Vurucu Bölüm 39

Vurucu Bölüm 39

[Devran]

Tavanda bir çatlak olması mı iyi yoksa olmaması mı? Olduğunda onu seyredip oyalanabilirsin. Ama büyüyor mu diye kaygılanabilirsin de. Olmadığında da sıkılırsın.

Herkes sıkılıyor mudur acaba? Mesela şimdi çimenlerin üzerinde olsa… Gökyüzüne baksa… Yine tek başına olsa… Sıkılır mıydı?

Eğer orada da sıkılacaksa, hastane yatağıyla çimenin üzerinde olmak arasındaki fark neydi?

Peki. Orada sıkılmazsa… Sıkıntıyı geçiren gökyüzü mü çimen mi? Naz’ı bahçeye yatırsalar sıkıntısı geçecek mi yani?

Eğer geçmezse… Sıkıntıyı yaratan beyaz bir tavan ya da çimenle gökyüzü değilse… kendisi mi o zaman? O nerede olursa olsun sıkılır mı o zaman?

Herhangi birisi, dışarıda herkesle her şeyi yapabilecek olmasına rağmen sıkılırsa mesela… Naz burada hiç sıkılmamayı başarırsa, ondan mutlu mudur o zaman?

O ses ne? Biri mi geldi?

Hayır, nefes sesi yok. Dışarıdanmış. Sakin ol Houston. Odada kimse yok. Odada kimse olmasın diye gitti Alp. O yüzden, kimse yok.

Odada kimse olmasın diye…

O gün nefes sesini yeniden duyduğunda bir an aklı çıkmış, ‘O burada’ demişti Alp’e gözleriyle. O anda da konuşmuştu adam.

Babasıymış meğer. Alp’in babası…

İçlerinde fırtına esen gözlere buzulların yerleşmesini an be an izlemişti Naz. Sanki bütün yaşam enerjisi çekilmişti içlerinden. Oysa o sırada kızgındı Alp. Söyleniyor, mücadele ediyordu. Son kez Naz için mücadele ediyordu.

O sesi duyduktan sonra her şey bitmişti ama. Naz’a bakmış… Soluklarını düzene sokmak için üstün bir çaba harcamış… Sonrasında yeniden oteldeki Alp olmuştu. Soğuk, alaycı, acımasız, umursamaz…

Alp’in oyunları Naz için kukla tiyatrosunu seyretmek gibiydi. Hep öyle olmuştu. Havuzda da… Restoranda da… Hep eğreti bir oyun. O yüzden babasına söylediği her cümledeki anlamı görebilmiş, aralarındaki ilişkiyi net olarak anlamıştı.

Para adam için yemdi, Alp av. Burnuna uzatıp gelmesini beklemişti. Naz’ı ve bebeklerini ona vermesini istemişti. O adam hastaydı. Bebeklerini bu tür tehlikelerden korumaya gücü yetmeyeceğini anlamak ise bütün hayallerinin sonu…

Alp gitmişti. Alp’i bu yüzden durdurmamıştı. Durdurmayacaktı.

Nereye gitmişti ki acaba? Ne yapıyordu şimdi? ‘Senin olmadığın yerde nefes alamam,’ demişti. Bir ay olmuştu. Artık o nefesi alıyor muydu? Almasındı!

Yazık alsın.

‘Hayır! Bensiz almasın! Alamasın! Ben alamıyorum, o da alamasın!’

Kötü kız.

‘Değilim.’

Kötüsün. Bencilsin.

‘Kötü değilim. Benden uzakta olsun istemiyorum.’

Bencilsin.

‘Neden? Ben onun sevgilisiyim.’

Ezik.

‘Ama öyle dedi!’

Değilsin. Sen kimsenin sevgilisi olamazsın.

‘İki harika bebeğin annesi olabilirdim ama.’

Sanmam. Emziremeyecektin bile.

‘Ama onları sevecektim.’

Çocuklar annelerinin kendilerine sarılmasını isterler.

‘Onlar sarılırdı bana? Olmaz mı?’

Aynı şey mi?

‘Değil mi?’

Hayatlarının hiçbir anında yanlarında olamayacaktın. İlk adımlarında… Okullarında… Doğum günlerinde…

‘Hayır olacaktım! Onlar yürürken ben düşmelerinden korkacaktım! Onlar yaşarken ben seyredecektim. Onlar büyürken ben yaşlanacaktım.’

Yeterli değil.

‘Bana yeterdi. Annem yatakta da olsa hayatımda olmaya devam etse, ben bu dünyadaki en mutlu çocuk olurdum.’

Diyelim ki bir çocuğa bu kadarı yeter. Alp’e yeter mi peki?

Yanında olman… Nefes alman… Öyle diyor. Yeter diyor. Ama sarılacak sıcak bir beden istediğinde? Onu mutlu edecek… Doyum verecek…

Seni seviyor. Bunu biliyoruz. Ruhu yıllardır aç, seninle doyuyor. Peki, bedeni acıkınca ne olacak? İsteyecek, gitmeyecek. Canı yanacak, gitmeyecek. Gitmediği için mutlu olacak ama yetmeyecek. Hep eksik kalacak. Alp olduğu için değil. İnsan olduğu için. Bir kadına ihtiyaç duyan bir erkek olduğu için.

Gitmedikçe gitmesi gerektiğini bileceksin. Gitmedikçe acı çektiğini hissedeceksin. Onun sana olan bağlılığı ödül olmayacak. Vicdan azabıyla dolacaksın. Asla huzur bulamayacaksın. Hep korkacaksın.

O da bunları biliyordu! Alp ile hiç şansı olmadığını zaten biliyordu! Sadece… Biraz mutluluk çalmıştı hayattan. O böyle güzel gelirken git diyememişti. Yoksa biliyordu! Burnunun ucunu her öpüşünde onun bedenindeki cinsel enerjiyi hissediyordu. Dokunmayı, hissetmeyi seviyordu Alp. Sıcaklığını, içindeki heyecanı, bedenindeki zevki paylaşmayı seviyordu. Seviyor ve tadını çıkarıyordu.

Naz bunu ruhen bilmesine karşın bedenen cevaplayamıyordu. Koynuna sokulamıyor, burnunu boynuna sürtemiyor, çenesine küçük bir öpücük bırakamıyordu. Bedenini onun kucağına tamamen bırakıp, ‘Seninle kendimi güvende hissediyorum. Sana aitim. Bedenim senin. Her şeyde kabulümsün.’ diyemiyordu. Diyemeyecekti. Bu eksikliği hep bilecek, Alp yanında yokken onun bir başkasıyla olma ihtimalini asla göz ardı edemeyecekti. O ihtimalden dolayı da Alp’ten nefret edecekti.

Hayır! Tamam.

Tamam.

Alp için her şeyi kabul edebilirdi ama ondan nefret etme ihtimalini asla.

Bebekler gidecek.

Alp gidecek.

Gidebilirse… Bir yolunu bulup Naz da gidecek.

Bir… İki… Üç… Elli dört… Yet…

Hayır! Hayır’ Ne yapıyorsun sen? Bebekler varken olmaz!

Hi! Olmazdı tabi! Ya oksijen alamayınca canları acırsa!

‘Özür dilerim! Özür dilerim miniklerim! Bilerek yapmadım! Gerçekten! Canım, güzel meleklerim benim. Özür dilerim.’

Canı acıyordu. Ruhu acıyordu. Aldığı her nefesle içi kanıyordu.

‘Çok kötü bir anneyim ben. Doğmadan yakıyorum canınızı! Doğurmadan kaybettim bütün şansınızı! Size hiç sarılamayacağım için çok özür dilerim. Karnımdayken okşayamayacağım için… Yumuşacık kokulu yanaklarınızı bir kez bile öpemeyeceğim için… Minicik ağızlarınıza sütümü veremeyeceğim için… Düşerseniz tutamayacağım ve sizi kötülüklerden koruyamayacağım için… Bu yüzden sizi doğuramayacağım için özür dilerim. Özür dilerim. Ama sizi çok seviyorum. Babanızı da sizi de çok seviyorum. Özür dilerim. Hepinizden…’

“Naz yavrum, neden ağlıyorsun bir tanem? Canın mı yanıyor bebeğim?”

‘Özür dilerim baba. Başına hep dert olduğum için özür dilerim.’

“Burak, koş doktorları çağır!”

Bebekleri için acı çeken bir annenin gözyaşları… Bebeği için acı çeken bir babanın gözyaşları…

Tam yüz elli kilometre ötede aynı acı farklı bir bedende can yakıyordu. Alp tükenmek üzereydi. Aralığın sonu geldiğinden artık gölün rengi kararmış, Naz’ı anımsatmaz olmuştu. Ağaçlardan dökülüp de yerlere biriken kuru yapraklar çöp olmuş,  üzerlerine basılmaz olmuştu. Naz’ı merak ediyordu. Her gün daha da artan bir özlemle kabına sığamıyordu. Telefon çalmıyor, Reha aramıyor, haber alamıyordu.

Bir kez Servet’le Adapazarı’na inmişlerdi. Postaneye koşup Kalyon Otel’i aramış, aynen tahmin ettiği gibi Reha’nın ve annesinin ayrıldığını duymuştu. Ama onlar apart otelden de ayrılmıştı. Artık ona ulaşabileceği hiçbir yolu kalmamıştı. Sadece Reha arayabilirdi onu, o da aramıyordu. O telefon hiç çalmıyordu.

Bugün, alçı çıkacaktı. Ve artık yola devam etme zamanıydı. Servet oğlanı vazgeçirmeye çalışsa da onu içi kaynayan haliyle daha fazla zapt edemeyeceğini biliyordu. Hastane çıkışında yine istasyona gittiler. Alp bu kez nereye bilet aldığını biliyordu. İstanbul’un tam tersine… Hava o gün güzel olduğundan son kez Naz’ın gözlerine daldı bankta.

Dakikalar sonra ortamın sakinliğine hiç uymayan bir ses, dikkatini dağıttı. Tanımadığı, neye ait olduğunu bilmediği polifonik bir ses… Sağa baktı, sola baktı, kimse yoktu, melodi vardı. En son, çantasına ilişti gözleri. Çanta… Ses… Telefon? Telefon! Reha!

Parçalarcasına açtığı fermuardan telefona ulaştığında hala çalan melodi artık alabildiğine net duyuluyordu. Kalbi çarparak açma tuşa bastı.

“Alo?”

Bir kadın çığlığı geldi karşıdan, sonra patırtılar gürültüler… “Aaa, açtı!” dedi bir kadın. “Ay oğlum!” Biri konuşuyordu da, sanki telefondan uzaktaydı. ”Dur oğlum, Alp! Alp Bey! Alp!” Ne oluyordu? “Ay heyecandan telefonu düşürdüm oğlum! Alp? Orada mısın oğlum? Alp Bey?”

Reha’nın annesi?

“Alo?”

Yine çığlıklar, heyecanla anlaşılmayan kelimeler.

“Korktum oğlum bir anda alo deyince. Yirmi gündür alışmışım, hep dıt dıt dıt…”

Ne olduğunu anlamasa da kadının heyecanı, coşkusu Alp’e iyi gelmişti. Ah bir de kadının adını bilseydi…

“Oğlum, Reha çok aradı seni, açmadın. Gelmen lazım. Hemen gelmen lazım. Naz…”

Ne?

“Ne oldu Naz’a? İyi mi o?”

Dehşetle ayağa kalktığı telefonda görülemese bile sesinden anlaşılıyor olmalıydı. Buruk, üzgün “Üzgünüm oğlum ama hemen hastaneye gelmen lazım.” diyen sesle bir anda dengesini yitirdi.

“Naz’a bir şey mi oldu?”

Yok… Ses yoktu… Hıçkırıklara bürünmüş kadın, “Gel oğlum, zaman geçirme, hemen gel,” diyerek sustu.

Bir elinde çantası, bilet gişesine koşarken, kadına “Geliyorum. Reha’ya söyleyin! Birkaç saate hastanede olurum. Beni girişte bulsun!” demeyi başardı. Aynı anda da bileti görevliye uzatıp, “Değiştir! İstanbul’a! İlk sefer!” diye bağırdı. Görevli, bir elindeki kutuya talimatlar yağdıran adamın tekin olmadığını düşünse de ses etmedi. Bu saatten sonra kim vurduya gitmeye niyeti yoktu.

Peron boyunca koşarken, telefonun öteki ucunda hiç ses olmadığını fark etmeyen Alp, “Nesi var Naz’ın? Ne oldu? Tehlikede mi?” diye arka arkaya sorularını sıralıyordu. Yoktu ki cevap. Olamazdı. Şarjı biten telefon çoktan uykuya dalmıştı.

Öteki taraftaysa Nezaket Hanım coşkuyla Burcu kızını arıyordu.

“Kızım, Burcum, nasılsın güzelim? İyiyim ben de. Yavrum, benim oğlanı buluver bir bana. Arasın annesini. Olur mu kızım? Unutma olur mu canım?”

Bunu da hallettikten sonra oturma odasına geçip ayaklarını sehpaya uzattı. Sanki kilometrelerce yol koşmuştu.

Aslında öyle de sayılırdı. Bir ay önce oğlunun çaresizce arkadaşına ulaşmaya çalıştığını görmüş, bu arada hikâyeyi de öğrenivermişti. Naz kızı için günlerce ağlamıştı. Onun gözünde bir melekti Naz. Süreyya Bey’e hayran olmuş, hala böyle insanlar kalmış mı diye şaşırmıştı. Bu arada Reha’nın çevirdiği numara da her nasılsa ezberinde kalmıştı. O da her gün en az elli kere aramayı huy edinmişti.

Bugün, oğlanın çamaşırlarını katlaya katlaya otururken duyduğu o ‘Alo?’ sesine kalpten gitmediğine şükrediyordu. Yaptığı numarayı düşünüp için için güldü. İşi şansa bırakacağına, Naz demiş, susmuştu. Oğlan her neden korkuyorsa, onun gerçekleştiğini düşünecek ve koşa koşa gelecekti.

Reha’sı ile bir kez daha gururlandı. Oğlu tam bir insan sarrafıydı. Bu konuda annesini bile geride bırakmıştı. Arkadaşının iyi bir insan olduğu konusunda ısrarcı olmuş, ondan asla vazgeçmemişti. Şimdi artık Nezaket de bunu görebiliyordu.

Ziya Kalaycı hakkında öğrendikleri ise korku filminden beterdi. Günlerce kendisine gelememişti ve üstelik oğlunun her şeyi anlattığından da emin değildi. Sanki gerçeklerin sansürlenmiş haliyle yetinmişti.

Otelde yaşadığı onca yıl nasıl da kör olduğunu, adamın oyunlarına nasıl kandığını hatırladıkça üzülüyordu. Öyle gerçekmiş gibiydi ki her şey. Nezaket’e bakarken gülümser, bir ihtiyacı olup olmadığını sorardı. Ona bağıran bir şef aşçıya çıkışmıştı bir sefer. Kaldıkları odanın tuvaleti bozulunca tamir edilene kadar odalardan birine yerleştirmişti oğluyla ikisini. Bayramlarda ikramiyelerini ihmal etmez, okulun açılma zamanlarında çocuğu olanlara çift maaş ödenmesini tembih ederdi. Adam sanki umursuyormuş gibiydi… Oysa amaç sadece görüntüyü cilalamakmış. İyi işadamı… Vicdan sahibi patron. Düşünceli baba… Peh…

Devran dönerdi ama. Kimsenin yanına yaptığı kalmazdı. Devranın dönmek için otuz senedir bir çaba göstermemiş olması Nezaket’in aklını karıştırmıyor değildi. Onca sene… Onca kızcağız… Anneleri… Babaları… Çekilen acılar… Gereğinden fazla acı birikmemiş miydi? Hepsinin karşılığı nasıl tahsil edilirdi tek bir kuldan?

Yine de inanıyordu. İnanmak zorundaydı. Bu kadar uzun süre yanına kalmış olmasının bir nedeni vardır, diyordu. Olmalıydı. Allah’ın hikmetinden sual olmazdı.

Otuz sene… Ziya Kalaycı da o anda hayatında bir şeyleri değiştirmeye neden bunca zaman sonra karar verdiğini sorguluyordu. Sağlıkla ilgili bir sorunla yüz yüze gelmek çok da hoşuna gitmemişti. Ve galiba, bir şeylerin yolunda olmadığını bir süredir hissediyordu. Hayatı üzerinde kontrolü yitirmeye başlayacak olursa, sırtını dayayacağı kimse olmaması onu korkutmuştu.

Alp bu durumda çok işe yarardı oysa. İşi ona bırakır, kendisi finolarıyla oynarken, Alp de yükü omuzlardı. Hayat mükemmel olurdu.

Şimdi… sırtını kollamak zorundaydı. En büyük problemi olma potansiyelini taşıyan on iki adamı tek bir patlamayla bertaraf etmişti. Üstelik kulüpte çıkan yangın nedeniyle yine hedef kendisi gibi görünmüştü. Oteli yakılıyor, adamlarına zarar veriliyor… Zavallı işadamı…

Gerçi… Neden her şeyin bu kadar mükemmel yürüdüğünü anlamıyordu. Peşindeki onca hırsını alamamış polis bozmasının onu bu kadar rahat bırakmış olması garipti. Gelip didik didik araştırmaları beklenirdi. Adamları kim öldürdü? Neden öldürdü? Ziya Kalaycı bu işin neresindeydi? Adamlara neden yeni araba almıştı? Bomba o araca nasıl yerleşmişti?

Lanet olsun. Her şey gerçekten fazla mükemmeldi ve Ziya bunun ardında başka bir şey olması ihtimalini asla atlamazdı. O bugüne kadar işini şansa bırakarak gelmemişti. Şu doktoru bağladıktan sonra bütün enerjisini bu olaya verecekti.

Doktora gelince… Ziya adam hakkında hiçbir şey bulamamıştı. Ama kendisine gönüllü olarak bilgi temin edecek çok tanıdığı vardı… Görüntülerin artık elinde olmadığını bilmeyen eski dostlar… Aile dostları… Ailece… Kızlarıyla… Karılarıyla çok yakın ilişki kurmuş olduğu dostlar…

Bacaklarının arası sadece anılarla bile hareketleniyordu. Şimdi arayacağı şu doktor… İstediği bilgiyi kızıyla göndermesini söyleyebilirdi. Muhteşem kalçaları olan yeşil gözlü bıldırcın. Ağzı kurudu. Şimdi yirmi iki yaşında olmalıydı kız. Evlenmiş olabilirdi. Olsun. İlk erkeğini yeniden kocasıyla kıyaslama şansı verecekti ona.

“Ertuğrul Selhep.”

Sinirliydi cevap veren ses. ”Ziya Kalaycı.”

Gülümsedi.

“Tanımamış gibi yapmamana sevindim.”

“Ne istiyorsun Kalaycı?”

Kibar olmayacaktı elbette. Ziya da bunu istemeyecekti. Yıllar önce, istediği ilaçları temin etmesi yeterli gelmişti. Kızının üzerinde denediği ilaçları… Hiçbir tahlilde çıkmayan, bitkisel susturucular… dondurucular… uysallaştırıcılar… ateşlendiriciler… alev alev yakıcılar… azdırıcılar… Kızının görüntülerinin ortalığa yayılmaması için bütün ilaçları temin etmişti Doktor Selhep. Hem de fazlasıyla…

Ah. Kızı bekleyemeyecekti. Ziya’nın kesinlikle taze bir ava ihtiyacı vardı şu an. Hemen. Şimdi.

“Bir isim vereceğim sana. Meslekten men edilmiş bir doktor. Hakkında her şeyi bilmek istiyorum. ”

Sessizlik uzun sürdü.

“İsmi ver.”

“İskender Kefeli.”

Yine gelmedi cevap. Çok sonra… “Öğrenince arayacağım.” dedi ve telefon kapandı. Ziya dünkü çocuk değildi elbet. Sırtını asla güvenmediği kayaya yaslamazdı. Arayacağı iki doktor daha vardı. Bir komiser. Bir bakan… Hepsi aynı araştırmayı yapacaktı. Hepsi farklı yönlerden adamın hayatını önüne serecekti. Bu arada, kendisini kandırmaya çalışan olursa da… Ziya işte o zaman çok eğlenecekti.