Vurucu Bölüm 23
[Av]
Avlanmak insanın doğasında vardır. Bazıları için ihtiyaçken bazıları için zevktir. Onun için ise var olma nedeni.
Ziya.
Ava hazırdı.
Kurbanının gücü hiç önemli değildi. O hepsini avlardı. O avcı, dünyanın kalanı avdı. Ama güçlü olanı avlamak çok heyecanlı oluyordu.
“Aracı valeye teslim etmişler patron.”
Güzel. Birazdan bu geceki avıyla karşılaşacaktı. Beklemek bu gibi zamanlarda heyecanı artırıyordu. Kanı damarlarında tatlı bir sakinlikte akarken elindeki içkiden keyifli bir yudum aldı.
Avlanacağı gecelerde viski ya da konyak gibi sert içkilerdense tatlı karışımları tercih ederdi. Çünkü bu şekilde ağzının tadı ve kokusu taze ağızlara itici gelmez, çiçek gibi açılırlardı. O da o ağzın içindeki minik dili, dişleri, nefesleri kendi tadıyla doldururdu.
Kasıklarının arası seğirdi. Elleri deli gibi kendine dokunmak, okşamak ve heybetini hissetmek istedi. Nefesi, avının içine süzüldüğü o ilk an gibi kesildi.
Ama erkendi. Bu gece uzun olacaktı. Bu gece avını pençelerinin arasına alıp kazığa oturttuktan sonra bacaklarının arasına girmeyi kafasına koyduğu en az iki pisicik daha vardı.
Taptaze.
Sıcacık.
Sımsıkı.
Ürkek.
Kaçar ama her zaman yakalanırlardı. İşte, gözlere paniğin yerleştiği o an da Ziya’nın yaşadığını en fazla hissettiği an olurdu.
Dudakları kurudu. Hafifçe dilini gezdirerek ıslattı ve onların pistte dans eden esmerin ıslak kıvrımları olduğunu hayal etti. Küçük orospu etrafıyla hiç ilgilenmeyerek satıyordu kendini. Kimse ona layık değilmiş, kimse ona yaklaşamazmış gibi. Ziya da onu işte bu yüzden avlayacaktı. Altında korkudan titreyerek kendisine bakışını seyredecek, korkuya rağmen akan o zevk suyunun kokusunu içine çekecekti. Bu gece, avıyla işi bittikten sonra… onu da ağzına alacaktı.
Korumalardan birine başıyla pisti gösterdi. Görev alınmış, ağ kızın üzerine kapanmıştı. Buradan şu an gitse bile artık kızın evi, ailesi, okulu, arkadaşları… hepsi Ziya’nın inisiyatifine kalmıştı.
Hâkimiyetinden emin olmak, bacaklarının arasındaki o eşsiz tıklamayı biraz daha artırdı. Bedeni yaşam enerjisiyle doldu. Her tık, kanın doğru yere toplanmaya hazır olduğunu belli ediyordu. Nabzının atışı dünya üzerindeki en güzel müzik, heybetli aleti de en güzel enstrümandı. Bu gece… Onunla birlikte şakıyacaklardı.
Ziya, adamları arasında bir efsaneydi. Aynı gece dört kızı bu koltukta becerdiğini görmüşlerdi. Kırk beş yaşında olmasına rağmen onun performansına kimsenin yaklaşamayacağını düşünüyorlardı. Efsane yaratmaya hevesli ezikler, apaçık ortada olan cevabı görmeyi beceremiyorlardı.
Ziya boşalmazdı. Ereksiyonunu bütün gece korur, heyecanı avını ele geçirmiş olmakta ve onların gözlerindeki korkuda bulurdu. Bu onun için aşağılık bir sperm yağmurundan daha anlamlıydı. Kontrol her zaman onda olur, üstelik toplumun standart suç kalıplarının da dışında kalırdı.
Geçmişte birkaç kez Ziya’nın peşine düşen aileler olmuştu. Polis gelmiş, sorgulama yapmış, huzursuzluk çıkarmış, ama sonunda çekip gitmişti. Delil yoktu. Tanık yoktu. Suç yoktu. Şikâyet edenler de aniden şikâyetlerinden vazgeçmişlerdi. Toplumda geçerli kavramlarla oynamayı başaran, toplumun elini kolunu da bağlıyordu. Ziya da bunu çok iyi yapıyordu.
Bacaklarının arası bir de bu yüzden seğirdi.
Ve işte. Ergün Yılmaz’ın oğlu Bahadır Yılmaz. Yirmi yaşında. Üniversite öğrencisi. Takım elbise gibi taşıdığı spor kıyafetinden ailenin tarzı hemen anlaşılıyordu. Baba, büyük oynuyordu. Ve onun imar komisyonunda Ziya aleyhine kullanmayı planladığı oy, bu gece oğlu sayesinde değişecekti.
Parayı kolay harcadığı belli olan Bahadır, çok şık ve çok zarif bir misafir ağırlıyordu yanında. Kız oğlanın sınıf arkadaşıydı ve aileler tanışıyordu. Uzun vadede ikisi için bir evlilik planlandığı konuşuluyordu. Ziya güldü. Kısmet.
Kıza meyve suyu, oğlana cin ya da votka tarzı orta sertlikte bir içki geldi. Bunlar, kendi ısmarladıklarıydı. O sırada barın arkasından bir tepsi çıktı. Bu tepsiyi Ziya’nın korumaları hazırlar, barmen el bile süremezdi.
İki büyük ve geniş bardağa hazırlanmış rengârenk kokteyller. En üstteki köpüğün üzerine serpiştirilen gümüş rengi toz kulübün değişen ışıklarıyla baştan çıkartıcı bir tempoda parlıyordu. Yine üzerleri beyaz ve pembe bir sosla kaplı çilekler… Bakanın ağzı sulanıyordu. Çileklerin içine bile alkol enjekte edilmişti. Ve Ziya’nın Singapur’dan getirttiği özel bir karışım… Doğal. Sanki kokteylin bir parçası gibi. Ama refleksi ağırlaştırıp kanı ateşliyordu. Duyarlılık ve istek artıyor, masalsı bir dünyaya geçiş yapılıyordu.
Ziya’nın Barbieleri yerlerini aldı. İki Rus. Görünümleri tıpatıp Barbie adındaki oyuncağa benziyordu. Tam bir karış boyundaki eteklerinin altından bacakları sanki kilometrelerce uzayıp gidiyordu. Tepsiyi taşıyan garsonun birer yanında, ellerini çırparak ve çığlıklar atarak yürümeye başladılar. Maytaplarla aynı hizada zıplayan göğüsleri normal bir erkeğin avuçlarından taşacak büyüklükteydi.
“Happy Birthday Zafer!”
Şarkılar, çığlıklar, Bahadır’ın büyüyen gözleri, yanındaki kızın ürkerek sandalyeye sinişi… Kızlar Bahadır’a sarıldı. Bir tanesi eğilip dudaklarını yaladı ve çileklerden birini alıp oğlanın ağzına tıkıştırdı. Diğeri aynı şeyi kıza yaparken sadece yanağını öpmekle yetindi. Buna da muhtemelen son anda kızın dehşetle bakan gözlerini görünce karar verdi.
Seyretmek çok keyifliydi. Ziya oğlana bir bakış atıp onun kapana girdiğini anladığı an dikkatini kızın üzerine yoğunlaştırdı. Şaşkınlığı, gözlerine yerleşen korkuyu perdeleyemiyordu ve işte o bakış Ziya’yı deli gibi sertleştiriyordu. Köşeye sıkışmış… Çaresiz… Karşı koymayı bile akıl edemeyen ceylan bakışı.
Yerinden kalkıp masalarına gitti, doğrudan oğlanın sırtına vurup “Zafer Bey, arkadaşlarınız size bu sürprizi hazırladılar. Kalyon Kulüp olarak bu gece bizim misafirimizsiniz,” diyerek sırıttı.
“Şey… ben… ama…”
Şapşal şaşkınlıktan itiraz bile edemiyordu.
“Lütfen, kız kardeşiniz ve sizin için özenle hazırlanan ikramlarımızın tadını çıkarın. İyi eğlenceler,” diyerek yanlarından ayrıldı.
Barbieler de gidiyormuş gibi yapıp oğlanla kızı birer kez daha öptüler. Bahadır’ın yüzünün kıpkırmızı kesilmesinden, onun Barbie’sinin ellerinin hedefi bulduğu anlaşılıyordu. Oğlanın gözler büyüdü, ağzı açıldı, Barbie fırsatı kaçırmadan o dudakların arasında diliyle bir tur attı, oğlan daha da kızardı. Kızla ilgilenen ise onu üçüncü çileği yedirmekle meşguldü. Bir çilekten, bir kokteylden… Ablukaya alınmış, elleri kolları bağlanmış kurbanları düşünme yetenekleri ile çoktan vedalaşmışlardı.
“Masa çok rahatsız, koltuğa gidelim Zafer!” çığlıkları arasında son aşama da tamamlandığında, Barbieler oğlanı çoktan koltuğa sürüklemiş, üzerine çıkmışlardı. Yanındaki kız Ziya’nın kendisine uzanan ellerini fark etmedi. Minik şey. Kolunu kızın beline sarıp iyice yanına çekti. Ve hatta… kucağına.
“Kim varmış burada?”
İşte. Kızın kahve gözlerinin içi bir anda saf korkuya bürünmüştü. Mükemmel bakışlar. Mükemmel panik. Anlıyordu. Ne olduğunu artık kesinlikle anlıyor ama kıpırdayamıyordu.
Biraz önce oturdukları masa çoktan ortadan kaldırılmış, yerine şerit halinde korumalar dizilmişti. Artık kulübün geri kalanı başka bir dünyaydı. Ziya bir süre Barbielerinin oğlanı alevlendirmesini seyretti. Kucağındaki kızın gözleri de onlara takılı kalmış, gördüğü şeyi anlamaya çalışıyordu. Kızlar… koltuğun üzerinde Bahadır Yılmaz’ın tadına bakıyorlardı. Kızın nefesi hızlanıyordu. Korku… Titreme… Çaresizlik… Ziya zevkle ceylanını seyrediyordu.
Barbieler zaman ve mekân kavramını yitirmiş oğlanı koltuktan kaldırıp barın arkasındaki kapıdan çıkardığında, kızın gözleri Ziya’ya döndü. Şeytan. Çok güzeldi. Gözleri. Renkleri. Bakışları. Teni. Çok garip bakıyordu. Kızın içine hiç bilmediği kıpırtılar yayıyordu. Kendisine yaklaşan dudaklardan kaçamadı. Başını çeviremedi, bağıramadı. Dudakları… Ağzı… Dili… Ziya Kalaycı hepsinin tadına baktı. Yavaşça. Zevkle. İnleyerek. Kız korkuyor ama artık neden korktuğunu hatırlamıyordu. Bir yerdeydi, nerede olduğunu bilmiyordu. Bedenine yakıcı bir zevk toplanmaya başlamıştı ama bunun ne olduğunu da bilmiyordu.
Ağzına bir çilek daha uzattı şeytan. Sonra dudaklarını öptü.
“Em iyice. İçindeki bütün sıvıyı al içine.”
Emdi. Çilek olması gerekiyordu ama çok güzeldi. Belki sosu. Biraz daha istedi. Ağzını uzattı iyice. O tadı bir daha istiyordu. Bunun yerine daha güzel tatta bir şeyler doldu ağzına. Şeytan… Ağzını harika tatlarla dolduruyordu. Neydi bu? Bardak? Bardaktaki şey? Adamın dili? Çok kıvrak. Gıdıklıyordu. Yalıyordu. İçi titredi. Göğüsleri patlarcasına havalandı. Üzerinde el mi vardı onların? Ucunu… Ah. Adamın ağzı… Ah. Kapattı gözlerini. Çok güzeldi. Her şey… İnanılmazdı.
“Daha çok aç ağzını. Hepsini al.”
Lolipop. Çok tatlı. Çok büyük.
“Aferin kızıma. Daha çok al.”
Lolipop büyüyordu.
Ziya artık tamamen teslim olan kızı süzdü bir süre. Dilediği yere dokunabiliyor, yalayabiliyordu. İstediği her şeyi yapıyordu. İşte böyle olunca işin bütün tadı kaçıyordu.
Geri çekilip önce kendi sonra kızın kıyafetini düzeltti. Kızın çenesinin altına koyduğu parmağıyla yüzünü yukarı kaldırdı.
“Bakalım ne kadar fotojeniksin.”
Ayağa kalktı. Kızın yüzünü bir süre daha inceledikten sonra eğilip dudağını ısırdı. Kızın canı acımış olmalıydı ama kaçamadı. Ziya’nın elleri izin vermedi.
“Uslu uslu otur burada. Pembe dünyanın tadını biraz daha çıkar. Geri geldiğimde…” gülümsedi. “onu yakıp yıkacağım.”
İşte. Kahverengi gözler bulanıklığını sürdürse de beyni kelimeleri anlamıştı. Şimdi Ziya işini bitirip dönene kadar şok kızın bütün hücrelerini ele geçirecekti. Karnının üzerinde zonklayan heybetini eliyle yokladı. Sıktı. Kızın gözlerinin içinde bir süre daha oyalandıktan sonra arkasını dönüp bara yürüdü. Avı… içeride Ziya için hazırdı.
Kapıyı ardından kapattığı anda kulübün gürültüsü yok oldu. Sanki onca insan bir duvarın arkasında değilmiş gibi… Sanki dünyada yalnızca bu ıssız, sessiz koridor varmış gibi.
Ama tamamen sessiz değildi elbette. Yirmi yaşında genç bir erkeğin inlemeleri geliyordu ilerden. Oraya değil, kendi odasına gitti. Işıkları yakmadı. Bunun yerine bir düğmeye basarak duvarı yana kaydırdı. Ardında… onlarca ekran vardı. Otelin her yeri. Her kanalda bir oda… Ziya şu an sadece üç ekranla ilgiliydi. Birinde dans pisti vardı. Gözleri esmer kaltağı anında buldu. Bir süre seyretti. Yüzünü… Göğüslerini… Bacaklarının arasını… Sanki kokusunu buradan duyabiliyordu.
“Bu geceki en büyük avım sensin küçük finom. Sana kibar olmayacağım. Bana itaat etmeyi çok büyük bir zevkle öğreteceğim.”
Biraz daha seyrettikten sonra diğer ekrana geçti. Koltuğu. Kız tam da bıraktığı gibi oturuyordu. Aslında tam beş kamera görüyordu o noktayı. Üstten… yandan… Diğer yandan… Alttan… Arkadan… her yerden… Açı önemliydi. Özellikle avının içine girdiği an. Bir kamera yüzünü çekerken bir kamera eylemi her yönden kayıt ederdi. En net haliyle. Işıklar, açılar, hepsi mükemmeldi. Karanlıkta gündüz gibi görüntü elde ederdi.
Kan yine birikti bacaklarının arasına. Bu gece… Şu an o koltukta korku içinde bekleyen o ceylanı da arşivine alacaktı. Bu gece mükemmel olacaktı.
Ve son ekran. Barbieleri Bahadır’ın gözlerini ve ellerini bağlamışlardı. Üçü de çıplak ve dizlerinin üzerindeydi. Küçük köpekleri… Onun ne istediğini çok iyi biliyorlardı.
Oğlanı belden yukarısı yatağa uzanacak şekilde kenara dayadılar. Öpüyor, yalıyor, sürtünüyorlardı. Zaten bağlı olan kollarını bir de yatağın öteki tarafından sabitlediler. Artık… o da küçük bir finoydu.
Dönüp koridora çıktı. Oğlanın sesi o yürüdükçe daha da yakınlaşıyordu. Odanın kapısı aralıktı. İtip içeri girdi. Biri yatakta sırtına, diğeri bacaklarının arasına yerleşmiş olan Barbieler ellerindeki kavanozdan aldıkları yağı oğlanın bedenine sürüyorlardı.
Avına gereken pozisyonu aldırmış, en son olarak da ellerini doğru yere götürmüşlerdi. Gitme zamanları gelmişti.
“Bebeğim durma. Devam et.”
Barbieler çıktı. Gözlerinde hayvani bir bakışla yatağa yürüdü Ziya. Yere, dizlerinin üzerine çöktü.
“Tamam hadi, çözün ellerimi, biraz da ben oynayayım sizinle.”
Cebinden çıkardığı prezervatifi saatlerdir kızlar yüzünden zonklayan aletine taktıktan sonra yataktaki kavanozdan aldığı yağ ile ovaladı. Odadaki seslerden ne olduğunu anlamaya çalışan oğlanını bilinci bulanıklığından kurtulmaya başlamış gibiydi.
Ekranların dizili olduğu odada, soldan üçüncü ekranda Ziya Kalaycı’nın elinde parlayan şaha kalkmış aleti, Bahadır Yılmaz’ın şaşkın bir kurbanlık bir koyun gibi yatışı ve bir sırtlanın gülümseyişi apaçık görünüyordu. Kalaycı, oğlanın arkasına dayanıp kendini sertçe ileri itti.
Ziya’dan odaya yayılan nefrete yirmi yaşında bir çocuğun şoku, acısı, dehşeti, çaresizliği, utancı karıştı. Sessiz koridor canhıraş çığlığa eşlik eden zevk iniltileriyle kavrulurken müzik kapının diğer tarafında devam ediyordu.