceği…

Sonraki üç gün sokaklarda yürüdü. İnsanları seyretti. Elele tutuşan âşıkları, kol kola dolaşan çiftleri… Salyaları akan erkekleri ve iç geçiren kadınları… Ayakları onu Naz’ın evine götürdüğünde, kızgındı. Naz’a… Ama en çok da Süreyya Bey’e.

“Naz ile konuşacağım. Yalnız.”

Terslenmedi Süreyya. Bir kırılma noktasında olduklarını biliyordu. Başıyla olurunu verdi, odasına döndü.

Hala bir gökyüzü olmayı başaramamış sevimsiz tavana bakıyordu Naz. Kapının yanında durup kendisini seyreden Alp’i nefes sesinden hissetti. Oradaydı ama yanına gelmiyordu. Naz da başını o kadar çeviremiyordu. Naz cezalandırıldığını biliyordu. Eskiden, bir kadını gözünün önünde bağırtmaktı o ceza. Şimdi… kendinden mahrum bırakmak.

Hareket etti sonra Alp. Yaklaştı. Gözlerinde fırtınalar esiyordu. Eskisi gibiydi. Gülümsemiyordu.

“Kabul ediyorum.”

Hayır!

Yani… Evet. Tamam.

“Ama sen de benim şartımı kabul edeceksin.”

Şart? Neymiş o şart? Neden gülümsemiyordu hiç Alp?

“Bedenimi başkalarına rahatlıkla sunabiliyorsan eğer…”

Eğer?

“Karşılık olarak seninkini istiyorum.”

Ne?

“Orospuluğumun ödülü sen olacaksın.”

Bir dakika… Nasıl?

“Sağlık durumunu gözeteceğim elbette. Ama hissedip hissetmemeni umursamaksızın sana istediğimi yapacağım.”

Ama…

“Kabul ediyor musun?”

Kıpırdamadı Naz. Alp’e baktı. Ne yaptığını biliyor muydu? Ne istediğini biliyor muydu? Burnuna bir tehdit gibi dayadığı şeyin Naz’ın hayallerinin çok ötesi olduğunu anlıyor muydu?

Hayır, hissetmek değil, kadın olmak değil. İkisi de olmayacaktı. Ama sanki… Öyleymiş gibi olacaktı. Hayal bile olsa… Öyle olacaktı.

Gözlerini yumdu bir süre, sonra yeniden açıp Alp’e baktı. Kılıçlar çekilmiş, ilk kimin saldıracağı bekleniyordu. Gözlerini bir kez kırptı.